Türkiye’nin İklim Politikaları, Ekonomisi ve Enerji Krizi: Siyasi Partiler Perspektifi, DEVA Partisi
İklim politikaları son yıllarda görünürlüğünü artırsa da aslında geçmişi çok daha eskilere dayanıyor. İlk olarak 1972’de Stockholm’de çevresel felaketleri önlemek için tartışılmaya başlandı. Daha sonra ise Birleşmiş Milletler Çevre Programı, Viyana Sözleşmesi ve Kyoto Protokolü ile süreç küreselleşti ve ulusal politikaların gündemine girmeye başladı.
İklim krizi, küresel olarak mücadele edilmesi gereken, münferit aktörlerin çaba ve kapasitesinin ötesinde bir sorun. Bu bağlamda, her ne kadar tekil olarak ulus devletler katkı beyanlarını dile getirmek ve hatta uygulamak zorunda olsa da uluslararası iş birliği oldukça önemli.
Türkiye ise Akdeniz Havzası’nda bulunan ve iklim kırılganlığı oldukça yüksek olan bir ülke. Bu sebeple, iklim krizine karşı hem ulusal hem de uluslararası pozisyonunu kuvvetlendirmeli ve sürece katkılar sunmalıdır. Zira, şiddetle etkisini artıran doğa olayları ilerleyen yıllarda hasarı tazmin edilemeyecek bir noktaya gelecek. Peki bu şartlara Türkiye’nin siyasi partileri hazır mı? Parti programları, beyanları ve politikaları iklim politikalarını ne miktarda içeriyor? Bu sorulara cevap bulmak için siyasi partilerin ilgili genel başkan yardımcıları ile mülakatlar gerçekleştirdik. Zira, iklim politikaları gündelik siyasi kaygıların gölgesinde kalıyor, öneminin aksine ilgiden uzak bir yerde duruyor. Bu seride Türkiye’deki siyasi partilerin iklim politikalarını öğrenecek, konu hakkında kapsamlı bir bilgiye sahip olacaksınız.
İlk olarak, Demokrasi ve Atılım Partisi Doğa Hakları ve Çevre Politikaları Başkanı Evrim Rızvanoğlu bizlerle görüşlerini paylaştı.
1) Avrupa Birliği, “Sürdürülebilir Avrupa Yatırım Planı’na” göre, iklim krizine yönelik aldığı önlemler kapsamında 2050 yılına kadar 175 ila 290 milyar Euro arasında yıllık yatırım planı oluşturdu. Benzer şekilde birçok çok uluslu şirketin yeşil yatırımlara büyük krediler açması bekleniyor. Türkiye’de yeşil ekonomiyle sürdürülebilirlik temelinde entegrasyon beklenen hızda gerçekleşmezse bu durum gelecek yıllarda yeşil yatırımları ne şekilde etkileyecektir?
Ekonomik kalkınma ve refah artışı temelde çağdaş üretim tekniklerine ve teknolojilere yatırım yapılarak sağlanabiliyor. Bunun için de elbette finansal kaynağa ihtiyaç bulunuyor ve Türkiye bu finansal kaynağa olan erişimde maalesef dışa bağımlı bir ülkedir. Dolayısıyla göreceli olarak daha zengin olan ülkelerden sağlanacak yatırımlara çok ihtiyacımız var. Sürdürülebilir teknolojilere yapılacak yatırımlar yanlış politikalardan dolayı eksik kalırsa ekonomik kalkınma ve büyüme açısından Türkiye büyük bir fırsat kaybeder.
Yatırımların hem portföy yatırımları olarak daha hızlı bir şekilde hem de doğrudan yatırımlar ile daha uzun vadeli yatırımlar olarak gelmesi çok önemli. Ancak bunun için öncelikle iktidarın ekonomi politikalarının güven sağlaması gerekiyor. Bunun da mevcut hükümetle mümkün olmadığı, yeni başkanlık sisteminde uygulanan hatalı politikaların sonucunda artan enflasyon, işsizlik, gelir eşitsizliği ve yoksulluk rakamları, yüksek cari açık ve düşen doğrudan yatırımlar ile kanıtlanmış oldu.
Üzerinde ısrarla durmamız gereken konu şu ki refah düzeyi son teknolojilerin (bugün yeşil ve dijital teknolojiler) geliştiği alanlara yönelik tasarlanan politikalarla arttırılabilir. Ekonomi yönetimi güven ortamını oluşturarak ülkenin teknolojik ve sanayi altyapısını geliştirmeli, bunun için de liyakatli kadroların tutarlı, bilime dayanan ve şeffaf politikaları uygulaması gerekiyor. İhtiyacımız olan teknolojiyi kullanıp üretecek olan yerli ve yabancı yatırımcılar, ancak bu sayede öngörülebilir bir yatırım ortamı yaratılarak teşvik edilebilir.
Ekonomiler yeşil dönüşüm gibi yapısal dönüşümlere girdikçe bu yeni teknolojilere olan talep sürekli olarak artmaktadır. Eğer bugünden yarının geleceğini inşa edecek olan teknolojilere yatırım yapamazsak ve dışarıdan gelecek yatırımlar için uygun koşulları yaratamasak, dünyadaki gelişmelere entegre olamayız, rekabetin arttığı küresel ekonomide Türkiye yerini alamaz ve gelişmiş ülkelerle arasındaki refah farkı daha da açılır.
2) Türkiye’nin toplam ihracatında ilk sırada bulunan AB, %41,3 gibi önemli bir yüzdeye sahip. Yeşil Mutabakat kapsamında AB, sürdürülebilir ve döngüsel ekonomi kodlarıyla karbon ayak izine sahip olan ürünleri birlik sınırlarına yüksek vergilendirmeye tabi tutarak sokmayacak. Türkiye 2030 yılına kadar sınırda karbon düzenleme mekanizması, regülasyonlar ve endüstriyel dönüşüm anlamında nasıl bir politika planlaması oluşturmalıdır?
Öncelikli mesele salımlara dair verimlerin doğru ve eksiksiz şekilde toplanıp hesaplanmasıdır. Dahası, bu verilerin şeffaf bir şekilde erişilebilir olması da gerekmektedir. Salımların doğru raporlanmaması hem kamu otoritelerini yanıltmaktan dolayı suç teşkil edecektir hem de haksız rekabete sebep olacaktır. Daha da kötüsü AB ve hatta diğer ülkeler ticari yaptırımlar uygulayabilir. Gelişmekte olan ülkeler arasında bir ilk olan Ürdün’ün de yaptığı gibi raporlama sisteminin doğru yapılabilmesi için dijital altyapı sistemleri kurulabilir.
Bir diğer konu ise Türkiye’nin kendi Emisyon Ticaret Sistemi’ni (ETS) kurması ve bunun AB’ye entegre edilmesidir. Bu çok önemli bir nokta çünkü SKDM aslında ETS’deki karbon fiyatını baz alarak uygulanacak. Biz de çevre politikaları ile ilgili hazırladığımız eylem planımızda karbon fiyatlamasına dair uygulamaları hayata geçireceğimizi kamuoyu ile paylaşmıştık. Başta ETS olmak üzere karbon fiyatlama sistemleri genellikle mevcut en etkili politika olarak kabul ediliyor. ETS, karbon fiyatı ve ödemelerine dair belirsizlikleri, dolayısıyla ticari faaliyetlerde meydana gelebilecek aksaklıkları ortadan kaldıracaktır. Öte yandan salımların azaltılması ve teknoloji-inovasyon yatırımlarını da teşvik edici bir unsur olacaktır.
Bu süreçte KOBİ’lerin durumu oldukça kritiktir. Hem KOBİ’lerin karşılaşacağı maliyetlerin azaltılmasına yönelik adımlar atılması, destekler oluşturulması gerekmekte, hem de KOBİ’ler ile büyük şirketler arasında rekabeti bozabilecek durumların tespit edilerek önüne geçilmesi gerekmektedir. Büyük şirketlerin haliyle geçmiş tecrübeleri daha fazla, networkleri daha geniş ve gelir kalemleri daha büyük olduğundan dolayı Sınırda Karbon Düzenleme Mekanizması’ndan (SKDM) kaynaklanacak olan sertifikasyon işlemleri gibi çeşitli maliyetleri daha kolay ödeyebilecekler. Bununla birlikte teknolojiye ve teknoloji adaptasyonu için finansman kaynaklarına erişimleri de daha kolay olmaktadır. KOBİ’lere yeşil teknolojileri kullanmaları için özel krediler, vergi indirimleri sağlanabilir, uluslararası finansmana erişimleri desteklenebilir. İşgücü piyasasında çalışanlara yeni teknolojilerin kullanımı için eğitimler verilebilir.
Son olarak SKDM ile Gümrük Birliği Anlaşması da çağdaşlaştırılabilir. Son yıllarda AB ile ikili ilişkiler oldukça kötü idi ve yeniden güvenin tesis edilmesi ve iş birliklerinin sağlanması için SKDM gibi Yeşil Mutabakat sürecinin birçok uygulaması önemli bir fırsattır.
Sizin de belirttiğiniz gibi AB’nin Türkiye için en önemli ticari partneri olduğu gerçeğini göz önünde bulundurduğumuzda, SKDM’nin önemini ve aciliyetini görmezden gelemeyiz. AB Komisyonu, SKDM’nin adil olup ticari anlaşmazlıklara sebebiyet vermemesi için 2026’dan itibaren kademeli olarak Emisyon Ticaret Sistemi (ETS)’ne dahil olan sektörlerin ücretsiz salım izinlerini (free allowances) ortadan kaldırmayı, böylece 2026’dan sonra karbon sınır vergisinin mali bir yaptırımı olmasını planlıyordu. Yeni düzenleme ile bu tarih 2027 başına ertelendi. Bu bağlamda, daha önce geçiş dönemi olarak takvimlenmiş 2023’ün başından ücretsiz izinlerin kaldırılacağı 2027 başına kadar bir raporlama süreci olacak ve bu süreçte ihracatçılarımız finansal bir yaptırım ile karşılaşmayacaklar. Ancak sonrasında başlangıçta çimento, alüminyum, gübre, elektrik ve demir-çelik sektörlerinden kaynaklanan salımlardan dolayı karbon sınır vergisi ödemeye başlayacaklardır. Dolayısıyla demin önerdiğimiz aksiyonların ivedi bir şekilde alınması gerekmektedir.
3) Birleşmiş̧ Milletler Mülteci Örgütü’nün (UNHCR) istatistiklerine göre 2010 yılından bu yana iklim değişikliği sebebiyle 21,5 milyon insan halihazırda yurtlarını terk etmek zorunda kaldı. Bu trendin hızlanarak artacağı ve 2050 yılına kadar en az 1,2 milyar insanın iklim göçü yapabileceği tahmin ediliyor. İklim değişiklikleri ve bölgesel krizlerden dolayı yaşanan göç dalgaları temelinde Türkiye’nin şartlarına uygun ne tür sürdürülebilir ekonomik modellemelerin izlenmesi ülkemiz için uygundur? Partinizin buna yönelik bir çalışması var mı?
Literatürde henüz tanımı üzerine bir uzlaşı oluşmamış olmasına rağmen iklim göçü, genellikle iklim değişikliğinin sebep olduğu kuraklık, seller vs. gibi aşırı iklim olayları nedeniyle toplulukların başka coğrafi bölgelere göç etmesi için kullanılan bir terminolojidir. İklim göçü elbette hem ulusal ölçekte olabilmekte, yani aynı ülke içinde farklı coğrafyalar arasında toplulukların yer değiştirmesi şeklinde, hem de ülkeler arası göçler ile görülebilmektedir.
Özellikle Güneydoğu Anadolu, Orta Anadolu ve Ege-Akdeniz gibi kıyı bölgelerimizde çok ciddi kuraklıklar, su fakirliği gibi iklim koşullarında önemli değişiklikler olması bekleniyor. Bu elbette tarım ve hayvancılığı ciddi ölçüde etkileyecek ve bölge halkını göçe zorlaması muhtemel bir durumdur. Bunun yanı sıra örneğin Karadeniz’de sel felaketlerinin sıklığı ve yoğunluğu arttıkça bölge halkı diğer bölgelere göç etmeye başlayabilir. Bununla birlikte yapılan bazı çalışmalar özellikle Afrika kıtasından Türkiye’ye iklim değişikliği ile ilgili ilerleyen dönemlerde bir göç dalgası gerçekleşebileceğini gösteriyor.
Ülkemizde her bölgenin iklim değişikliği kaynaklı sorunları ve ekonomik yapısı farklıdır. Bölgesel olarak sorunların detaylıca incelenip tespit edilmesi, her bölgeye uygun hususi uyum politikaları geliştirilmesi çok önemlidir.
Türkiye’de şehirleşme geçmişte düzgün yönetilemediği gibi bugün ise tamamen ranta dayalı bir şehirleşme ile karşı karşıyayız. Özellikle büyükşehirlerimiz düzensiz ve aşırı nüfus yoğunluğuna sahip, bu da uyum politikalarının uygulanmasını zorlaştırıyor. Büyük kentlerimizde yaşamak oldukça zor ve kentlerin yapısını değiştirmek zaman alan süreçler, planlı ve sistematik çalışma gerektiriyor. Bununla birlikte hükümetin izlediği hatalı politikalar sonucu son dönemde yaşanan düzensiz göçler ve mülteciler de şehirlerin yapısını oldukça değiştirdi, gettolaşmayı arttırdı. Partimiz, çevre ve iklim değişikliği alanında olduğu gibi hem şehirlerle ilgili hem de sığınmacı ve düzensiz göç ile ilgili hazırladığı politikaları ve eylem planlarını kamuoyu ile paylaştı.
Son olarak belirtmek gerekir ki iklim diplomasisi, iklim değişikliği ile mücadelede çok kritik bir rol oynamaktadır çünkü iklim değişikliği küresel bir felakettir ve uluslararası iş birlikleri çok büyük önem arz etmektedir. İklim göçü de aynı şekilde uluslararası bir meseledir. AB, Türkiye’nin en önemli ekonomik, siyasi ve kültürel partneri, aynı zamanda komşusudur, önemli tarihsel ilişkilerimiz mevcuttur. Dolayısıyla iklim göçü de aslında iş birliği yapılması gereken bir diğer önemli bir başlıktır.
4) Ortak normların oluşması, kurumlar arası istikrarlı ve verimli bir ilişki biçiminde önemlidir. Yeşil Mutabakat’ın da AB’nin ajandasındaki herhangi bir gündemin ötesinde yeni bir norm olarak ortaya çıktığı görülmektedir. Türkiye’nin iklim diplomasisinde özellikle AB ile ilişkilerin nasıl bir konumu olabilir?
İklim diplomasisinde genellikle ön plana çıkan konu finansman olmaktadır. Bunun sebebi gelişmekte olan ve gelişmemiş ülkelerin salımları düşürmesine izin verecek politikaların uygulanabilmesi ve teknolojilerin kullanılması için bu ülkelerin dış finansman kaynaklarına ihtiyacı olmasıdır.
Finansman ile birlikte Yeşil Mutabakat sürecinde iklim diplomasisine konu olan bir diğer konu ise ticarettir. Türkiye’nin gündeminde yer alan ve ticarette endişe yaratan esas faktör Sınırda Karbon Düzenleme Mekanizması olsa da Yeşil Mutabakat sürecinde birçok alanda uygulanan politikalar ile birlikte AB, kendi üreticilerine uyguladığı politikalarını eşdeğer bir şekilde ticari partnerlerinden de talep ediyor. Tek kullanımlık plastikler ve tarımda pestisit kullanımı bunlara örnek verilebilir. Yeşil Mutabakat aynı zamanda Türkiye’nin AB ile ilişkilerini iyileştirme açısından da önemli bir fırsattır.
İklim diplomasisine gün geçtikçe daha fazla konu olan bir diğer alan da teknoloji transferleridir. Teknoloji transferleri yeşil dönüşüm için hayati öneme sahiptir ve gelişmekte olan ülkelerin inovasyon kapasiteleri sınırlı düzeydedir.
Şu bir gerçek ki AB’nin Yeşil Mutabakat girişimi dünyada birçok alanda Brüksel Efekti yaratacaktır. Bir diğer deyişle, büyük ve güçlü bir pazar olduğu için bütün dünyada zorlayıcı etkisi ile AB’nin yeşil dönüşüm sürecinde hayata geçireceği politikalar AB sınırlarını aşarak küresel bir nitelik kazanacak, birçok ülkede AB’nin politikalarına uyum gerçekleşecektir.
5) Birçok ülke enerji üretim ve tedariklerinin yenilenebilir kaynaklara geçişinde farklı planlamalar üzerinde duruyorlar. Türkiye’de elektrik üretimi başarılı denebilecek şekilde %16’sını yenilebilir enerjilerden karşılamaya başladı. Türkiye enerji bağımlılığı ve tedarik kaynaklarının çeşitlendirilmesi açısından diğer tedarikçi ülkelerle geçiş aşamasında nasıl bir yol izlemelidir?
Ülkemiz toplam kurulu gücü 101.8 GW’ın yaklaşık %52’si hidroelektrik santrallerle beraber yenilenebilir kaynaklara dayalı santrallerden oluşmaktadır. Yenilenebilir enerjinin elektrik üretimi içerisindeki payı da, yine HES’ler dahil olmak üzere, yaklaşık %30 civarındadır. 2007 yılından bu yana ülkemiz yenilenebilir enerji kurulumlarında gayet başarılı bir ilerleme kaydetmiş, fakat son birkaç yıldır Bakanlık ve düzenleyici kurumun yol haritası çizmeyip bir perspektif oluşturamaması sebebiyle yakalanan bu ivme sekteye uğramıştır. Bu da önümüzdeki dönemde rüzgar ve güneş enerjisine dayalı elektrik üretim santrallerinin kurulumlarında azalma olacağını göstermektedir. Gerek kaynak bağımlılığı, özellikle doğalgazda ve gelecekte zenginleştirilmiş uranyumda Rusya’ya olan bağımlılığımızın, gerekse de elektrik üretim maliyetlerinin düşürülmesi için mutlaka yeni yenilenebilir enerji yatırımları yapmamız, elektrik üretiminde yenilenebilir kaynaklara daha çok yer vermemiz gerekiyor. Öte yandan Paris İklim Anlaşması’nın TBMM’de onaylanmasını takiben yakın zamanda net sıfır emisyon hedeflerimizin belirlenmesi beklenmektedir. Ülkemizin 2050 yılı hedeflerine ulaşabilmesinin en önemli yolu elektrik üretiminde fosil kaynaklara dayalı, en başta da kömürün yer aldığı, termik santrallerin elektrik üretimi içerisindeki payının azaltılmasına bağlıdır. Bu sebeple de yenilenebilir enerji santralleri yatırımlarının hız kesmeden devam etmesi gerekmektedir. Büyük ölçekli rüzgâr ve güneş santrallerinin planlaması, izin süreçleri ve yatırım süreleri dikkate alındığında bir an önce yol haritamızın belirlenmesi ve yatırımcılara bir perspektif sunulmasına ihtiyaç bulunmaktadır.
6) Taksonomi, iklim değişikliği karşısında dirençli ve sürdürülebilir ekonomik faaliyetlerin bir listesinin oluşturulması ve yatırımlarla Yeşil Mutabakat’ın uygulanabilir hâle getirilmesini amaçlıyor. Mevcut Türkiye Cumhuriyeti Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’nın, yapısı, departmanları ve ele aldığı konular itibarıyla taksonominin bürokratik süreçlerini yeterli biçimde uygulayabileceğini düşünüyor musunuz?
Son yıllarda maalesef hükümet devlet kurumlarında liyakat usulü çalışma prensibini çok ciddi ölçüde tahrip etti. Yeni başkanlık sistemi ile her alanda alınan kararlar ve hayata geçirilebilecek uygulamalar yalnızca cumhurbaşkanının inisiyatifinde olduğu için bir noktada aslında liyakatli kadrolar işlevsizleştirilmiş, bertaraf edilmiş oldu. Karar mekanizmaları tek bir kişinin kararı ile ilerlediği için sistem aksamakta ve liyakatli kadroların uzmanlığına başvurulmamakta. Nihayetinde uygulamalar cumhurbaşkanının keyfi kararlarına kalmış oldu. Bu açıdan bakıldığında bürokraside başta taksonomi olmak üzere, bakanlığın Yeşil Mutabakat’ın her alanında tutarlı ve uygulanabilir politikalar hazırlaması için ihtiyacı olan insan kaynağına sahip olmaması veya olsa bile bürokratik süreçleri yeterli biçimde uygulayamaması oldukça muhtemeldir.
7) Avrupa Birliği, Ukrayna krizi sonrasında Rusya’ya olan enerji bağımlılığını iyice sorgular hale geldi. Daha önce Yeşil Mutabakat kapsamında tek çare olarak görünen yenilenebilir enerji yatırımlarına ek olarak nükleer enerji ve doğal gaz, yatırımlar için yeşil etiket aldı. Bu durumun ülkelerin münferit çıkarlarına ek olarak enerji sistemlerinin karakteristiğine göre ortaya çıktığı görülüyor. Türkiye’nin bu tartışmalarda yerini nerede görüyorsunuz? Ayrıca, Türkiye’nin hem iklim krizi ile mücadelede hem de enerji bağımsızlığını koruması açısından nasıl bir tutum takip etmesini öneriyorsunuz?
Son aylarda Rusya’nın Ukrayna’yı işgali ile başlayan enerji krizi, enerji fiyatlarını çok fazla arttırdı ve bir kez daha bütün dünyaya enerjide dışa bağımlılığın ne kadar tehlikeli olduğunu gösterdi. Yenilenebilir enerjinin enerji üretimindeki payının arttırılması bu bağımlılığı ciddi şekilde azaltabilecek önemli bir faktördür. Enerjide dışa bağımlılığı azaltması bir yana, yenilenebilir enerji çevre kirliliğini azaltarak insan sağlığını da kötü etkilememektedir ve maliyeti ise tarihi düşük seviyededir. Nitekim bugün Almanya bile elektrik üretiminin yaklaşık %42’sini güneş ve rüzgardan sağlıyor ve 2030 için %80 hedefini koymuş durumda. Türkiye’nin yenilenebilir enerji konusunda çok ciddi bir potansiyeli var ancak hala bu potansiyelinin tamamını kullanamıyor.
Taksonominin temel hedefi sürdürülebilir yatırımların tanımlanması konusunda standartlar oluşturarak bir yandan greenwashing’i engellemek, bir yandan da sürdürülebilir yatırımları AB pazarına çekmeye çalışmak. Yatırımcılar elbette yatırım koşullarının belirsizlikler içermemesini, öngörülebilir koşullarda yatırım yapmayı tercih ederler. Taksonomi de aslında bunu sağlıyor, yani piyasadaki belirsizlikleri mümkün olduğunca ortadan kaldırıp hangi yatırımların sürdürülebilir olduğunu belli kurallar çerçevesinde tanımlıyor.
Biz parti olarak birçok alanda AB’ye uyumlu politikaların geliştirilmesinin çok önemli olduğunu düşünüyoruz. Bu noktada hem yeşil ekonomiye geçiş için hem AB’ye uyum sürecinin hızlandırılması için taksonominin rolü çok önemlidir. Mevcut hükümet zaten son yıllarda yatırımcı gözünde çok ciddi bir güvensizlik yarattı. Dolayısıyla Sürdürülebilir Finans Taksonomisi kurallarına uyumda, yeşil teknolojiler alanında yapılacak olan büyük yatırım fırsatlarını ülkemize çekebilmekte ve hatta örneğin yeni nesil nükleer enerjiye yatırımla gelebilecek know-how’ın kazanılmasında önemli bir fırsat olabilir.
Nitekim AB’nin geliştirdiği taksonomiye entegrasyon sağlanmazsa, Türkiye’de greenwashing görece daha kolay olacaktır. Bu durum; 1) kaynakların dağılımının etkili ve verimli olmasına engel olabilir, 2) sürdürülebilir olmayan yatırımlarla salımlar azaltılmadığı için aslında net-sıfır hedefine ulaşmak mümkün olmayabilir ve 3) yabancı kirli üreticilerin Türkiye’ye daha kolay gelmesine fırsat sağlayabilir.
8) Avrupa Yeşil Mutabakatı’na aktif ve istikrarlı katılımcılık, Türkiye ekonomisine ve işletmelere neler kazandırır?
Avrupa Yeşil Mutabakatı Avrupa ile ticari ilişkileri derinleştirmek ve geliştirmek için önemli bir fırsattır. AB’nin de bu süreçte ticari partnerleri ile arasını bozmama konusunda bir hassasiyeti var ve katılımı yaklaşan ülkelerle ilişkilerini geliştirmek isteyecektir.
AB Yeşil Mutabakat sürecini daha çok şirketlere yoğunlaşarak yönetiyor. Bu elbette makul bir yaklaşım çünkü şirketler yatırımlar yaparak, temiz teknolojileri üretip kullanarak, inovasyon faaliyetlerini yürüterek, istihdam olanakları yaratarak, bununla birlikte atıklarını döngüsel bir ekonomi modeline uygun şekilde yöneterek yeşil dönüşümü gerçekleştirecektir. Bu noktada Türk şirketlerin başta teknoloji transferi olmak üzere birçok konuda AB’li şirketlerle diyaloglarını sürekli tutarak yeni teknolojik gelişmelerden haberdar olması çok önem arz etmektedir.
AB üye devletler arasında bilgi ve veri paylaşımını geliştirip derinleştirmeye çalışıyor. Bu sayede, uygulanan politikaların hangi koşullarda ne kadar etkili ve başarılı olduğunu anlamaya çalışıyorlar, üye devletler ve şirketler arasında edindikleri tecrübeleri paylaşarak yeşil dönüşüm sürecini yönetiyorlar. Bu noktada adil dönüşümün sağlanmasında da AB üye ülkelerinin deneyimlerinden faydalanmak Türkiye’nin geçiş sürecini kolaylaştıracaktır
Bir diğer konu ise AB’nin oluşturduğu finansal kaynaklardır. AB gelişmekte olan ve yoksul ülkelere çok ciddi miktarda finansal kaynak aktarıyor ve iş birlikleri oluşturuyor. Türkiye de finansman açısından dış kaynaklara bağımlı ve Yeşil Mutabakat bu açıdan önemli bir fırsat sunuyor.
Türkiye’nin son dönemde AB ile ilişkileri oldukça kötüleşti ve AB ülkelerinin mevcut Türk hükümetine yönelik güvensizliği herkes tarafından biliniyor. Bu açıdan diplomatik ilişkileri tekrardan inşa etmek ve derinleştirmek için de Yeşil Mutabakat bir fırsat olabilir.
9) Türkiye 2023 yılında Akkuyu Nükleer Güç Santrali’ni açmayı planlıyor. Projede belirtildiği üzere 4800 MW kurulu güce sahip olan tesisin Türkiye’nin elektrik ihtiyacının %10’unu karşılayacağı öngörülüyor. Rusya tarafından yapılan tesise yaklaşık 20 milyar dolarlık yatırım planı varken, yap-işlet-sahip ol sistemi ile proje tasarlanmış. Bu tür bir projenin Türkiye’nin enerji bağımsızlığını, alternatif enerji yatırımlarını (yenilenebilir enerji gibi) ve mevcut enerji arzını nasıl etkileyeceğini düşünüyorsunuz?
Akkuyu Nükleer Güç Santrali’nin 1200 MW’lık ilk fazının 2023 yılı sonuna kadar devreye alınması planlanmıştır. 2024 yılında ikinci faz, 2025’de üçüncü faz ve son olarak 2026 yılında dördüncü fazın devreye alınarak santralin tam güçte çalışacağı öngörülmektedir. Akkuyu NGS’nin 1. ve 2. ünitelerinde üretilecek elektriğin %70’ine, 3. ve 4. ünitelerinde üretilecek elektriğin %30’una satın alma garantisi verilmiştir. Bu satın alma garantisi her bir ünite için ayrı ayrı ticari faaliyete başlamasından itibaren 15 yıldır. Bu oranlar ve ortalama elektrik üretim kapasitesi dikkate alındığında devletin, Türkiye Elektrik Ticaret ve Taahhüt A.Ş. (TETAŞ) aracılığıyla alım garantisi verdiği üretim miktarı 17 milyar 500 milyon kilovatsaattir. Geriye kalan üretim miktarı Akkuyu NGS tarafından serbest piyasada satışa sunulacaktır. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, TETAŞ aracılığıyla satın alma garantisi verilen miktardaki elektriğin her bir kilovatsaatini 12,35 dolar sent fiyatla alacaktır. Ayrıca TETAŞ ile Proje Şirketi arasında mutabakata varılan tarife kademelerinde, elektrik fiyatlarındaki artış ve Akkuyu projesinin geri ödemesinin sağlanması amacıyla fiyatın 15,33 dolar sent kWh tavan fiyatına kadar proje şirketi tarafından belirlenir.
Yukarıda verilen fiyatlar ve santral tamamlandığında üretilecek toplam enerji miktarı dikkate aldığında, Akkuyu NGS’nin üreteceği yıllık 17 milyar 500 milyon kilovatsaat enerji için ödenecek tutar yaklaşık 2.1 milyar ABD Doları, 15 yıl içinse 40 milyar ABD Doları’dır. Bu büyüklükte bir alım garantisi için ayrılan kaynağın başta yenilenebilir enerji olmak üzere alternatif enerji yatırımlarına, yeni LNG tesislerinin yapımına, doğalgaz aramalarına ilave bütçe ayrılmasına vb. aktarılmasının Türkiye’nin enerji bağımsızlığı açısından daha doğru olacağını düşünmekteyiz. Zira halihazırda, Rusya’ya doğalgazda %30-35 oranında bağımlılığımız var ve Akkuyu NGS ile zenginleştirilmiş uranyum tedariğinin aynı ülkeden sağlanacağı düşünüldüğünde bu bağımlılığın devam edeceğini görmekteyiz.
10) Birleşmiş̧ Milletler (BM) Genel Kurulunda Türkiye’nin Paris Anlaşması’na taraf olacağını açıklamasının ardından bu anlaşma, 6 Ekim’de TBMM’de onaylandı. Seçim vaatleriniz arasında Paris Anlaşması’nın gerekliliklerini yerine getirilmesi için politika hedefleri koyacak mısınız?
Biz Paris Anlaşması doğrultusunda oluşturulacak politikaları bir secim vaadi olarak değil, varoluşsal bir tehdit olan iklim değişikliği için olmazsa olmaz bir yol olarak görüyoruz. Bu nedenle, 2 Haziran’da lansmanını yapmış olduğumuz Çevre & İklim Değişikliği Eylem Planımızda konuyu detaylı olarak ele aldık. Bu Eylem Planı, iktidarımızın ilk 90 ve 360 gününde ülkemizin çevre ve iklim değişikliği alanında ayağa kalkabilmesi için atacağımız adımları detaylarıyla listeliyor. Mucizevi bir şekilde tüm ülkeler bir gecede emisyonlarını sıfırlasa dahi dünya ısınmaya devam edecek; çünkü şu ana kadarki emisyonlarımız küresel ısınmaya yol açarak belirli bir miktar daha sera etkisine sebep oldu. Dolayısıyla iklim krizi ile başa çıkabilmek için sadece emisyon azaltımları değil; değişmesi kesinleşen iklim koşullarına ayak uydurabilmek, “gardımızı alabilmek” için uyum politikaları da şart. Biz Eylem Planımızdaki birçok maddede bu iki konuyu da detaylıca ele aldık; burada sadece birkaçından bahsedeceğim.
Paris İklim Anlaşması’nın hedefini ve gerekliliklerini yerine getireceğimizi açıkça belirttik. Anlaşma prensipleri doğrultusunda, 1.5 derecelik dünya sıcaklık hedefine erişebilmek adına 2050 yılında net sıfır emisyon hedefimiz de bulunuyor. Paris İklim Anlaşması kapsamında emisyon azaltım hedefini içeren Ulusal Katkı Beyanımızı sektörel bazda ve net sıfır hedefimiz doğrultusunda güncelleyecek, Anlaşma’nın periyodik raporlamalar dahil olmak üzere gerekli tüm koşullarını yerine getireceğiz.
Şu konuya dikkatinizi çekmek isteriz; emisyon azaltımının şart olduğu bir dünyadayız, yoksa bizi çok daha yıkıcı etkiler yaşayacağımız bir dünya bekliyor. Net sıfır emisyona biz bu yolla erişeceğiz, yani sektörel bazda somut adımlar atacağız. Sürdürülebilir kalkınma prensibini benimseyerek emisyonlarımızı azaltacak ve düşük karbonlu ekonomi prensibi ile büyüyeceğiz. Net sıfır emisyon hedefimiz ve altı dolu emisyon azaltım yol haritalarımız ile küresel iklim değişikliğine karşı öncü adımlar atan büyük ekonomiler arasına gireceğiz.
Tabii bir yandan da bu konunun idari kısmi bulunuyor. Paris İklim Anlaşması hedeflerine ulaşabilmek için iklim değişikliğine dair gerekli yasal ve kurumsal çerçeveyi oluşturarak iklim kanunu çıkartacağız. Bununla birlikte iklim değişikliği ile mücadele konusunda teknik kapasiteyi ve gerekli olan finansmanı sağlayacağız. Bir taraftan yenilenebilir enerji yatırımlarını teşvik edeceğiz, diğer taraftan da yutak alanlarımızı artırarak düşük karbonlu ekonomiye geçişi sağlayacağız.
Fotoğraf: Andreas Gücklhorn