[voiserPlayer]
Türkiye’nin AKP iktidarları döneminde gittikçe otoriterleştiği açıktır. Özellikle 2016’da yaşanan darbe girişiminden sonra başlayan OHAL döneminde ve 2017 referandumunda başkanlık sistemine geçilmesiyle birlikte bu durum daha belirgin bir hal almaya başlamıştır. Tek adam güçlendikçe geleneksel kurumlar zayıflamış ve özerkliklerini yitirmiştir. Bugün gelinen noktada Türkiye, demokrasi denince sadece seçimlerin akla geldiği rekabetçi otoriter bir rejime dönüşmüştür.
Buna rağmen AKP’li isimler bu otoriterleşme olgusunu reddetmeye devam etmektedirler. AKP adına konuşan isimler Türkiye’ye çoğu özgürlüğü AKP’nin kazandırdığını söyler. AKP söylem bazında otoriterleşme olgusunu reddederken hükümete yakın bazı yazarlar, araştırmacılar ve akademisyenler, otoriter rejimin faydalarına odaklanan veya bu durumun bir kader olduğunu ve aslında çok da kötü bir şey olmadığını iddia eden argümanlar ileri sürmektedir. Bu isimler köşede bucakta kalmış isimler değildir. Ana akım televizyon kanallarında, üniversite kürsülerinde, önemli gazetelerde yer edinmiş ve kitleler tarafından tanınan isimlerdir. Bu yazıdaki amacımız Türkiye’deki otoriter rejimin temellendirmesini yapan bu isimlerin öne sürdükleri bazı fikirlere eleştiriler getirmektir.
Bu tezlerden ilki Türkiye halkının beklentileri üstüne bir ön kabule dayanmaktadır. Halk otoriter bir lider istemektedir. Bu tez, doğu toplumlarında demokrasinin işlemeyeceği, doğu toplumlarının tek adam istedikleri görüşünün yerelleştirilmiş hali gibidir.
Bu görüşe göre halk, özsel olarak otoriter liderlere meyletmektedir veya bu halklar ancak otoriter bir idare tarafından yönetilebilir. Biz bunu tümüyle reddediyoruz. Aksine, Türkiye tarihine Tanzimat’tan beri baskı rejimlerine karşı halk iradesini esas kılmak isteyen özgürlük hareketleri damga vurmuştur.
Yeni Osmanlılar Tanzimat’tan sonra denetlenemeyen bir güce dönüşen Bab-ı Ali’ye karşı bir meclisin ve anayasanın olması gerektiği savunmuştur. Jön Türkler ve İttihat ve Terakki Cemiyeti, II. Abdülhamid’in istibdat rejimine karşı kurulmuş ve halktan destek almıştır. 1908’de Meşrutiyet’in ilanından sonra basın yayın hayatında, derneklerin kurulmasında ve halkın örgütlenme hızında büyük bir patlama olduğu kabul edilmektedir. Meşrutiyet yıllarında siyasi ayrışmalar yaşansa da hiçbir grup -İslamcılar dahil- meşrutiyetin ilgasını ve mutlakiyetçi bir rejimin kurulmasını istememiştir.
Cumhuriyeti ilan eden Kemalist kadrolar tüm ilkelerinde halk iradesini esas kılmayı amaçlamıştır. Cumhuriyetin kurucu kadroları kurdukları tek adam rejimini halkı eğitmek için bir ara dönem olarak düşünmüş ve bunun kalıcı bir idare tarzı olmadığını dile getirmişlerdir. Bu dönemde tek adam rejiminin kalıcı olması gerektiğine dair farklı fikirler olsa da bu fikirler hiçbir zaman ana akım olamamışlardır. Nitekim 1945 yılında pek çok Avrupa ülkesinden önce Türkiye çok partili hayata geçmiştir.
Tek parti döneminde yetişen nesillerin Menderes’in gittikçe otoriterleşen idaresine karşı üniversitelerde, sokakta, basında mücadele ettiği ve orduyla ortak hareket ettiği görülmüştür. Dönemin çeşitli entelektüelleri tarafından bu dönem Abdülhamid idaresiyle karşılaştırılmıştır. Burada halk orduyu, baskıya karşı özgürlüğü getiren bir güç olarak öne çıkartmıştır. 60 darbesi her yıldönümünde hürriyet bayramı olarak kutlanmıştır. Bu örnek, darbenin meşrulaştırılmasında halkın özgürlük talebinin kullanıldığını ve meşruiyet için aranan adresin yine halk olduğunu göstermektedir.
Darbe sonrası 1961’de katılımcı bir şekilde hazırlanan anayasanın en büyük hassasiyetlerinden biri, seçilmiş hükümetin otoriterleşmesinin önünü çeşitli devlet kurumlarıyla denetlemek olmuştur. 61 Anayasası pek çok uzman tarafından Türkiye tarihindeki en özgürlükçü anayasa olarak kabul edilmektedir. Bu anayasanın geçerli olduğu on dokuz yıl içinde halkın siyasete katılımı yüksek bir seviyededir. İşçiler, öğrenciler, memurlar haklarını aramak için örgütlenmiş ve mücadele etmiştir. Sendikalaşma oranları artmış, siyasette farklı gruplar temsil edilebilmiştir.
Türkiye tarihinde bir özgürlük ortamı oluştuğunda halkın siyasete katılımının, hükümetlere karşı yükselen toplumsal muhalefetin, çeşitli meselelere odaklanan sivil toplum kuruluşlarının kendiliğinden ortaya çıktığı görülmektedir. 2. Meşrutiyetin ilanından sonra ortaya çıkan tablo, 61 anayasasıyla tesis edilen demokratik ortamda tekrar ortaya çıkmıştır.
80 darbesinden sonra halkın özgürlük talepleri güvenlik çatısı altında reddedilmiş ve siyasetin alanı daraltılmıştır. Bu güvenlik anlatısı, devletin altyapısal iktidarı sayesinde halkın büyük bölümünü etkilemiştir. Bu noktada halkın siyasetten beklentileri değişmiş olabilir. Ancak 80 darbesinin otoriter mirasına ve AKP’nin 20 yıllık iktidarına rağmen güçlü bir toplumsal muhalefet hala ayaktadır.
Tek adam rejiminin bizim için ideal olduğunu veya halkın tercihinin bu yönde olduğunu dile getiren kişiler, bahsettikleri halkın içinden çıkan ve özgürlük mücadelesi veren hareketleri tamamen yok saymaktadırlar. “Şark, tek adamla yönetilir” cümlesi İran’da özgürlük mücadelesi veren kadınlar için ne kadar anlamsızsa bizim için de bir o kadar anlamsızdır. Bu tür genellemeleri halka kaderciliği vaaz eden oryantalist kalıplar olarak görmek mümkündür.
Bir diğer görüş otoriter idarelerde ekonomik kalkınmanın daha hızlı gerçekleştiği görüşüdür. Bunu daha ileri götürenler bir ülkenin kalkınması için otoriter bir dönemden geçmesini şart koşarlar. Bu görüş çeşitli Avrupa ve Latin Amerika ülkeleri ve Türkiye tarihi içinde II. Abdülhamid dönemi örnek gösterilerek savunulmaktadır. Bu görüşe göre demokratik rejimlerin ve güçlü kurumların olduğu bir ülkede yapılacak icraatların anayasaya uygunluğu, kararların tartışma metoduyla ve uzlaşıyla alınması, bürokratik engeller, ortak yararın öncelenmesi gibi sebepler yapılması gereken uygulamaların yavaşlamasına, engellenmesine ve ülkenin bir türlü kalkınamamasına sebep olmaktadır. Bunun karşısında sözünü geçirebilen güçlü bir irade, bu engellere takılmadan icraatlarını yapabilir ve ülke devlet eliyle kalkınabilir. Bu görüş 2017 referandumu öncesinde yapılan tartışmalarda iktidar tarafından açıkça dile getirilmiştir.
Bu görüşün ekonomiyi ve tarihi olayları tek bir faktöre indirgeme hatasına düştüğünü dile getirebiliriz. Bu iddianın sahiplerinin tarihten kendi iddialarını doğrulamak için seçmece örnekler aldıkları ve bu örnekleri de kendilerince yorumladıkları görülmektedir. Bu indirgemecelik hatası tarihe yaklaşımda yapılan yaygın bir hatadır. Örneğin, II. Abdülhamid döneminde ekonomik kalkınmanın görece iyi olması II. Abdülhamid’in güçlü idaresiyle açıklanırken II. Abdülhamid idaresinden bağımsız çalışan ve pek çok konuda Osmanlı ekonomisine faydaları da dokunan Düyun-ı Umumiye’den söz edilmez.
Bu görüşün bir diğer zayıf noktası Erdoğan’ın baskı rejimini meşrulaştırmak için bir araç oluşudur. Çünkü Erdoğan yönetiminin ekonomi konusundaki performansı bu görüşü yalanlamaktadır. Türkiye başkanlık sistemine geçtikten sonra Erdoğan güçlenmiş ve aynı ölçüde tüm kurumlar zayıflamıştır. Bu kurumlardan biri de hükümetten bağımsız olması gereken Merkez Bankasıdır.
Parlamenter sistemde görece bağımsız karar alabilen Merkez Bankası, Başkanlık sistemiyle birlikte tamamen Erdoğan’a bağlanmıştır. Erdoğan faiz hakkındaki görüşlerini uzun zamandır dile getirse de bu görüşleri uygulama fırsatını başkanlık sistemiyle birlikte bulmuştur. Kendi kararlarını dinlemeyen başkanları üst üste görevden almış ve kararlarını dikte ettirmiştir.
“Faiz enflasyonun sebebidir” inancı doğrultusunda çeşitli müdahalelerde bulunan Erdoğan, birçok ekonomiste göre yapay bir ekonomik krize neden olmuştur. Bunun yanında otoriter idarelerin doğasında bulunan keyfilik büyük bir soruna neden olmaktadır. Ortak yarardan ziyade Erdoğan’ın yakın çevresinin yararını önceleyen politikalar, ekonomide büyük zararların ortaya çıkmasına neden olmuştur.
Görüldüğü üzere ekonomik kalkınma tek bir sebep üzerinden açıklanamayacak kadar kompleks bir meseledir. Bunun yanında, her otoriter rejim ekonomik kalkınma sağlamaz. Kısa vadede bu mümkün olabilse de istikrarlı bir ekonomik kalkınmanın yolu hukuk devleti ve demokrasiden geçer. Otoriterliğin doğasında olan keyfilik ve yozlaşma, liderin yanlış kararlarının denetlenememesi gibi etkenler büyük ekonomik sorunlara sebep olarak sonraki nesillerin omuzlarına da yük yükler.
İnceleyeceğimiz son görüş iç politikada birliğin sağlanmasının dış politikada ülkenin konumunu güçlendirdiği görüşüdür. Çok temel bir demokrasi eleştirisi olan bu görüş, otoriter rejimler tarafından sıklıkla kullanılmıştır.
Örneğin, liberal demokrasiye karşı eleştirileriyle bilinen Alman hukukçu Carl Schmitt, dost-düşman ayrımıyla açıkladığı siyasal kavramında dünyayı bir savaş alanı olarak betimlemektedir. Demokrasi, toplumları kendi içinde böler ve toplumlar gerçek düşmanlarını unutur. Toplum, dış düşmanlara -ve tabii iç düşmanlara- karşı homojen bir yapıya sahip olmalıdır.
Güvenlik endişesini en uç noktaya kadar götüren bu görüş, katmanlı bir şekilde farklı konjonktürlerde karşımıza çıkabilir. Nazi Almanyasının totaliter idaresinin meşrulaştırılması için kullanılabileceği gibi, Erdoğan’ın dış politika veya deprem gibi konuları siyasetin dışına atmak için kullandığı “milli birlik ve beraberliğe en çok ihtiyacımızın olduğu bugünlerde” retoriğinde de kullanılabilir.
Ülkelerin dengeli bir iç politikaya sahip olmasının dış politikada elini güçlendiren bir faktör olduğu doğrudur. Ancak bu dengenin sağlanması için otoriter bir rejimin varlığı şart mıdır? Burası son derece tartışmalıdır. Güçlü siyaset kurumlarına sahip olan ve iktidarlar değişse bile değişmeyecek ortak zeminlerin bulunduğu bir ülkede, pekâlâ dengeli bir iç politika sürdürebilir ki birçok Avrupa ülkesi bunun canlı örnekleridir.
Bu görüşle bağlantılı olan, demokrasinin olağanüstü hal koşullarında yeterince pratik olmadığı eleştirisi de bazı açılardan doğrudur. Ancak dünyayı bir savaş alanı olarak gören güvenlikçi söylemin toplumsal gerçekliği yansıtmadığı görülmektedir. Dünyada iç ve dış politikada çoğu sorun diyalogla çözülebilirken halkların birbirleriyle ilişkileri savaş esaslarına göre belirlenmiş değildir. İnsanlar arasında devletlerin ve ulus kimliklerin sınırlarını aşan bağlar vardır. Bu bağlar sayesinde kurulan uluslararası örgütler işlevlerini ve varlığını sürdürmektedir. Kısacası, dünyada sürekli bir olağanüstü hal durumu söz konusu değildir. Aksine yetkilerini arttırmak için olağanüstü durumlar yaratan ve güvenlikçi söyleme sarılan otoriter liderlere dikkat etmek gereklidir.
Türkiye tam iki ay sonra seçime gidiyor. Ülkedeki bütün demokratik güçlerin, cumhuriyet tarihinin gördüğü en otoriter iktidarı devirebilmesi için tek ihtiyacımız olan şey muhaliflerin oy kullanmasıdır. Türkiye’nin otoriter bir idare tarafından yönetilmesinden daha kötü olan şey, otoriter idarenin halk tarafından kanıksanmasıdır. Bu seçimde yaşanılacak bir mağlubiyet otoriter idareyi kalıcı hale getirebilir. O nedenle bu seçimde özgürlüğümüz için hepimiz oy kullanmalıyız.
Kahrolsun istibdat, yaşasın hürriyet!
Fotoğraf: Daniel Jensen