[voiserPlayer]
Her türlü problemde ilk olarak ötekini işaret etmek genel bir alışkanlık, insan ilişkileri böyle maalesef… Ayrıca insanlar genelde problemleri öncelikle kendi açılarından ele alıyor, başkasının sorununa ve acısına karşı daha duyarsız oluyor. İnsan doğası biraz böyle, vicdanımız sızlamadıkça yerimizden kalkmamız zordur. Deprem sadece yeri sallamıyor, vicdanları da sallıyor. Sızlayan vicdanlarımız olaylara karşı kolayca birilerini hedef gösteriyor, suçlu arıyor. Suriyelilere karşı yönelen “yağmacı” suçlaması bunun bir örneği aslında.
Depremin yarattığı yıkıma ilişkin, elbette ciddi yapısal sorunlar var, konut politikasından, kentsel alana ilişkin alışkanlıklara, belediyelerin kaçak yapılaşmaya göz yummasından imar aflarına kadar… Ancak şahsen insanların biraz da özeleştiri yapması gerektiğini düşünüyorum. Suçun büyük oranda kamu politikalarındaki sorunlarla ilgili olduğunu ve sermaye gruplarının kar hırsıyla açıklanabileceğini savunuyorum. Ama az önce de belirttiğim gibi biraz da kendimizi eleştirmemiz gerektiği görüşündeyim.
Türkiye’de hane halklarının ev sahipliği oranı yüzde 60 (hatta bunun dışında kalan yüzde 10’luk bir kesim oturduğu daireye kira ödemiyor). Bu oranlar içinde kendine ait dairede oturanların oranı da çok fazladır diye tahmin ediyorum. Bu kadar ev sahibinin özellikle deprem bölgesinde yaşayanların oturdukları dairenin güvenli olup olmadığının kontrolünü bir şekilde sağlaması gerekirdi. Bunu bilmenin basit ve ucuz yolları var. Bağımsız denetim firmaları mevcut. Apartman yönetimi karar alarak bu denetimleri sağlatabilir. İstanbul Belediyesi bu denetimi ücretsiz sağlıyor, elbette başka belediyelerin de çeşitli uygulamaları söz konusudur. Eğer konut güvenli değilse kentsel dönüşümle apartmanı yeniden inşa ettirebilirsiniz. Apartmanı güçlendirebilirsiniz. Güvensizse konutunuz, daha kaliteli, depreme daha dayanıklı bir daireye taşınabilirsiniz. Kiracıysanız kiralayacağınız evle ilgili ön araştırmalar yaptırabilirsiniz. Bu çok önemli, zira Türkiye deprem kuşağında olan bir ülke. İnsan canından daha değerli ne var şu hayatta?
Konut piyasasında çok sayıda rantçı, gözünü kar hırsı bürümüş insanlar var. Bu nedenle konut seçiminde her zaman bir kat daha dikkatli olmak gerekiyor. Apartman komşularıyla her daim bir araya gelip yaşam alanına dair sorunlar konuşulmalı, hangi önlemlerin alınması gerekiyorsa alınması sağlanmalı. Böylece ilerideki muhtemel zararlar bir nebze de olsa azaltılabilir. Oysa bunun yerine vatandaşta biraz kolaycılık, tarifi zor bir kadercilik var. Komşuların birbiriyle uzlaşısı da çoğu zaman mümkün olmuyor. Apartmana ilişkin sorunlarda her daireden çokça ses çıkıyor, herkesin her konuda fikri oluyor. Herkesin önce kendi küçük çıkarına sarılma gayreti, ortak ancak daha büyük çıkarların kovalanmasını engelliyor. Kentsel dönüşümde yaşanan sorunların önemli bir kaynağı kat maliklerinin aralarında uzlaşı olmaması. Türkiye gibi kurumsal kapasitenin ve yönetişimin görece zayıf olduğu ülkelerde insan olarak birinci önceliğimiz, afete karşı can güvenliğimizi kendi imkanlarımızla sağlamak olmalı, bu konuda yetersiz olsa da kurumsal destekler de söz konusu… Bunu yapmadığımız için, kendi hayatlarımız için harekete geçmediğimizden büyük depremlerin yıkıcı etkisini çok feci bir şekilde deneyimliyoruz.
Deprem sonrası en çok şikayet edilen konulardan biri de arama kurtarmada yaşanan aksaklıklar. Yetkililer 12 bin yıkık bina olduğundan bahsediyor, arama kurtarma için her binada 20 kişiden en az 240 bin teçhizatlı uzman personel gerekir. 90’larda kurulan Akut bugüne kadar 4503 operasyonda 4618 kişiyle arama kurtarma faaliyeti yürütmüş. 10 Şubat 2023 itibarıyla Türkiye’de arama kurtarma faaliyeti yürüten yabancı ekip sayısı 6600 kadardı. Türkiye’de sayısı yaklaşık 50 bin olan tüm madenciler bile bölgeye sevk edilse ekip yetersiz kalır. Buna karşın bölgeye uzman sevkinde AFAD’ın süreci yavaşlattığına dair çok sayıda tanıklık var. Devletin maalesef bürokratik ve hantal yapısının bu sonucu getirdiği düşünülse bile olayın ardında başka gerekçeler olduğu da aşikar. Afet yönetimi ve süreci iktidarlar getirip götürür. Bu, dünyanın her yerinde böyleyse Türkiye gibi ülkelerde iki üç kat böyledir. İktidarın ilk iki-üç gündeki atıllığının sebebi de bu aslında. Deprem yerine depremin algı yönetimine odaklanması. İlk tutuklamaların yapı inşaatçılar yerine sosyal medya kullanıcılarına yapılması bunu açıkça gösteriyor.
Yine iktidarın, sivil toplumun ve sivil inisiyatifin gerisinde kalması popülerliğini azaltan bir faktör. Bir siyasi parti her zaman potansiyel seçmenine hitap etmek durumundadır. Ama burada bu sınırların biraz aşıldığını düşünüyorum. Parti flamalarıyla sağ ve sol fark etmeksizin alanda boy göstermeye dönük bir anlayış, yardımı reklamlaştırmaya dönük bir yarış var. Bu yarışın en çok yardımı yapma yarışına dönmesi umut verici olur, ama böyle olduğu şüpheli çünkü konu daha çok sosyal medyada kimin görünür olduğu yarışına dönmüş durumda. Bölgeden enkaz alanında derneklerin enkazda kimin arama hakkı olduğuna dair kavgaya tutuştukları haberi geliyor. Yardım tırları önüne hangi kurumun pankartının asılacağıyla ilgili taraflar arası kavgalar söz konusu. Basına ve medyaya yansıyor tüm bunlar… İnsanlar STK’ları devlet kurumlarından daha güvenli görüyor, yardımlarını bu STK’lara yapıyor. AHBAP tek başına 1 milyar TL’den fazla nakdi yardım toplamış durumda. Siyasi partiler ve dernekler alandan sürekli yaptıkları yardımı insanların gözüne sokarcasına paylaşıyor. Elbette siyasi rekabet olumlu bir şey, buna itiraz etmiyorum. Ancak bölgedeki acılı insanlarla empati kurmak için siyasetin daha az, bilimin daha çok konuşulduğu bir ortam yaratılabilirdi. Yine de bunun için geç değil.
Yüzbinler belki milyonlarca insan yaşadıkları deprem bölgesinden göç ediyor. İnsanların yaşadığı yıkım çok büyük. Evini, işini, eşini, akrabasını, arkadaşını, ev eşyasını kaybetti insanlar. Bazıları yaralandı, aralarında engelli kalacak olanlar var. Bu insanların yeniden hayata atılması ve hayata tutunabilmeleri kolay olmayacak. Bazılarında depresyon, umutsuzluk, travma sonrası stres bozukluğu görünecek. Yeni bir kente, hayata adaptasyon kolay olmayacak. Bir anda insanların tüm rutinleri depremle bozulmuş oldu. Eski rutinlere dönmede kalıcı adımlar atılması hayati. Bunun için hızlıca 10 ile özel Depremzedelerin Rehabilitasyonu için Ulusal Bir Eylem Planı hazırlanması ve bu plan dahilinde adımlar atılması gerektiğini düşünüyorum. Konunun sosyolojik ve psikolojik yönlerine öncelik verilmeli. Depremzedelerin rehabilitasyonu için kurumlara da büyük sorumluluk düşüyor. Gündelik ihtiyaçlar (gıda, barınma gibi) büyük bir özveriyle kamu çalışanları ve STK’lar ile gönüllüler tarafından sağlanmakta. Depremzedelere kalıcı barınma ve iş olanaklarının sağlanması da bir o kadar önemli. Kurumsal firmalar ve kamu kurumları acilen evsiz ve işsiz kalan depremzedelere yönelik barınma ve istihdam olanakları sağlamalı, özel kontenjanlar ayırmalıdır. Kamu ve özel sektör fark etmeksizin bu adımlar hayata geçirilmeli.
Depremzedelere can suyu olacak hane başına 10.000 TL ödeme açıklaması çok yerindeydi. Bunun yanı sıra THY (1000 aileden bir kişiye istihdam) ve TÜBİTAK’ın (biçaba burs programı) istihdama yönelik adımlar attığı kamuoyuna yansıdı, diğer kurumlar da bir an önce adım atmalı. Eylem planı çerçevesinde kurumlar arası rol ve görev dağılımıyla sorumluluklar paylaşılmalı. Ancak öncelikle eylem planı sadece konunun uzmanlarından oluşan bir kurul tarafından hızlıca metne dökülmeli.
Vakit siyasetçilerden çok uzmanları dinleme vakti ve kendi hayatımız için kulak kabartmamız gerekenler de aslında öncelikli olarak konunun uzmanları, uzmanları daha az dinlediğimiz için de özeleştiri yapma vakti…
Fotoğraf: Carl Campbell