[voiserPlayer]
Bu yazı kaleme alındığı sırada Türk televizyonlarında inanılmaz bir hareketlilik vardı. Birçok akademisyen, emekli asker ve sert mesajlar vererek gündeme gelmek isteyen siyasetçi Türkiye’nin Suriye politikasını tartışıyor, hararetli sloganlarla birbirlerini tasdik ediyorlardı. Yarın muhtemelen gazetelerde de benzer şeyleri okuyacağız. Geride bıraktığımız 17 senede olduğu gibi, aklı selim ve konuya vâkıf insanların sesi pek duyulmayacak ve tartışma toplumun iki kampa ayrılmasıyla devam edecek. Bir tarafta, ülkenin çıkarlarını düşündüğü için mevcut politikaya destek verenler diğer tarafta da barış kavramına sahip çıkan muhalifler olacak. Yani tartışma çıkarlar ve barış arasındaki karşıtlığa sıkışacak. Bu karşıtlık, ülkenin çıkarını düşünen hiç kimsenin iktidarın uyguladığı politikaya itiraz etmemesi gereken bir duruma işaret edecek. Bu politikaya itiraz edenler memleketin çıkarlarının hilafına hareket eden kimseler olarak ifşa edilecek ve barış kavramını savunan kampa dahil olmaya zorlanacak. Günün sonunda, iktidar tarafından uygulanan politika gerçeklere uygun ve çıkarlarımıza hizmet eden tek politika olarak sahnede kalacak. Bu politikaya muhalif olmak, hayalci, romantik ve bekamızı tehlikeye atan, ciddiye alınmaması gereken bir tutum olarak kabul edilecek. Üstelik barışı savunmak, Türkiye’nin düşmanlarına saldırmamasını gerektirdiği için mevcut politikaya eleştiri getirenlerin ihanet-i vataniye içinde oldukları öne sürülecek.
AKP’nin iktidar hikayesi hep bu matematik üzerinden ilerledi. Ergenekon ve Balyoz süreçlerinde, bu davaların hukuk standardına uymadığını iddia edenler ‘darbeci’ olarak kategorize edildi. Çözüm sürecinin işleyiş mekanizmasına ve şeffaflıktan uzak yürütülmesine itiraz edenler “kana susamış vampir” sıfatıyla ile anıldı. PKK’ya karşı mücadele stratejisini eleştirenler ise ‘terör destekçisi’ olarak afişe edildi. Nihayetinde AKP’nin benimsediği politikaları ve bu politikaları uygulama yöntemi hiçbir zaman kamusal bir tartışmada teknik boyutlarıyla gündeme gelmedi. Hükümet politikasına muhalefet etmek her zaman ahlaken lanetlendi ve teknik bir itiraz geliştirmek mümkün olmadı. Mesela başkanlık referandumu öncesi, bu sisteme itiraz eden ciddi siyaset bilimciler kamusal tartışmada kendisine yer bulamadı ve başkanlık sistemine şerh düşenler ülkenin gelişmesini istemeyen hainler olarak yaftalandı.
Benzer bir süreç, şu sıralar gündemde olan Suriye’nin Kuzey’ine yönelik askeri operasyon tartışmalarında da yaşanacak. Kriminalize edilmekten imtina eden siyasetçiler, akademisyenler ve entelektüeller muhtemelen sessizliğe bürünecekler. Bu yazının amacı aklı selim içinde bir değerlendirme yapmak, bu noktaya nasıl gelindiğini özetlemek, mevcut politikanın yarattığı risk ve fırsatları tartışmak ve bir çözüm önerisinde bulunmaktır. Bu görüşler elbette eleştirilere açıktır. Ancak bu satırların yazarının asıl amacı Suriye meselesinin hamasete boğulmaması ve olabildiğince teknik bir tartışmanın konusu olarak kalması için bir katkı sunmaktır.
Bu Noktaya Nasıl Geldik?
Sekiz senedir devam eden Suriye iç savaşı sonucunda, 2019 senesi itibariyle karşı olduğumuz tabloyu şu şekilde özetleyebiliriz;
- Türkiye, Şam yönetimi ile doğrudan temas kurmayı reddetmektedir.
- Türkiye, Rusya ve İran ile kurduğu diplomatik mekanizmanın sonucu olarak Esad yönetimini devirme politikasından vazgeçmiştir.
- Türkiye, bahsi geçen diplomatik mekanizmanın sonucunda Afrin ve İdlib bölgesinde askeri olarak varlık göstermekte, bunun karşılığında bu bölgelerdeki cihatçı muhalefetin kontrol altında tutulması misyonunu yürütmektedir.
- Türkiye, Fırat’ın doğusundaki SDG (Suriye Demokratik Güçleri) varlığını bir ulusal güvenlik tehdidi olarak algılamakta ve SDG ile arasında 30 km derinliğinde bir güvenli bölge kurmak istemektedir. Bu bölgede ABD güçlerinin olması ve IŞİD’e karşı mücadelede SDG ile birlikte hareket etmesi, Türk-Amerikan ilişkilerini gerginleştirmektedir.
Özetlemek gerekirse, Türkiye’nin, özellikle 7 Haziran sonrasında başlayan ve Davutoğlu’nun istifasıyla tamamına eren Suriye politikasının dönüşümü, bölgedeki Kürt varlığını bir güvenlik tehdidi olarak algılamak üzerine kuruldu. Dolayısıyla Türkiye, SDG kontrolündeki bölgeleri kontrol etme ve SDG’yi sınırından uzaklaştırma politikası benimsendi. Bu politikanın gerçekleşmesi ise Kuzey Batı Suriye’de Rusya’nın, Kuzey Doğu Suriye’de ise ABD’nin icazetine bağlıydı. 2018 yılındaki Afrin operasyonunun gerçekleşmesi, Türkiye ile Rusya arasındaki ilişkilerin alışılmışın dışında bir samimiyet içerisine girmesini de beraberinde getirdi. Bu süreçte Türkiye, Rusya’nın hava sahasını açmasının da yardımıyla, Afrin’de kontrolü sağladı ve silahlı Kürt grupların bölgeyi tahliye etmesini sağladı. Buna karşılık, iki ülke arasında ABD ve diğer NATO ülkelerinin tepkisini çeken S-400 anlaşması imzalandı, Türkiye İdlib’teki cihatçılar ile Şam yönetimi arasındaki ateşkesin kefili olmayı kabul etti ve enerji alanında Rusya, nükleer enerji santrali ihalesi de dahil olmak üzere, birçok anlaşma koparmayı başardı.
Türkiye ve Rusya arasında ortaya çıkan yakın ilişkiler ise Türkiye ile ABD arasındaki ilişkileri oldukça zayıflattı. S-400 alımı, ABD’nin yaptırım uygulama ihtimalini beraberinde getirdi. Buna ilaveten Türkiye’nin F-35 uçak programındaki pozisyonu askıya alındı. Türkiye’nin Menbiç’i kontrol etme ve Fırat’ın Doğu’sunda bir güvenli bölge talebi de iki ülke ilişkilerini gerginleştirdi. Zira Kürtler, ABD için IŞİD ile mücadelede önemli bir ortak konumuna yükseldi ve Türkiye’nin olası müdahalesinin bu mücadeleye zarar vereceğini savundu. Dolayısıyla, Türkiye’nin Fırat’ın Doğu’suna yapmayı planladığı operasyon sadece Kürtler ile değil aynı zamanda ABD ile de çatışma riskini içerir hale geldi.
Uzun süredir, Türkiye ile ABD arasında tek taraflı bir operasyonun ve istenmeyen, dramatik sonuçları olabilecek bir çatışmanın olmaması için müzakereler devam ediyordu. Türk hükümeti birçok defa kararlılığını vurguladı ve ABD’nin sınırlı bir operasyon sonucu kurulacak olan güvenli bölgeye izin vermesini talep etti. Muhtemelen, Türkiye’nin beklentisi, ABD’nin Rusya gibi davranması hatta SDG’yi de ikna ederek güvenli bölgenin dışına çıkartmasıydı. Böylece operasyonun maliyeti azalacaktı. Mamafih bu beklenti uzun süre askıda kaldı. Pazar gecesi ise ani bir tweet ile bütün hikaye değişti. Trump, Türkiye’nin bölgeye gireceğini ve sayıları 60 bini bulan IŞİD’li mahkumun da sorumluluğunu üstleneceğini yazdı. Hatta ertesi gün pozisyonunu daha da netleştirdi ve ABD’nin bölgeden topyekûn çekileceğini söyledi. Bu teklifin, Türk hükümeti için fazlasıyla cömert olduğunu, fakat bir o kadar da sorumluluk talep ettiğini söylemek zorundayız. Trump, olası bir savaş durumunda Kürtlerin mağlup olacağını beklediğini ilan etmiş oldu. Bu durumun IŞİD ile mücadelede yaratacağı zafiyetin ise farkında olduğunun ve bu görevi de Türkiye’ye havale etmek istediğinin altını çizdi.
Riskler ve Fırsatlar
Trump’ın kararının, uzun süredir arzulanan askeri operasyon için kapıyı araladığı muhakkak. Türkiye’nin beklentisi gerçekleşti. Türkiye, kendi sınırında bir güvenli bölge kurabilir ve Kürt sorunu eksenli güvenlik huzursuzluğunu sakinleştirebilir. Ancak bunu başarırken şu meydan okumalara muhatap olabilir:
- Türkiye, Kürtler ile yoğunluğu yüksek bir savaş arzu etmiyor, bu meseleyi ABD’nin hakemliği ile maliyetsiz bir şekilde çözmek istiyordu. Trump’ın bölgeden tamamen çekilme planı sonrası Türkiye ile SDG arasında yoğun çatışmaların yaşanma ihtimali oldukça yüksek.
- Türkiye’nin, operasyon izni karşılığında yerine getirmesi gereken çok önemli bir sorumluluğu var. SDG’nin elinde tuttuğu IŞİD mensubu mahkumları da kontrol altında tutması gerekiyor. Bu gardiyanlık görevi, Türkiye’nin Avrupa güvenliği açısından önemini arttırabilir ancak herhangi bir başarısızlık durumunda bütün bölgenin istikrarsızlığından dolayı sorumlu tutulan aktör durumuna da düşebilir.
- Trump’ın kararı sonrası, ABD iç politikası karıştı ve Türkiye aleyhtarı bir hava yükseldi. Bu durum, SDG’nin ABD dış politikası açısından Türkiye’den daha değerli olduğu bir noktaya doğru ilerleyebilir. Eğer Kongre de ağırlıklı olarak bu görüşü benimser ise ve olası operasyon durumunda Türkiye’ye karşı bir tavır alırsa SDG rüyasında bile göremediği bir meşruluk zeminine kavuşabilir. Aynı zamanda Türk-Amerikan ilişkileri derin bir kriz yaşayabilir. Şu anda, Türkiye’nin ABD ile kurduğu ilişkilerinde muhatap aldığı tek aktörün Trump olduğu anlaşılıyor. ABD kurumlarını bypass ederek doğrudan Trump ile ilişki kurmanın faturasını, ABD kurumları Türkiye’ye kesebilir. Özellikle ‘impeachment’, yani görevden alınma stresi yaşayan Trump, kendi kredisini Türkiye için tüketmek istemeyebilir ve kurumların ritmine ayak uydurmayı seçebilir. Öte yandan impeachment durumunda, Türkiye’nin ABD kurumlarıyla yeniden bir ilişki kurma süreci başlatması gerekebilir. Bu süreç ise beklendiği kadar yumuşak gerçekleşmeyebilir.
- ABD’nin bölgeden topyekûn çekilmesi gerçekleşirse, SDG diplomatik bir hamle yapabilir ve Şam ile yeniden masaya oturmak isteyebilir. Zaten Moskova ve Şam’ın ilk günden bu yana önceliği Esad hükümetinin egemenlik sahası üzerinde hakimiyetini tam olarak sağlamasıydı. ABD tarafından terkedilen Kürtler, Türkiye ile savaşmaktansa Esad ile anlaşmayı tercih edebilirler. Bu durum aynı zamanda Suriye’nin batısını, yani İdlib ve Afrin bölgesini de etkileyebilir. Türkiye’nin Suriye’deki askeri varlığı büyük bir risk altına girebilir.
- Halihazırda 4 milyona yakın sığınmacıya ev sahipliği yapan Türkiye, yeni bir göç dalgası ile karşılaşabilir. Özellikle İdlib ve Afrin bölgesindeki varlığının sorgulanması halinde bu ihtimal daha da kuvvetlenecektir. Zira, Putin İdlib’teki gidişattan memnun olmadığını, Türkiye’nin görevini layıkıyla yerine getiremediğini ve İdlib’i cihatçılardan temizlemek için bir askeri operasyon yapmaya istekli olduğunu her fırsatta dile getiriyor. Bu operasyon gerçekleşirse, Türkiye yeni bir mülteci dalgasıyla karşılaşabilir.
- ABD’nin bölgeden çekilmesi ile birlikte, Türkiye’nin Rusya ve ABD arasında oynadığı oyun da nihayet bulacaktır. Diğer bir ifadeyle, Türkiye Rusya’ya karşı elindeki pazarlık kartlarından en önemlisini kaybedecektir. Türkiye ile ABD arasında Fırat’ın doğusunda yaşanabilecek bir çatışma ihtimali Türk-Rus ilişkisini diri ve simetrik tutuyordu. Şimdi, ABD’nin olmadığı bir sahnede, Türkiye ve Rusya arasındaki ikili ilişkiler daha da asimetrik bir boyuta ulaşabilir.
- Hepsinden önemlisi Türk ekonomisi. Hali hazırda Halkbank davası ve CAATSA yaptırımları gibi risklerin de muhatabı olan ekonomi, yoğunluğu yüksek bir savaşı finanse etmek zorunda kalacak. Hali hazırda zor günler geçiren merkezi bütçenin üzerine daha fazla yükün binmesi anlamına gelecektir. Savaşın finansmanı muhtemelen vatandaşların sırtındaki vergi yükünün artması ile mümkün olacaktır. Bu da yaklaşık bir senedir yaşanan ekonomik krizin daha da derinleşmesine ve halktaki huzursuzluğun artmasına sebep olabilir.
Başka Türlüsü Mümkün müydü?
Başka türlüsü mümkündü. Suriye iç savaşı başladığı günden bu yana AKP hükümetinin verdiği reaksiyonlar bizi bu noktaya getirdi. Başka bir yönetim, Arap Baharı’nın başladığı günlerde muhtemelen soğukkanlılığını korumayı başarır, devrilen Arap diktatörlerinden sonra kurulan düzeni emperyal bir projeye dönüştürmek için bir strateji geliştirmez ve daha ihtiyatlı davranırdı. Yine benzer şekilde, Suriye’de bir rejim değişikliği hedefine odaklanmaz ve bu hedefi gerçekleştirmek için ABD’nin bölgeye bizzat müdahale etmesine, askeri bir operasyon ile Esad yönetimini devirmesine bel bağlamazdı. AKP hükümeti bunları yaptı. Bu politika uygulanırken hükümet, daha sonra terörist olarak ilan edeceği PYD ile birlikte Suriye içinde Şah Fırat Operasyonu’nu düzenledi ve PKK ile müzakere masasına oturdu. Hatta bugün Fırat’ın Doğu’sunda Kürtlerin kontrolünde bulunan bölgelerin ele geçirilmesi için askeri destek sundu.
AKP hükümeti bununla da yetinmedi, 7 Haziran 2015 seçimlerini kaybettikten sonra aşama aşama bir politika değişikliğine gitti. Bu değişiklik hem iç politikada hem de dış politikada önemli kırılmalar yarattı. Önce meşru muhatap olarak kabul ettiği PKK’yı daha sonra da Suriye Kürtleri’ni güvenlik sorunu olarak tanımlamaya başladı. Bununla da yetinmedi, AKP’nin Kürt sorununa yaklaşımına muhalefet eden bütün grupları ülkenin bekasını tehdit eden aktörler olarak tanımladı ve bu şekilde her türlü denge ve denetleme mekanizmasından muaf bir iktidar tahkim etti. İç politikada değişen ihtiyaçlarına göre güvenlik paradigmasını yeniden belirlemek Suriye politikasını da kaçınılmaz olarak etkiledi. Tam bir U dönüşü yaparak Rusya ve İran ile bir diyalog mekanizması kurdu. Bu sayede Afrin Operasyonu’nu yapabildi ancak mekanizmanın devam edebilmesi için Türkiye’yi birçok bedel ödemeye mahkum etti. S-400 anlaşması Türkiye’nin NATO ve ABD ile ilişkilerini sorunlu hale getirdi. Cihatçı muhalefete göz kulak olma vazifesini üstlenerek büyük bir risk almış oldu ve kendisini bu grupların siyasi ajandasına bağlı kıldı. Başka bir hükümet muhtemelen bu şekilde ani dönüşler yapmaz ve dış politikayı esnaf pragmatizmiyle okumayı reddederdi.
Bu karmaşık süreci idare edebilmek için ise oldukça riskli işlerin içerisine girdi hükümet. ABD vatandaşı Pastör Andrew Brunson’ın casusluk iddiası ile tutuklanması, Tepki olarak Trump’ın attığı tweetlerin ekonomik bir krizi tetiklemesi ve hemen ardından Brunson’ın apar topar serbest bırakılması, diplomasinin yürütülme şekli ve Türkiye’nin devlet ciddiyeti hakkında yeni bir anlayışın gelişmesine sebep oldu. Kendi iç hukukunu diplomatik ve ekonomik pazarlıklar yapmak için ihlal eden bir ülke görüntüsü iyice yerleşti. Bunun en bariz örneği, Trump’ın 7 Ekim 2019 günü attığı tweet ve Türkiye’ye karşı kullandığı saygısız dil oldu. Trump daha önce benzer bir dili kullanarak amacına ulaşmış olmanın rahatlığını taşıyordu. Başka bir yönetim muhtemelen Türkiye’yi bu duruma düşürmezdi.
Bir Savaşın Eşiğinde
Hamaset dolu yazılar, beyanatlar okuyoruz. Sosyal medya birbirini vatan haini ilan eden insanlarla dolu. Milliyetçilik ve militarizm yeniden kanatlanmak üzere. En ihtiyacımız olmayan şey de bu. Bir savaşın eşiğindeyiz ve aklı selim ile davranan insanlara ihtiyacımız var. Bu aklı selim, mevcut tartışmanın ancak duygusallıktan ve hamasetten arınmış teknik bir eksende ilerlemesiyle mümkün olabilir. Trump’ın Türkiye’ye ihtiyaç duyduğundan fazlasını vermiş olması üzerinde durup düşünülmesi gereken bir konu. ABD’nin bölgeden topyekûn çekilmesi durumunda, Suriye’li Kürtlerin Şam ve Moskova ile anlaşmaya varabileceği ve Türkiye’nin işgalci durumuna düşebileceği hesaplanmak zorunda. Bu olmazsa Kürtlerin Türkiye ile yoğun bir savaşa tutuşabileceği ve ellerindeki IŞİD’li esirleri serbest bırakabilecekleri, Suriye’nin tekrar kan gölüne dönebileceği ihmal edilmemeli. Bu durumun Türkiye’nin ekonomik durumunu, sosyal uyumunu ve siyasi atmosferini oldukça olumsuz etkileyebileceği mutlaka hesap edilmeli. Hamaset bu sorunların hiçbir tanesine cevap vermiyor, şimdiye kadar vermediği gibi. Bunun için, seneler içinde kar topu gibi yuvarlana yuvarlana büyüyen krize bir son vermek için, askeri bir operasyondan çok aklı selim içinde bütün siyasi ve toplumsal aktörlerin katılımıyla açık ve teknik bir kamusal tartışmaya geri dönmek, karar verme süreçlerini şeffaflaştırmak zorundayız. Bu yapılmadıkça, bırakın potansiyel kayıpları, kazanılan zaferlerin bile bir maliyeti olduğunu, bu maliyeti de eninde sonunda bu ülkenin vatandaşlarının ödeyeceğini idrak etmeden maceradan maceraya atılmaya devam eden bir hariciye pratiğiyle yaşamaya devam edeceğiz.