[voiserPlayer]
Depremin doğal bir felaket olduğu kaçınılmaz bir gerçekse, yaşattığı yıkım ve travmaların boyutunun insan eliyle şekillendiği de bir o kadar gerçek. Üstelik bunu her defasında acıyla tecrübe ederek öğreniyoruz. Sıcak sobaya dokunan bir çocuğun akıllanmadığı görülmüş müdür? Ne yazık ki bu topraklarda görülüyor. Öyle ki son depremin ertesinde Türkiye bilmem kaçıncı kez sadece tektonik olarak değil, ahlaki açıdan da ciddi bir kırılma noktasına gelmiş görünüyor.
Evet, etik denilen soyut kavramın insan yaşamında hava, su kadar önemi olduğunu, ödev ahlakının hayat kurtaran bir norm olarak gerekliliğini, değerler sisteminin yaşamsal boyutta ne anlama geldiğini, bugün bütün bunların siyasi ve ekonomik alanlardaki somut sonuçlarıyla karşılaşarak idrak etmiş durumdayız. Bana öyle geliyor ki yarın yeniden unutmamak için yapabileceğimiz en önemli şey, bugün bu çıktıların altını defaatle ve yüksek sesle çizmek olmalıdır.
Hatırlamak lazım. 1999 depreminden bu yana toplanan deprem vergileri, toplumun sağduyu sahibi zihninde büyük bir soru işareti bırakmıştı; bu paralar nereye vakfedilmiş, hangi önlemler bu vergiler sayesinde alınmıştı? Depremin gündem olmadığı zamanlarda böyle sorular sormak bozgunculuk addediledursun, gerçek cevaplar hep buğulu bir cam arkasında saklı kaldı. O zamandan bu zamana hesap verilebilirlik açısından ters istikamete doğru aldığımız yolu düşünürsek bugün bu sorular, muhataplarının kurduğu labirentin içinde kaybolup gitmiş durumdadır.
Oysa, hukuk devletlerinde ödenen vergilerin akıbetinin mükellef tarafından biliniyor olması, idarecilerin vatandaşlarına karşı en temel ahlaki yükümlülüklerinden birisidir. Üstelik, söz konusu deprem vergisi olduğunda bu, ‘’bizim caddeye neden üst geçit yapılmadı!’’ diye sormaktan elbette daha elzemdir ve insanın kendi memleketinde, kendi evinde ölüm korkusu olmadan yaşayabilmesine dairdir.
Ne var ki mevcut iktidarın iktidarda geçirdiği zaman neredeyse jeolojik açıdan bile anlamlı bir süreye(!) tekabül ederken, bu dönem zarfında bu vergilerle hayatımızı fay hareketlerinden korumaya yönelik ne gibi çalışmalar yaptığı konusunda bize hesap vermekten imtina etmektedir.
Burada bu kaçışın nedeni üzerine düşündüğümüzde büyük resmin aslında belirleyicisi olarak benim “Emlak Siyaseti” olarak kavramlaştırdığım bir başka fenomenle karşılaşırız. Bu kavram Türkiye’de devlet ve emlak sektörünün neredeyse simbiyotik ilişkisiyle inşa olmuş bir yönetişim biçimini karşılamaktadır.
Nedir bu emlak siyasetinin bileşenleri diye düşünürsek, burada karşımıza iktisada giriş dersi almış herhangi bir insanın dahi kolaylıkla anlayabileceği boyutta bir akıl tutulmasına işaret eden garabet makro iktisadi kararlar, hiçbir izanla açıklanamaz kent politikaları ve imar düzenlemeleriyle hükümete yakın duran kesimlere açılan rant alanları karşımıza çıkar. Türkiye’de tarz-ı siyasetin âdeta günümüzdeki ruhunu özetleyen Emlak Siyaseti’nin semptomları bunlar ve türevleridir.
Sözgelimi, bu kapsamda sıklıkla dillendirilen adına “Beşli Çete” denilen büyük emlak şirketlerinin sadece devletten cüzi miktarlara arsalar kapmakla kalmadığı, aynı zamanda yine devlet tarafından sağlanan vergi indirimleri, kıyak krediler ve imar imtiyazlarıyla palazlandırıldıkları kamuoyunun malumudur.
Yine bir vaka olarak müteahhitlik müessesinin bu dönemde edindiği haddini aşan paye, bu zamanın belirleyici göstergelerinden biri olarak önümüze çıkar. İmar düzenlemeleri ile vatan toprağı hem içeride hem de dışarıdaki “ortaklara” peşkeş çekilebilecek bir kaynağa dönüştürülürken, ne bunun toplum üzerindeki olumsuz etkileri ne de deprem gibi bir negatif şok karşısında düşülebilecek acizlik dikkate alınıyor.
Herkes biliyor ki mega projeler ile sadece yandaş sermaye kalkındırılmadı; aynı zamanda dış sermayeye, bilhassa petrol ülkelerinden gelen kaynak aktarımına yol açıldı. Bütün bunlar olurken devletin bu şirketlere sağladığı olanaklar, aslında depreme dayanıklı yapılar ve toplumun deprem ekonomisine dair daha somut yatırımlar için kullanılabilirdi. Olmadı.
Bu organize menfaat arayışına dayalı siyaset yapma biçimi şüphesiz ahlaki olmaktan çok uzaktır. Öyle ki namuslu bir perspektiften meseleye yaklaşmaya çalışan herkesi dehşete düşüren bu sistem, bunun yürütücüsü olan kesimler kadar, bu durumla hiç göbek bağı olmayan sıradan insanları da aynı ahlaksızlık batağına çekmek kudretini taşıyor. Bugün emlak siyasetinin gerekliliği olarak yaratılan ekosistemde nefes almak isteyen sıradan bir birey bile ister istemez aynı ahlaksızlığın bir parçası olmak durumunda kendisini buluyor.
Nasıl mı? Örneğin, akla hayale gelmez imar affı vaadiyle birdenbire kendisini evinin terasını kapatıp bir oda daha devşirme gayretinde bulan bir emekli öğretmeni düşünün. Kendisi ne bu müteahhit çetesinin bir unsuru ne de yandaş oportünizminin bir bileşenidir. Fakat yine de yaratılan toplam ganimetten pay almak arzusunun bir şekilde parçasına dönüşmüştür. Kendisini ister istemez orada bulmuştur. Komşusunun yasal ama haksız kazanımı herkes için bir vaad olurken namuslu kalabilmek bu toplumda aptallığa yazgılanır. Dolaysıyla, bugün bu yazıyı okuyan pek az insan kendisini bu durumlardan ari tanımlayabilir. Öyleyse bu toplam bir ‘’Ahlaksızlığa Çağrı’’dır. Bu çağrı herkes içindir ve buna kayıtsız kalmak kimse için kolay değildir. Toplumsal yozlaşmaya bu şekilde geliriz.
Ezcümle, emlak siyaseti dediğim bu kavram toplumun genelindeki ahlaki bir çöküşü de beraberinde getirmektedir. Devletin ve ‘’belli başlı’’ şirketlerin kısa vadeli kazançları için kurulan emlak sektörü ve devlet arasında ilmek ilmek örülmüş bu alışveriş, toplumun genel ahlaki değerlerini göz ardı ettiği bir tabloyu ortaya koymaktadır.
Peki, bu ahlaken kırılgan yapının oluşmasını sağlayan zorluk nerededir? Öyle ya, olan biten sadece bir toplumun kar hırsıyla açıklanamaz; bu ancak gerek şart olabilir. Burada bir başka parametrenin de izini sürmemiz gerekir. İnsanları bu ahlaksızlık davetine icabet ettiren yapısal zafiyet nedir? İşte burada konut dediğimiz olgunun insanların barınma ihtiyacını karşılamak olan varoluş nedeninden çıkarılarak bir finansal enstrümana dönüşmesine bakmak gerekiyor.
Türkiye’de emlak satışı artmakta, buna mukabil konut sahipliği oranları gerilemektedir. Bu son cümleyi tekrar tekrar okumakta fayda var. Emlak satışı son on yılda arşa çıkarken konut sahipliği oranının giderek gerilemesinin açıklaması; konutların ona ihtiyaç duyan insanlar için değil, barınma ihtiyacını zaten çoktan doyurmuş, gelir seviyesi yüksek kesimler için bir rant beklentisiyle takas edilen bir emtiaya dönüşüp asıl işlevinden kopmasıdır.
Konutlar yapılmakta, alınmakta, satılmakta, ne var ki başını sokacak bir eve ihtiyaç duyan insanların bu işlemlerle pek alakası olamamaktadır. Böyle bir tespit elbette konuta yatırım yapan yatırımcıların eğilimlilerinin nedenini açıklamakla da yükümlüdür. Çünkü hiçbir ekonomik durum neden sonuç ilişkisinden bağımsız ele alınamaz. Öyleyse bugün niçin Türkiye’de konut bir finansal enstrümana dönüşmüştür?
Burada hükümetin hangi dengelerle oynamak pahasına kendi siyasi ikbalini korumaya gayret ettiğine bakmamız gerekir. Her plansız regülasyon bir başka garabeti beraberinde getirmektedir. Konutun finansallaşması makro ekonomik dengeleri türlü keyfiyetlerle kontrol altına alabileceğini düşünen bir iradenin yatırım imkanlarına dolaylı ya da doğrudan yaptığı müdahaleler ile konutu tek yatırım aracına dönüştürmesinin bir sonucudur.
Emlak iktisadına giriş derslerinin girizgâhı diyebileceğim bir kabul o ki enflosyanist baskı mutlaka beraberinde paranın değerinin korunabileceği tek varlık sınıfı olarak emlak yatırımını işaret etmektedir. Öyle ki bu kazanç vaadi, sadece iç yatırımcının değil, dış yatırımcının da iştahını kabartmış, buna ilaveten getirilen vatandaşlık teminatlı emlak satışı imkanıyla işler iyice çığırından çıkmıştır. Gelinen nokta, mülkiyete erişimi neredeyse imkansızlaşmış gelir grupları için de bir barınma krizini ortaya çıkartmıştır.
Böylece kendi manasından başka bir manaya çevirerek bir finansal enstrümana dönüştürülen konutların yapım ve iyileştirme önceliği; ne güvenlik, ne konutsuz yığınları bir ev sahibi yapmak, ne de kentsel gereklilikler olmuş, salt kar beklentisi güden bir pazarın beklentilerini doyurmaya vakfedilmiştir. Bu halde depreme karşı mevcut yapı stoğunu kuvvetlendirmek, maalesef esamisi okunmayan bir meseleye dönüşmüştür. Üstelik her an depremle sınanan bir memlekette… Görünen odur ki Türkiye’nin sadece tektonik değil, ekonomik plakaları da birbirine sürtmekte ve bu sürtüşme sosyal bir yangına dönüşmektedir.
Bu sosyal yangın içerisinde alınan imar barışı kararlarıysa bu yangına dökülen benzinden başka bir şey değildir. Yarattığı canavarla baş edemeyen devlet, belli aralıklarda imar barışı çıkararak ‘’Ahlaksızlığa Çağrı’’nın yeni versiyonlarını üretmiş, bu denetimsizlikle vatandaşını ikinci plana atmış, deprem gibi hayati bir tehdide rağmen rant avını öne çıkarmıştır. Aflar ve bu afların devam edeceği öngörüsü toplumdaki ahlaki rabıtayı yerle yeksan ederken bireyler, kendi kısa vadeli kazançları için bugün kitabına uygun olmayan yapısal faaliyetlere girişir duruma gelmişlerdir.
Bu noktada kimse bireyleri suçlama eğilimine girmemelidir. Zira bir insan, deprem gibi bir riskin olduğunu ve bunun neticesinde binlerin öleceğini bilse de bunun kendi başına gelmesi ihtimaline prim vermeyebilir. Tam da burada devletin denetim kapasitesi, kuralların tutarlılığı, ahlaki boyutu ve de sürdürülebilirliği önem kazanır. İnsanı insana rağmen koruyacak olan devlettir. İnsanı yaşat ki devlet yaşasın budur. Bugün bu ilke unutulmuştur.
Depremler kaçınılmaz olabilir. Ancak onların yaratacağı yıkım ve acılar, doğru politikalar ve etik değerlerle en aza indirilebilir. Türkiye, bu ahlaki ve stratejik dönemeçte, ya toplumun genel yararını gözeterek şeffaf ve adil bir yönetim anlayışı sergileyecek, ya da yine aynı kısır döngüde, ahlaki ve ekonomik çıkmazlarda kaybolup gidecektir. Türkiye’nin bu kritik dönemeçte hangi yolu seçeceği, sadece bir deprem ekonomisi meselesi değil, aynı zamanda ülkenin ahlaki ve toplumsal geleceği açısından da belirleyici olacaktır.