[voiserPlayer]
“Bugün anne öldü.”
Annem gibi başka, ancak daha yakınlık ifade eden kelime değil. Dümdüz “anne.” Kaybettim veya başka bir duygu ifade eden kelime değil, dümdüz “öldü.”
Bu soğuk, yavan ve katı cümle onun ağzından. Duygu/sempati/empati yoksunu Meursault’nun. Fransız sömürgesi Cezayir’in Cezayir kentinde bir ofis çalışanı. Bir gün bir telgraf alır. 80 kilometre uzaktaki Marengo kentinde huzurevinde kalan annesi ölmüştür. Cenazesini kaldırmak gerektir. İki gün izin alır ve Marengo’ya gider. İçinde fırtınalar kopmaz. Yol boyunca mışıl mışıl uyur. Huzurevi kentin dışındadır, oraya kadar yürür. Huzurevine geldiğinde müdürle kerhen sohbet eder. Annesini son bir kez görmeyi istemez. Sonra geceyi annesinin cesedinin tutulduğu küçük morgda geçirir. Huzurevinden yaşlılar ile birlikte. Varlıkları onu rahatsız eder, ağlamaları. Hademe ile sohbet eder. Kahve içer, sigara da. Nihayetinde uykuya dalar. Ertesi gün cenaze arabası ile huzurevinden kentteki kiliseye kadar yürür, annesini kara toprağa teslim eder ve tekrar otobüsle Cezayir’e döner. İki gün boyunca Meursault duygularını belli etmez. Döner dönmez çekeceği 12 saatlik uykunun sevinci hariç.
Ertesi gün Cumartesidir. Traşını olur. Plaja gider. Orada çalıştığı yerin eski bir çalışanına rastlar. Marie Cardona’a. Birlikte denize girerler, sonrasında sinemaya giderler ve geceyi birlikte geçirirler. Ertesi sabah uyanır, Marie çoktan gitmiştir. O günü evinde geçirir. Yatağında, balkonda. Akşam yemeğini de evinde yer. İki gün önce toprağa verdiği annesini unutmuş mudur? Hayır. Annesinin toprağın altında olduğunu hatırlar. Herhangi bir duygu izhar etmeden. Ertesi gün işine dönecektir. “Değişen hiç bir şey yok”tur yani.
Gerçekten değişen bir şey yoktur. Hayatına kaldığı yerden devam eder. İşe gider. İş arkadaşı Emmanuel’le öğle yemeğine her zaman gittiği yere, Celeste’e gider. Ardından kısa bir uyku için evine. Tekrar işe döner. Akşam eve dönüşte ilk önce komşusu Salamano ve deri hastalığından muzdarip köpeği ile karşılaşır. Diğer komşusu Raymond Sintes ona uğrar ve yardımını ister. Raymond’un Arap bir sevgilisi vardır ve aldatıldığından şüpheleniyordur. Kadına bir mektup yazıp onu evine davet etmek ve sadece yüzüne tükürerek intikam almak istiyordur. Meursault için bir fark yoktur. Ha Raymond’a yardım etmiştir, ha etmemiştir. Zar atar sanki, mektubu yazar.
Cumartesi günü gelir. Marie ile tekrar yüzmeye gider, onunla eve döner ve birlikte olur. Geceyi de onunla geçirir. Ertesi gün Marie onu sevip sevmediğini sorar. Meursault’nun cevabı duyarsızdır. Sevmenin bir anlamı yoktur onun için. Ama sevdiğini sanmadığını söyler. Raymond’un apartmanından sesler gelir. Raymond Arap sevgilini dövüyordur. Polis gelir ve Raymond’u ifadesini almak üzere karakola götürür. Meursault kadının yaşadıklarına tamamen ilgisiz kalır. Bir kez daha Raymond’a yardım eder ve polise kadının Raymond’u aldattığını söyler. Raymond bu sayede salıverilir. Karakoldan döndüklerinde Salamano’nun köpeğinin kaybolduğu ortaya çıkar.
Raymond’un arkadaşı Masson, Raymond, Meursault ve Marie’yi sahildeki evine davet eder, onlar da bir sonraki pazar davete icabet. İlk önce denize girerler. Daha sonra öğle yemeği yerler. Yemekten sonra üç erkek kumsalda yürüyüşe çıkar ve iki Arapla karşılaşırlar. Biri Raymond’un Arap sevgilisinin daha önce kavga ettiği erkek kardeşidir. Raymond ve Masson iki Arapla kavgaya tutuşur. Kavga sırasında Arap erkek kardeş bıçak çıkartır ve Raymond’u yaralar. Üçlü geri döner. Masson Raymond’u doktora götürür. İkili döndükten sonra Raymond iki Arapla tekrar karşılaşmak gayesiyle tekrar kumsala iner. Bu sefer yanında silah vardır. Meursault peşinden gider. İki Arabı kumsalın sonundaki pınarda bulurlar. Raymond o sırada silahını Meursault’ya verir. Ancak herhangi bir arbede yaşanmaz ve ikili geri döner.
Raymond eve girerken Meursault sahilde kalır ve yürümesine devam eder. Sıcağın kavurucu etkisi altında serinlemek amacıyla pınara kadar yürür. Arap oradadır, pınarın başında. Arap onun yaklaştığını gördüğünde bıçağını çıkarır. O da elini silaha götürür. Bıçaktan yansıyan güneş ışığı zaten sıcaktan bunalan Meursault’u daha da rahatsız eder. Silahını ateşler ve Arabı vurur. Biraz bekler, sonra tekrar ateş eder. Tekrar. Tekrar. Tekrar.
Sonrası? Hapse atılma, mahkemenin atadığı avukatla görüşme, sorgulanma, Marie’nin ziyareti… Hapishanedeki hücresinde düşüncelere dalma. Ve cinayetten aylar sonra mahkemesi görülür. Savcının iddiası Meursault’nun hiç bir duygusu olmayan soğukkanlı bir katil olduğu… Delilleri ise Meursault’nun annesini huzurevine yatırmış olması ve cenazesinde ve sonrasındaki davranışları. Annesinin bedenini son bir kez görmek istememesi. Morgda hademe ile sohbet etmesi, birlikte kahve ve sigara içmesi. Bir kez bile ağlamaması ve bütün tavırlarından yayılan duygusuzluk, umursamazlık hali. Ayni halin Cezayir’e döndükten sonra da devamı. Cenazenin ertesi günü plaja gitmesi, Marie ile flörtleşmesi, sinemaya gidip komedi filmi izlemesi, geceyi birlikte geçirmeleri… Annesine ve onun ölümüne karşı duygusuzluğunun ötesinde Meursault’nun Raymond’la yakın ilişkisi, cinayeti hesaplayarak, bile isteye işlemesinin delilleridir: Raymond için mektup yazması, onun için karakolda şahitlik yapması, vs. Halbuki onun Arabı öldürmesinin Raymond’la alakası yoktur. O güneş yüzünden Arabı öldürmüştür.
Meursault’nun lehine şahitlik yapanlar da çıkar: Celeste, Marie, Masson, Salamano, Raymond. Ancak bu lehte şahitliklerin pek bir etkisi olmaz. Kendi avukatının savunması da. Meursault kendi ağzı ile savunma yapan avukatını dinlemez bile. Ve mahkemenin kararı: idam.
* * *
Ne annesinin ölümü, ne Marie ile ilişkisi, ne Raymond’un sevgilisine yaptıkları, ne işlediği cinayet, ne mahkemenin idam kararı… Ne üzüntü, ne neşe, ne şaşkınlık, ne isyan, ne öfke, ne korku… Meursault tek duygusal tepkisini idamının yaklaştığı günlerde onunla ısrarla görüşmek isteyen rahibe karşı verir, hem de en ağırından.
“İçimde bir şey patladı. Gırtlağım yırtılırcasına haykırmaya başladım, ona sövdüm, duasını istemediğimi söyledim. Cüppesinin yakasına yapışmıştım. Kalbimin derinlerinden kabarıp taşan ne varsa, sevinç ve öfkeyle karışık bütün duygularımı onun üzerine boca ettim. Söylediklerinden ne kadar da emin görünüyordu, değil mi? Halbuki, kesin doğruluğuna inandığı hiçbir şeyin kadın saçının bir tek teli kadar değeri yoktu. Yaşadığından bile emin değildi zira bir ölü gibi yaşıyordu. Ben hiçbir şeyi olmayan bir adam gibi görünebilirdim. Ama kendimden emindim her şeyden emindim, onun olduğundan daha emindim; hayatımdan, yaklaşmakta olan ölümden. Evet elimde bir tek bu vardı benim. Ama hiç değilse bu gerçekliğe tutunuyordum ve bu da beni ayakta tutuyordu. Daha önce haklıydım, şimdi de haklıydım, her zaman da haklı olmuştum. Şimdiye kadar böyle yaşamıştım, başka türlü de yaşayabilirdim. Şunu yapmıştım, bunu yapmamıştım. Bir şeyi yapmamıştım, başka bir şeyi yapmıştım. Ne fark ederdi? Bütün bu zaman boyunca bu dakikayı ve haklı çıkacağım bu şafak vaktini beklemiştim sanki. Hiç, hiçbir şeyin önemi yoktu; ve ben bunun nedenini biliyordum. O da biliyordu. Sürdüğüm bu saçma hayat boyunca geleceğimin derinlerinden, henüz yaşanmamış yıllardan, karanlık bir soluk bana doğru yükseliyordu ve bu soluk geçtiği yol boyunca yaşadıklarımdan daha gerçek olmayan yıllarda bana sunulan ne varsa hepsini eşitliyordu. Başkalarının ölmesinin, bir annenin sevgisinin ne önemi vardı, onun Tanrısından, seçilen hayatlardan, yazgılardan bana neydi, değil mi ki beni ve benimle birlikte, onun gibi bana kardeşlerim olduklarını söyleyen milyarlarca ayrıcalıklıyı da tek mukadder ecel gelip bulacaktı. Anlıyor muydu, acaba anlamış mıydı? Herkes ayrıcalıklıydı. Zaten sadece ayrıcalıklılar vardı. Öbürlerini de bir gün mahkum edeceklerdi. Kendisi de, o da mahkum edilecekti. Cinayetle suçlanıp annesinin cenazesinde ağlamadı diye idam edilse ne olurdu ki? Salamano’nun köpeği de karısı kadar değerliydi. Robot gibi davranan ufak tefek kadın da, Masson’un evlendiği Parisli kadın kadar, ya da onunla evlenmemi isteyen Marie kadar suçluydu. Raymond ondan daha iyi bir insan olan Celeste kadar dostum olmuş olmamış ne önemi vardı? Marie bugün dudaklarını yeni bir Meursault’ya verse, ne olurdu? Anlıyor muydu, bu mahkumu… geleceğimin derinlerinde… Bütün bunları haykırırken, boğuluyordum. Ama rahibi elimden kurtarmışlardı bile, gardiyanlar bana gözdağı veriyorlardı. Ama rahip onları sakinleştirdi. Bir an sessizce bana baktı. Gözleri yaşlarla dolmuştu. Arkasını döndü, gözden kayboldu.”
Albert Camus, Yabancı, Çev. Ayça Sezen, Can Yayınları, 2019.
Fotoğraf: Isai Ramos