[voiserPlayer]
Bir alev ırmağı, akıyor bu güzel
Yanmamış canları, yakıyor bu güzel.
Gözleri bir alev, sözleri bir şeker,
Dil döker, kandırır insanı bu güzel.
Gözleri bir alev, sözleri bir şeker,
Dil döker, kandırır insanı bu güzel.
Dilrüba. İşte öyle bir güzel. Yüzünde beliriveren “hafif hafif pembelikler” güya bir “ismet perdesi”, “nazlı nazlı tebessümler” ise güya “muhabbet nişanesi”. Hakikatte ise yüzünü örten zehirli bir allık, yalancı bir örtü. Dilrüba. O içte çirkinliğin, dış güzelliğin en kamilen cem’i.
Çürüksululu. Bu Karadeniz’in en doğusundaki sahil kasabasında kimler ona abayı yakmadı ki! Eski bir aşığının, Bahtiyar’ın diliyle:
“[Dilrüba’ya aşık] bulunur, bulunur, her vakit bulunur, sen bırakırsan, arkadaşın sever, nefsimde tecrübe ettim, sen kendini kurtarırsın, kurtulduğun belaya kardeşin düşer. Dilrüba, ah! … her vakit âşık bulunur, her vakit. Yoluna kimi ölmek ister kimi ölür, kimi başkasını öldürmek ister, kimi başkasının elinde telef olur. Hâsılı her vakit âşık bulunur, her âşık bir suretle telef olur.”
Dilruba’nın son avı/aşıkı Akif Bey. Vatanı ve devleti için canını vermeye hazır yiğit mi yiğit bir gemi kaptanı. Aslen İstanbullu olsa gerek. Zira ailesi İstanbul Eyüp’te mukim. Babası Süleyman kaptan da kendisi gibi bir denizci. “Kırk bir muharebede” bulunmuş. “Kırk bir kere ölüm” önünde, ardında, sağında, solunda dolaşmış. Ancak şehadet nasip olmamış. Emekli.
Akif henüz yirmi sekiz yaşında. Daha öncesine dair bilgi yok. Çürüksu’ya tayinle gelse gerektir. Geldiğinde de bekar olsa. Zira bu donanma kentinde Dilrüba ile tanışır, aşık olur ve evlenir. Derken sefer emri gelir. Sinop’a gider. Dilrüba’sını ise Çürüksu’da bırakır. Giderken silah arkadaşı Şahin’e emanet bırakır. Ne malı mülkü varsa, hepsinin senetlerinin olduğu bir zarf. Ve babasına mektup.
Vasiyettir mektup. Şehadeti halinde babası bir katre olsun dahi göz yaşı dökmemelidir ardından, bilakis, vatanı için öldüğüne iftihar etmelidir. Ve, ihtiyarlığına bakmadan, Çürüksu’ya gelmeli, Dilrüba’sını oğlunun yadigarı bilip İstanbul’a götürmeli, bu ellerde sefil bırakmamalıdır.
Akif Sinop’ta iken o melun Rus saldırısı olur. Akif gemisini kendi eliyle batırır, düşmanın eline geçmesin deyü. Saldırıda öldü mü? Yoksa ölmedi mi? Akif’in yokluğunda Dilrüba yeni bir av/aşık bulmuştur bile: Esat. Çürüksu’ya tayin bir memur. Dilrüba’nın zaten nikahlı olması ise sorun. İki şahit bulunur. Şahitlerden birisi Sohum’a Avrupa’dan mal getiren birisi. Diğeri Varna’dan peksimet. Bu ikisi fırtınaya yakalanmışlar ve Sinop limanına sığınmışlardır. Tam o sırada Rus saldırısı olmuş, koca Osmanlı donanması yok edilmiş, ancak bu ikisi kurtulmuştur. Neyse ki saldırı anına şahit olmuşlar ve elbette Akif’in bu saldırı esnasında öldüğüne de. Hikaye pek inandırıcı olmasa da yine de yetmiş Dilrüba’nın Esat’la evlenmesinin önündeki nikah engelini kaldırmaya.
Düğün günü gelir çatar. O gün şehit oğlunun mektubunu alan Süleyman kaptan Çürüksu’ya varmıştır. Süleyman ilk önce Şahin’i bulur, sonra onunla Dilrüba’nın evine gider. Nafile. Dilrüba İstanbul’a gitmeyi reddeder. Onun gibi “yirmi yaşında bir kadın, bir mevtanın hayaline bağlanır, kalkar kaynatasının arkasına düşer, memleketini bırakır, gurbetlerde kendini bir evin köşesine hapseder” miymiş? Dilrüba, Akif’in onun sefil kalacağını düşünmesine de hayret eder. “Bu yaşta mı sefil” kalacaktı, öyle mi? Onu düşünecek adam çıkacaktı elbette. Ve o adamı bulmuştu bile. Süleyman kaptan yine de hakkıdır deyü, Akif’ten kalan mirası verir. Dilrüba, istemem, yan cebime koy kabilinden kabul eder.
Akşam vakti düğün vaktidir. Dilrüba’nın evi ise düğün evi. Damat ve davetlilerinin katılımıyla saz takımı eşliğinde işret başlar. Derken Şahin çıkagelir. Daha öncesinde Esat’ın davetini Akif’in hatırına reddetmesine rağmen. Durum acildir. Zira Akif’in çıkageldiğinin haberini almıştır.
“İki insan, iki yiğit, her birini bir gözümüz kadar sevdiğimiz iki delikanlı, herkesin aklına halel getirmiş, herkesin gönlüne yaralar açmış bir fahişe için dünyada birbirinin varlığını çok görecek, her biri dünyada ne kadar bela, ne kadar gazap çekiyorsa hepsine ötekinin vücudunu sebep bilecek, o hâl ile ikisi birbirinin karşısına gelecek, zihninde rahat yaşamak için ötekini öldürmekten başka çare bulamayacak”tır.
Olacaklara engel olmak gerektir. Akif kendi evi sandığı yerin düğün evi olduğunu öğrenir. Ancak ilk tepkisi Şahin’in beklediği gibi olmaz. Büyük hayal kırıklığı. İlk tepkisi ciğerinden bir “Ah!” olur. Sonra yeni eşine “Mübarek olsun!” der. Ve ekler: “Ya Rabbi! Meğer o kadar riyayı, o kadar hıyaneti öyle güzel bir vücut içinde setretmek de hikmetine tevakkuf edermiş!” Ve Dilrüba’yı talak-ı selase ile oracıkta boşar ve böylece Esat’la evlenmesinin yolunu açar. İçi içini yer, isyanını bastırmak üzere meyhaneye gider ve içmeye başlar.
“Daha dört gün evvel,” mırıldanır, “zihnimdeki hayaller canımdan aziz idi. Hayal yine o hayal. Birbirimize düşmen-i can olduk. İşretle mahvetmeye çalışıyorum. Mahvetmesem o beni kederle öldürecek. Bir türlü… bir türlü mahvetmek de kabil olamıyor. Sanki yüreğim kızgın demirlerle dağlanmış!”
Derken Akif meyhanede öldüğüne şahitlik eden kişi ile karşılaşır ve ölüm tehdidi ile konuşturur. Bir kez daha yıkılır. Yalancı şahitliği para karşılığında Dilrüba yaptırmıştır. Kararını verir.
“Ah! Ölmeli. Dilrüba gebermeli. Mutlak. Mutlak gebermeli!…”
Bir müddet uyur. O uyurken babası ve Şahin de meyhaneye gelir. Uyanır. Üç beş kelam, sonrasında yanlarından gemiye gitmek üzere ayrılır. Ancak o gemiye değil, Dilrüba’nın evine yollanır.
Zifaf odasına girer ve Dilrüba’yı bekler. Dilrüba Esat’la birlikte girer odaya. Elinde tabanca ile çıkar Akif karşılarına. Esat bıçağını çeker dikilir Akif’in karşısına. Akif Dilruba’ya ateş eder, Esat’ı vurur. Esat son gücüyle fırlar ve Akif’in kalbine bıçağını sokar. Dilrüba ise kayıtsız canını kurtarmanın derdi ile çırpınırken içeri Süleyman kaptan girer. Rabbinin “en büyük ihsanı”, hayatının “dünyaya en aziz yadigarı,” gönlünün “alemde en kuvvetli ümitgahı” oğlunu yerde cansız yatarken görür. Yerdeki bıçağı kapar ve Dilrüba’ya saplar. Mırıldanır:
“Vah biçare Akif!”, der. “Bu kadar alçak bir fahişe için hem sen katil oldun. Hem beni bu yaştan sonra katil ettin. Gaza yolunda, devlet hizmetinde sarf ettiğimiz emekler hebaya gitti. İki dünyamız birden harap oldu. Öyle mi?”
Susar. Bir müddet düşünür. Hayır. Öyle değil. Tekrar Akif’e seslenir:
“Sen hayatına kasteden bir adamı öldürdün. Mazursun. Ben iki delikanlıyı zehirlemiş, helak etmiş bir yılana rast geldim, ezdim, mahvettim. Ecir beklerim.”
* * *
“Femme fatale” figürü. Erkeği türlü oyunlarıyla yoldan çıkaran, yapılmaması gerekeni yaptıran, hatta en trajik durumlarda sonunu getiren kadın figürü. Namık Kemal’e has değil. Osmanlı/Türk edebiyatında da, gayrısında da örnekleri gani. Hatta sadece edebi değil, dini metinlerin de vazgeçilmezi. Hepsinin ortak noktası “femme fatale”in en etkin silahının kadınlığı olması. Hepsinin ortak noktası o kadınlık karşısında erkeğin acziyeti.
Her kadın “femme fatale” değil elbette. Ancak “femme fatale” olmak için gerekli imkanlara fıtraten sahip. Çağrışımı çok net: erkeği acze düşüren ve yapmaması gerekenleri yaptıran o kadınlığın bastırılmasının, örtülmesinin, gizlenmesinin gerekliliği. Ötesi de var. “Femme fatale” idealize bir tip. Ancak tersten. Kadınlara nasıl olmaları gerektiğinin değil, nasıl olmamaları gerektiğinin vaazı.
Kadının nasıl olması, nasıl olmaması gerektiği ise kadim soru. Dilrüba örneğinde modern kaygı aşikar. Vatanı, milleti, devleti için ölümü dahi göze alanlara (erkeklere) engel olmama, gözlerini arkada bırakmama…
Akif’in Sinop’a yola çıkmadan evvel kendi kendine mırıldandığı anlar tehlikenin resmi:
“Şu iftirak olmasa ne de memnun gideceğim! Düşman karşısına varılacak, mektepte on sene verdiğim emeklerin neticesi şimdi görülecek. Devletimin şanına, milletimin azametine, vatanımın ikbaline dair her gece yatakta kurduğum şanlı şanlı hayaller fiile çıkarsa şimdi çıkacak.”
Önünde milletin şanını göklere çıkarmak imkanı belirmiştir. Ancak o mahzundur. Zira Dilrübasından ayrılmak yüreğinde yara açıyordur.
“Meğer kızı ne kadar severmişim! Ah,” der, “niçin ruhsat vermezler ki biz de haremlerimizi yanımıza alalım?”
Neyse ki Akif sadık bir vatan evladıdır.
“Ne de münasebetsiz hülyalar!,” der ve devam eder: “Devletim öyle emretmiş, hizmetkârım. Fermanına memnuniyetle itaat ederim. Vatanımın menfaati onu iktiza etmiş. Osmanlıyım vatanım için Dilrüba’dan değil canımdan da ayrılırım.”
Bir şaşkınlık daha:
“Garip şey! Zihnime bir şaşkınlık geldi, âdeta saçma söylüyorum. Sanki indimde can Dilrüba’dan mukaddem midir? Hayır! Nizamımız pek âlâdır. Vatan için fedakârlık etmeyecek miyiz? O yolda sevdiğimden ayrılmalıyım ki adam olduğumu anlayabileyim. Yoksa can vermekten ne olur? Onu ben Dilrüba’nın yoluna da feda edebilirim.”
Ve kendi kendine mırıldanmasının sonu:
“Vakit geçiyor bu veda belasından hayırlısıyla bir kurtulsam da gemiye yanaşsam!”
Namık Kemal, Akif Bey, Anadolu Üniversitesi Yayınları, 2019.