[voiserPlayer]
8 Kasım 2023 tarihinde Yargıtay 3. Ceza Dairesi’nin, Can Atalay hakkında hak ihlali kararı veren Anayasa Mahkemesi üyelerine karşı suç duyurusunda bulunması, siyasetin sığ tartışmalarında ya da hukukun gereğinden fazla karmaşık analizlerinde kaybolup gitmek üzere.
Hukuk tarihinin belli alanlarına temas eden bir tarihçi olarak, bana göre bu konuda ıskalanan bir nokta var. Temyiz mekanizması ve temyiz görevi olan yüksek mahkemelerin tarihsel varlık amacı, her zaman devletin hukuk alanındaki vesayetini sağlamlaştırmak olmuştur. Dolayısıyla, meseleye hükümetin yargı darbesi yapmasından ziyade, devlet içerisindeki farklı grupların hukuk alanında yüzleşmesi olarak bakmak daha doğru bir yorum olabilir.
Bu yazıda Can Atalay davasının teknik kısımlarına girmeyeceğim, zira yakın zamanda bu konuda kapsamlı analizler yapıldı. Hiçbir hukuk formasyonundan geçmemiş bir tarihçi olarak konunun hukuki yönünü ele almakta mahir olmayacağımı da belirtmem gerekir. Benim amacım, temyiz mekanizması ve yüksek mahkemeleri merkeze alarak, modern devletin hukuk alanıyla olan ilişkisini kısaca irdelemektir.
Bu incelemenin sonunda, temyiz mekanizması ve üst mahkemeleri ortaya çıkaran ve üstüne çok fazla farklı malzeme yığıldığı için ilk bakışta fark edilemeyen temel dürtüye ulaşmayı amaçlıyorum. Temyiz mahkemelerinin modern devletle ilişkisini tarihsel perspektiften ele alabilirsek bugünkü tartışmalara farklı bir açıdan bakabiliriz.
Temyiz Mahkemelerinin Ortaya Çıkışı ve Gelişimi
Temyiz, modern hukuka ait bir olgudur. Modern öncesi hukuk sistemleri şimdiki kadar hiyerarşik ve bürokratik bir yapıda değildi. Bugünkü şekliyle temyiz mahkemelerinin (Fransızca’da court de cassation) geçmişi son iki yüzyıla dayanıyor. On dokuzuncu yüzyıl öncesindeki temyiz kurumu, Ortaçağ Avrupası’nda kralların yerel hukuku elinde tutan derebeyleri üzerinde bir vesayet erkiydi. Krallar ne kadar güçlü olursa bu temyiz mahkemeleri de o kadar güçlü bir şekilde feodal derebeylerinin hukuki gücünü kısıtlayabiliyordu. Ancak önce Aydınlanma Çağı sonra da modern devletin ortaya çıkışıyla hukuk sistemi, hem kendi içerisinde hem de siyaset ile olan ilişkisinde büyük bir dönüşüme uğradı.
18. yüzyılın kendine ‘filozof-kral’ elbisesini biçmiş otoriter aydınlanmacı monarkları, temyiz kurumlarını toplumun her alanındaki politikalarını gerçekleştirmek için kullanışlı birer araç olarak gördü. Bu temyiz kurumlarının en bilinen örneklerinden birisi 18. yüzyıl Prusyası’nda ortaya çıkmıştır. Aydınlanmacı monark örneğinin en bilinenlerinden olan II. Frederik’in meşhur değirmenci hikayesiyle bu konu daha iyi anlaşılacaktır.
Hikâyeye göre bir değirmenci, su yatağı değiştiği için değirmenden faydalanamadığı hâlde yerel mahkeme tarafından değirmenin kirasını ödemekle yükümlü tutulur. Doğrudan kendisine başvuran değirmenciyi dinleyen Frederik, sonuçta değirmencinin haklı olduğuna hükmeder; bu kararı veren hakimleri de hapse atar. Bu tip bir temyiz anlayışında monark, yozlaşmış kurum ve memurları, hukukun gereksiz karmaşasına dahil olmadan bir çırpıda alt ederek mazlum tebaasına hakkını teslim etmiş olur. Amaç ahlaki üstünlük olduğundan, yasalar ve normlar ikinci plana atılır, hatta geçici olarak askıya alınır.
Temyiz mahkemelerine bugünkü hâlini veren ise Fransız Devrimi oldu. Hem eski rejim artığı hakimler kontrol altında tutulduğundan hem de devrimin getirdiği kanunların tüm ulusta yeknesak uygulandığından emin olmak için Devrim’den bir sene sonra Court de Cassation kuruldu. Bugün dünyanın pek çok yerindeki temyiz mahkemeleri, bu örnekten ortaya çıktı.
Elbette ki Fransız tipi temyiz örneği dünyada tek değil. Bir diğer bilinen örnek olan Amerika Birleşik Devletleri’nin Supreme Court’u ise federal hükûmet adına eyaletlerin yargı gücünü denetleme ve gerekirse kısıtlama görevini görüyor. İngiltere örneğinde 2009 yılına kadar bir üst mahkeme kurumu bile bulunmuyordu. The Supreme Court’u da Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne uyum sağlamak amacıyla kurmuşlardı.
Osmanlı’da Temyiz Sisteminin Gelişimi
Fransız örneğini takip eden Osmanlı Devleti’nde, Meclis-i Vâlâ-yı Ahkâm-ı Adliyye adıyla kurulan yüksek konsey, Tanzimat’tan itibaren fiili olarak bir temyiz mahkemesi olarak çalıştı; hem de bir tane bile hukukçu üyesi olmadan! Kurumun içerisindeki pek çok farklı dairede görevli pek çok hukukçu, hatta bir tane de müftü bulunmakla birlikte karar alıcılar, Osmanlı Devleti’nin elit-bürokratik sınıfındandı ve bunların çok az bir kısmı ciddi bir hukuk eğitiminden geçmişti.
Bu durum zaman zaman hukuki açıdan tuhaf durumlara da neden olmuştur. Örneğin, Meclis-i Vâlâ’nın gördüğü ilk ciddi davalardan olan ve Cengiz Kırlı’nın Yolsuzluğun İcadı isimli kitabında ele aldığı Tanzimat muhalifi birtakım paşaların yolsuzluk suçuyla yargılanması sırasında, suçun işlendiği tarihte yürürlükte olmayan bir ceza maddesinden sanık paşalara hüküm verilmiş, üstelik suç işlendiği tarihte kanun yürürlükte olmadığı için ceza bir de hafifletilmişti.
Meclis-i Vâlâ öylesine güçlüydü ki yalnızca üst mahkeme görevi görmüyor aynı zamanda kanun tasarıları hazırlamak görevini de yürütüyordu. Şûrâ-yı Devlet’in 1868 yılındaki kuruluşuna dek Meclis-i Vâlâ, Yargıtay ve Danıştay’ın bir bedende buluşmuş hâli gibiydi. 2023 yılında tamamladığım yüksek lisans tezimde, Meclis-i Vâlâ’nın hangi mekanizmalarla hukuk erki inşa etmeye çalıştığını ele almaya çalıştım. Meclis-i Vâlâ, vilayet mahkemelerinden gelen kararları -itiraz olsun olmasın- gözden geçiren, beğenmediği kararları bozan ve beğenmediği yargıçları canı istediği gibi görevden alan, tam da Yargıtay 3. Ceza Dairesi’nin bahsettiği “süper temyiz” mahkemesi gibi çalışıyordu ve esas amacı merkezi idarenin politikalarının taşrada işlediğinden emin olmaktı. İşte bu Meclis-i Vâlâ, bugünün Yargıtay’ın özünü oluşturuyor. En azından Yargıtay kendisini Meclis-i Vâlâ’nın devamı olarak görüyor.
Anayasa Mahkemesi ve Yargıtay
Türkiye’deki yüksek mahkeme sisteminin temel karmaşası, 1960 Darbesi’nin yarattığı vesayeti koruma altına alabilmek için tasarlanan Anayasa Mahkemesi’nin kuruluşuna dayanıyor. Anayasa mahkemeleri aslında sınırlı sayıda ülkede bulunuyor ve kanun koyucu egemenin -modern demokratik devletler özelinde parlamentoların- yaptıkları kanunların anayasal ilkelere uygunluğunu denetliyor. Yani, Anayasa Mahkememizi kuran güç, 1961 Anayasası’nda inşa edildiğine inanılan değerlerin, parlamentonun gelecekte başkalarının eline geçmesiyle imha edilmesini önlemeye çalışıyordu.
Dananın kuyruğu, kapatma davasından dolayı Yargıtay’a karşı hem tedirgin hem de öfkeli olan AK Parti hükûmetinin kendisini son anda kurtaran AYM’ye bireysel başvuru hakkı tanımasıyla kopmuş oldu. 2007 yılında gündeme gelen AK Parti’nin kapatılması davasının mimarının Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya olduğunu hatırlatmakta fayda var. O tarihte AK Parti’nin Yargıtay üzerindeki otoritesi oldukça sınırlıydı. Üstelik Yargıtay, Anayasa Mahkemesi gibi bir avuç hakimden oluşmadığından, kontrol etmenin çok daha zor olduğu bir kurumdu. Yargıtay’a karşı kendisini AYM’yi güçlendirerek müdafaa eden AK Parti, karşılığında AYM’ye de bir miktar gücü hediye etmiş oldu.
2012 yılından beri bireysel başvuru değerlendiren AYM, kuruluşunda bireysel dava değerlendirme gibi bir nosyon olmadığından, mevcut anayasadaki yeri gereği aslında tam da Yargıtay’ın bahsettiği gibi bir “süper temyiz” mahkemesine dönüştü. Yargıtay ise basın açıklamasında 1868 yılında kurulduğundan bahisle, daha eski olmasının kendisine daha büyük bir hukuki otorite ve sorumluluk yüklediğine inanıyor.
Bu çerçeveden bakıldığında AK Parti’nin üyelerinin neredeyse tamamının kendisi döneminde atanmış olmasına rağmen AYM’yle yaşadığı yüzleşme, aynı zamanda eski AK Parti’yle yüzleşmesi anlamına da geliyor. İşin özünde ne Anayasa Mahkemesi ne de Yargıtay, modern hukuk ideallerinin gerçekleşmesi ve vatandaşların birbirlerine ve devlete karşı olan haklarının korunmasını önceliyor. Temyiz mahkemeleri, varlık amacı gereği devletin hukuk alanındaki otoritesi ve kontrolünü sağlamlaştırmaya çalışıyor. Bugünkü tartışma da hukuk darbesinden ziyade, devlet içerisindeki farklı aktörlerin çıkar çatışmasıymış gibi görünüyor.
Hülasa, her ne kadar AYM’nin Can Atalay kararı Türkiye’nin demokratik ve hukuki geleceği için oldukça önemli olsa da temyiz kurumu ve yüksek mahkemeler, varoluşları gereği, modern ulus-devletin çıkarları adına çalışan kurumlardır. Hukukun üstünlüğünü, hukuki otorite üzerinde orantısız ve ihtiyari bir otorite kuran yüksek mahkemeleri daha da güçlendirerek değil, hukuki alanı siyasi olandan olabildiğince soyutlayıp irade özgürlüğünü garanti altına alarak sağlayabiliriz. Esas tartışma, modern devlet çatısı altında böyle bir hukukun imkânı üzerine yapılmalıdır.