[voiserPlayer]
Geçtiğimiz haftalarda Burhanettin Duran, Sabah Gazetesi’ndeki köşesinde “Etnik Terör ile Mücadelede Liberal Yanılgı” başlıklı bir yazı kaleme aldı. Duran’ın yazısı hem liberal bir çözümü nasıl algıladığını hem de ülkemizdeki ve dünyadaki etnik terörizm sorunlarına nasıl yaklaştığını görmek açısından oldukça ilginç oldu. Yazıda, liberalizmin etnik sorunları çözüm önerisi ‘karşılıklı diyalog’ kavramına indirgeniyor ve bu öneri ‘fantezi’ olarak tanımlanıyor. Öte yandan bütün dünyada etnik sorunların çözümünün önündeki en büyük engel olarak terörizm ve dış destek gösteriliyor. Duran’ın iddiasına göre, etnik grupları temsil etme iddiasında olan terörist grupların arkasındaki dış destek çekildikten ve askeri olarak mağlup edilebildikten sonra bir diyalog süreci başlayabilir. Kısaca söylemek gerekirse, Duran bir dikotomi yaratıyor. Liberallerin şiddeti önlemek için diyaloğun gerekliliğinden bahsettiği görüşün karşısına kendini konumlandırıyor ve diyaloğun önünün açılması için öncelikle şiddetin önlenmesi gerektiğini iddia ediyor.
Yazı bu tezi desteklemek için birçok vakaya atıfta bulunuyor. IRA ve ETA gibi örgütlerin dış destekten yoksun kaldıktan sonra güçlerini yitirdiklerini ve etnik sorunların bundan sonra çözülebildiği öne sürülüyor. Türkiye’de yaşanan “çözüm süreci” de benzer bir zaviyeden ele alınıyor ve bu sürecin sona ermesi yine dış değişkenlerle açıklanıyor ve PKK’nın Suriye’de ABD ile kurduğu ilişki sonrası askeri kapasitesinin yükselmesinin süreci kaçınılmaz olarak sonlandırdığı belirtiliyor. Burada ilginç olan, Duran’ın Türk hükümetinin HDP temsilcilerine uyguladığı baskıyı da siyasal şiddet ve terör ile mücadele kapsamında değerlendirmesi. Ona göre, belediyelere kayyım atanması, Demirtaş’ın ve Yüksekdağ’ın tutuklanması gibi politikalar aslında “demokratikleştirici bir baskı” ve terörle mücadelenin başarılı olması için bu baskının devam etmesi gerekiyor. Yani, Kürtler ile konuşabilmek ve Kürt sorununu medeni bir şekilde çözebilmek için önce terörün bitmesi, terörün bitmesi için de HDP’nin baskı altında tutulması gerekiyor.
Duran’ın görüşlerine cevap vermek için kaleme alınan bu yazı, öncelikli olarak liberalizmin etnik sorunlara nasıl yaklaştığını tartışacak ve bu yaklaşımın fantastik bir hayal mi yoksa gerçekçi bir öneri mi olduğunun kararını okuyucuya bırakacak. İkinci olarak, Duran’ın görüşlerini desteklemek için ele aldığı vakalar incelenecek ve işin aslında başka türlü cereyan ettiği iddia edilecek. Böylece, etnik sorunlar ile karşılaşıldığı zaman liberallerin mi yoksa militaristlerin mi yanılgı içinde oldukları daha iyi anlaşılacaktır.
Liberalizm ve Etnik Terör
Sorunları şiddet yoluyla çözmeye niyetli ve uyguladığı şiddeti meşrulaştırmaya kararlı herkesin ilk yapacağı şey şiddet dışındaki alternatiflerin gerçekçi olmadığını ve güvenlik riskleri yaratacağını iddia etmektir. Böylece, şiddet uygulamak hem kaçınılmaz bir eylem haline gelir hem de alternatif eylem önerileri kolaylıkla güvenlik tehdidi olarak tanımlanarak susturulur. Böylece etnik terörizm sadece mücadele edilmesi gereken şeytani bir durumun dışına çıkar aynı zamanda hükümet politikasını eleştirenleri susturmanın de etkili bir enstrümanı haline gelir. Dolayısıyla, liberaller için aslında mücadele edilmesi gereken bir değil iki tehlike mevcuttur. Birincisi, siyasal şiddeti meşru gören terör örgütleridir. Bu örgütleri şiddetten vaz geçirmeyi ve toplumu daha güvenli kılmayı arzu ederler. İkincisi ise terör örgütleri ile mücadele ederken hak ve özgürlükleri askıya almaya hazır ve bunu güvenlik gerekçesiyle meşrulaştırmaya eğilimli hükümetlerdir. Terör örgütleri, onlara şiddetten vazgeçmelerini vaaz eden liberalleri ulus devletin renk değiştirmiş temsilcileri olarak kabul eder. Hükümetler ise terörle mücadele yöntemlerine liberallerin yönelttiği eleştirilerden hiç haz etmezler. Onlara göre, bu eleştirileriyle liberaller teröre karşı mücadele veren hükümeti zor duruma düşürerek zayıflatmaktadır. Bu bir güvenlik riski oluşturduğu için liberallerle mücadele, terörle mücadelenin bir parçası olarak görülür.
Liberallere yönelik bu hoşnutsuz tavır, onların etnik teröre karşı sundukları çözüm önerisinin sadece “şiddet karşıtlığı” gibi gerçek sorunlara çözüm bulmayı önemsemeyen, ahlaki bir önerme olduğu kanısını uyandırmamalıdır. Yani terör örgütlerinin ve hükümetlerin aniden bir aydınlanma yaşamalarını beklemek dışında da liberallerin etnik çatışmalara yönelik bir okumaları vardır. Bu okumanın ilk önermesi etnik sorunların ülkelerin iç politikadaki rejim şekli, anayasal çerçevesi, politik ekonomisi gibi değişkenlerin bir sonucu olduğudur. Diğer bir ifadeyle, etnik kimlik mensuplarının örgütlenerek siyasal şiddete ve teröre başvurmaları onların maruz kaldıkları duruma verdikleri bir reaksiyon olarak görülür. Bu hırçınlık, etnik grup üyelerinin kimliklerinden ötürü kolektif bir gelecek korkusu yaşamalarının, refahtan ve kaynaklardan yeteri kadar faydalanamamalarının, kültürel ve siyasal haklarından mahrum olmalarının sonucunda ortaya çıkabilir. Bunun dışındaki değişkenler, mesela komşu bir ülkenin etnik terör grubuna destek vermesi, çatışmanın ortaya çıkmasına değil çatışmanın şiddeti ve süresi konusunda belirleyici olmaktadır.
Dolayısıyla liberaller için etnik sorunu şiddet döngüsüne sokan terör örgütlerini etkisizleştirmenin ilk adımı iç politikaya odaklanmaktır. Liberalizmin tavsiyesi, etnik sorunu ortaya çıkartan koşulları değiştirmektir. Etnik grup üyelerinin ortak gelecek korkularını ortadan kaldırmak için gerekli yasal garantileri sağlamak, ayrımcı politikaların terk edilmesi, refahın ve kaynakların etnik ve ideolojik önceliklere göre değil kurumsal ve sistematik bir şekilde dağıtılması, kültürel ve siyasi hakların tanınması gibi konular barış süreçlerinin başarısı için elzem görülür. Zira liberalizm, piyasa ekonomisi ile bezenmiş Weberian bir devletin vatandaşları arasında iktisadi ve sosyolojik etkileşimlerin mutlaka zuhur edeceğini, kaçınılmaz olarak barış üreteceğini ve siyasetçileri de barışa mahkum edeceklerini varsayar.
Ne var ki bu durum, etnik terör örgütlerinin de hemen silah bırakacağı anlamına gelmez. Fortna’ya göre, etnik çatışmalar 5 farklı senaryo ile sonuçlanır
- Devlet kazanır
- Terör örgütü kazanır
- Savaş devam eder
- Anlaşmaya varılır
- Terör örgütü anlamını yitirir
Bu sınıflandırmada, liberaller açısından en gerçekçi ve sürdürülebilir olan seçenek sonuncusudur. Zira, diğer seçenekler şiddetin sona ermesini beraberinde getirse de ortaya çıkacak yeni yapının barış durumu olacağını garanti etmez. Liberaller için barış, savaşın yokluğundan daha fazla bir şeydir çünkü. Terörün anlamını yitirmesi, siyasal amaçlara ulaşmak için şiddetin bir araç olarak gereksiz hale gelmesi demektir. Bu durumun oluşabilmesi için ise, etnik grup üyelerinin kendilerini temsil ettiğini iddia eden terör örgütüne verdikleri desteği çekmeleri gerekir. Ancak bu destek bir anda çekilmez. Öncelikle, rejimin yukarıda bahsedilen garantileri sağlayacak şekilde dönüşmesi ve liberalleşmesi beklenir. Bu reformlar uygulandıktan sonra, etnik grubu temsil edecek sivil siyasetçiler ve sivil toplum örgütleri de meşru aktörler olarak siyaset sahnesinde yerlerini alırlar. Hatta, etnik gruplara otonomi verilmesi durumunda onları temsil eden siyasi partiler çeşitlenir ve birbirleriyle rekabet içinde bir alt sistem kurarlar. Böylece, etnik grup siyasetçileri, enerjilerini merkezi hükümet ile uğraşmak yerini birbirleriyle rekabet ederek tüketebilir. Bu tabloya, liberalleşmenin getirdiği karşılıklı iktisadi ve sosyal etkileşimi de eklediğimiz zaman milliyetçiliğin, militarizmin ve şiddetin olmadığı bir çözüm elde etmek, sarmal hale gelmiş bir krizi suhulet ile en az maliyet ile çözmek mümkün hale gelir.
Liberal barışın en önemli örneklerinden bir tanesi Bask bölgesi ile İspanya hükümeti arasında yaşanmıştır. Franco sonrası yaşanan liberalleşme, İspanya’nın Avrupa Birliği’ne üye olması ve Bask bölgesine tanınan otonomi tam da liberallerin öngördüğü şekilde bir barış üretmiştir. Yani ortada, Duran’ın iddia ettiği gibi, dış desteğin kesilmesi sonucunda sona eren bir etnik çatışma yoktur. Bir terör örgütü olarak görülen ETA muhatap alınmamış, sivil siyasetçiler desteklenmiş, gerekli yapısal düzenlemeler yapılmış ve zaman içinde siyasal şiddet anlamını yitirerek azalmıştır. Benzer şekilde, IRA şiddetinin sonlanmasının sebebi Londra ile Dublin arasındaki pazarlık süreci değildir. Yani IRA’nın arkasından İrlanda’nın çekilmesiyle şiddet sona ermemiştir. Şiddeti sona erdirecek “güç paylaşımı” anlaşmasının yapılmasından sonra İrlanda ve Britanya hükümetleri anlaşabilmiştir. Aşikardır ki, Duran dış güçlerin desteğini bir açıklayıcı değişken olarak kabul etmektedir ve bu ön-kabul onun neden-sonuç ilişkisini hatalı kurmasına sebep olmaktadır. ETA ve IRA örneklerinin gösterdiği gibi üçüncül ülkelerin dahli hem çatışmanın ortaya çıkışı hem de çatışmanın bitişi aşamasında etnik çatışma yaşayan ülkelerin iç rejim koşullarından etkilenmektedir.
Çözüm Süreci, Liberaller ve Demokratikleştirici Baskı
2013 senesinin Ocak ayında Çözüm Süreci başladı. Bu birçok liberale göre oldukça devrimci bir adımdı ve bu adımı atmayı başardığı için AKP’yi can-ı gönülden tebrik ediyor, sürece olan desteklerini göstermekten kaçınmıyorlardı. Bu şaşırtıcı değildi çünkü o dönemin liberalleri için Türkiye’nin demokratikleşmesinin önünde belirli sorunlar vardı ve demokratikleşmenin gerçekleşmesi için bu sorunların çözümlenmesi gerekiyordu. Mesela, sivil-asker ilişkileri demokrasi açısından sorunluydu ve askerlerin sivillerin idaresi altına alınması ülkeyi demokratikleştirecek bir adımdı. Kürt sorununa da benzer bir zaviyeden yaklaşıldı. Kürt sorunu ile demokrasi arasında bir ilişki kuruldu ve bu sorunun çözülmesi halinde demokratikleşme yolunda önemli bir adımın atılacağı düşünüldü. Yani liberaller için, anti-demokratik rejimin sebebi Kürt sorunu idi. Dolayısıyla bu sorunu çözmeye çalışan bir hükümetin amacının ülkeyi demokratikleştirmek olduğuna hükmettiler.
Çözüm süreci boyunca, Türk hükümeti ile Kürdistan İşçi Partisi (PKK) arasında müzakereler devam etti. Bu aslında Cumhuriyet’in Kürt sorununa karşı sergilediği geleneksel yaklaşımın dışındaydı. Cumhuriyet tarihinde ilk defa, Kürt sorunu bir güvenlik meselesi olarak ele alınmıyor, siyasi bir problem olarak görülüyordu. Bu paradigma değişikliği, sorunun çözümü için siyasi diyalog ve müzakereyi de beraberinde getirdi. Literatürdeki birçok isim, bir anlaşma yapmak için barış masasına oturmanın bile terör örgütü için başarı olduğunu iddia eder çünkü var olan statükonun değişmesi gerektiğini hükümet kabul etmiştir. Bununla birlikte, terör örgütü birden bire meşru bir etnik grup temsilcisine dönüşür ve geçmişte yaşanan şiddet eylemleri terör saldırısı olmaktan çıkar ve iç savaş olarak nitelendirilmeye başlanır. Bir barışın kurulabilmesi için yaşananların savaş olduğunu kabul etmek gerekir. AKP hükümeti, çözüm sürecini başlatarak, bunların hepsini kabul etmiş oldu. PKK’ya ve hapisteki lideri Öcalan’a büyük bir meşruluk sağlayan bir hamleydi bu. Mamafih, Kürt sorununun çözümü ile birlikte geleceği müjdelenen demokrasi konusunda hiç bir ilerleme kaydedilmediği gibi önemli ölçüde bir geri gidiş gözlemleniyordu.
Bu bir anomaliydi. Bir benzeri de sivil-asker ilişkilerinde gözlemleniyordu. Askerler sivillerin denetimi altına girdikçe, ülkedeki otoriterleşme eğilimi artmıştı. Şimdi de çözüm süreci ilerledikçe, bireysel hak ve özgürlükler, şeffaflık ve hesap verilebilirlik gibi ilkeler hoyratça ihlal edilmeye başlandı. Gezi Parkı protestoları hem tartışılmaz bir polis şiddeti ile bastırıldı hem de hükümet yanlısı kalemler ve siyasetçiler bu tip sosyal hareketlerin arkasında uluslararası bir komplo aramaya başladılar. Ortaya çıkan bu huzursuzluğu hükümetin çözme şekli, toplumsal kutuplaşma yaratmak ve toplum kesimlerini birbirlerinden nefret edecek imajlar ile tasvir etmek oldu. Yine çözüm süreci döneminde, rüşvet ve yolsuzluk dosyaları gündeme geldi. Bu dosyaların, Fetullahçıların hükümet ile hesaplaşması olduğu gün gibi aşikar olsa ve içinde bir hukuki idealizm barındırmasa da bu dosyaların ortalığa saçılması kamu kaynaklarının denetimsiz ve keyfi kullanıldığını, medya üzerindeki hükümet baskısının sanılandan fazla olduğunu ve hükümetin Türkiye’nin iç hukukuna göre suç teşkil eden dış bağlantılar içerisine girdiğini iddia ediyordu. Hükümetin bütün bu meydan okumalara karşı tepkisi, çözüm sürecinin arkasına saklanmak oldu. Gerek Gezi Protestoları’nın gerekse Yolsuzluk Soruşturması’nın amacının çözüm sürecini baltalamak olduğu iddia edildi.
Liberallerin büyük çoğunluğu da bu konuda hükümetin yanında durdu. Hatta Liberal Düşünce Topluluğu Başkanı Atilla Yayla ve yanına aldığı akademisyen ve entelektüeller, BarışaBak isimli bir kampanya düzenlediler. Kampanya’nın amacı, kamuoyunun dikkatinin özgürlükler ve yolsuzluk gibi konular ile dağıtılmasını önlemek ve barış kavramını bütün diğer ihtiyaçların üzerine koymaktı. Benzer şekilde, Taraf Gazetesi’nden birçok yazar, gazetenin çözümün taraflarını yıpratabilecek haberleri yapmakta ısrar etmesi üzerine, barış sürecini desteklemek adına istifa ettiler. Denklem netleşiyordu; önce barış sonra demokrasi (Halbuki liberal teori, yukarıda gördüğümüz gibi, tam tersini söylüyor).
Aynı günlerde, liberal cephe de birkaç çatlak ses de duyuldu. İhsan Dağı, çözüm sürecinin PKK açısından en büyük kazanımının meşru bir aktör olma konumuna yükselmek olduğunu söylüyor ve bu noktadan geri dönüşün olmadığı konusunda uyarıyordu. Kadri Gürsel ise sürecin hükümet tarafından muhalifleri sindirmek için bir enstrümana dönüştürüldüğünü fark etmişti. Bu satırların yazarı ise 2013 yılının Mayıs ayında, barış yapmak için masaya oturan iki liderin otoriter eğilimlere sahip olduğunu ve barış sürecini kendi stratejik kazanımları içn tercih ettiğini yazdı ve bunun aslında liberaller açısından savaşmaktan farklı olmadığını, demokratik reformlar ile desteklenmediği takdirde kırılgan olacağını söyledi.
Barışı demokrasiye tercih etmek günün sonunda hem barıştan hem demokrasiden mahrum olmak ile sonuçlandı. 7 Haziran seçim sonuçları, çözüm süreci sayesinde normalleşen ve siyasi bir aktör haline gelen HDP’nin başarısını ve AKP’nin meclisteki çoğunluğu kaybetmesini beraberinde getirdi. Çözüm Süreci kısa süre içerisinde bitti ve Türk siyaseti siyasi partilerin değil devletin bekasının oylandığı sığ bir sürece girdi. Burhanettin Duran, Suriye’deki gelişmelerden ötürü çözüm sürecinin bittiğini iddia ederken, AKP’nin 7 Haziran’daki iktidar kaybını ve bunu yeniden elde etmek için sarıldığı milliyetçi dili görmezden gelmek için ortaya sürüyor. Yine benzer şekilde, bütün gücünü uyguladığı şiddetten alan PKK’nın, bir siyasi parti olarak %13 oy alan ve meşru siyasetin parçası haline gelen HDP’den duyduğu rahatsızlığı da görmezden geliyor. Kürt sorununun muhatabı olarak hükümetin PKK yerine HDP’yi görmesi PKK için tahammül edilemez bir duruma işaret ediyordu. Yani Suriye’deki gelişmeleri ve PYD ile ABD arasında kurulan ittifakı öne sürmek, çözüm sürecinin iki aktörünün davranışlarını determinist bir yaklaşım ile rasyonelize ediyor.
Üstelik, Suriye sahnesinde de çözüm süreci biterken yaşananlar da Duran’ın tezini desteklemiyor. 2014 yılının sonbaharında IŞİD Kobani’yi kuşatmış ve gerek ülkemizde yaşayan Kürtler gerekse dünya kamuoyu Türkiye’nin tepki vermesi için çağrılarda bulunmuştu. O günlerde Cumhurbaşkanı Erdoğan, Kobani’nin birkaç gün içinde düşeceğini büyük bir soğukkanlılıklar dile getirmiş, PKK ile IŞİD arasında bir fark görmediğini söylemişti. Bu sözler, PKK ile müzakere masasında olan hükümetin, IŞİD’i savaşılması gereken gayri makbul bir aktör olarak görmediği şeklinde yorumlandı. Her ne kadar ilerleyen günlerde, Türkiye Kobani’nin kurtuluşu için gerekli desteği sağlasa da, Kürtler için kriz durumlarında Türkiye’ye güvenilmeyeceği yargısı oluştu. Açıkçası, Suriyeli Kürtler ile ABD arasındaki ilişkinin oluşmasında Türkiye’nin Kobani konusundaki çekimserliği büyük rol oynadı. Halbuki, ABD’nin beklediği -ki bence hala bunu bekliyor- Türkiye’nin IŞİD’i tehdit listesinin başına eklemesi ve ona karşı mücadele etmek için Kürtler ile birlikte hareket etmesiydi. Çözüm sürecinin bittiği günlerde, Suriye’de durum böyleydi ve Davutoğlu hükümeti PYD ile ABD arasındaki yakınlaşmanın farkındaydı. Bunun için IŞİD karşıtı koalisyonun İncirlik üssünü kullanmasına izin verdi. O tarihe kadar, üssün kullanım iznini güvenli bölge ve uçuşa yasak bölge şartlarına bağlayan Türkiye ilginç bir şekilde aniden bu rezervlerini kaldırdı 2015 yılının Temmuz ayında üssü koalisyon kullanımına açtı. Yani Duran’ın ABD ile PYD arasındaki işbirliği mekanizması dediği şey aslında Türkiye’nin de içinde olduğu bir koalisyondu. Diğer bir ifadeyle Türkiye, bu işbirliği mekanizmasını aniden karşısında bulmadı. Durumun farkındaydı ve kendi kontrolü dışında bir işbirliğinin gerçekleşmemesi için gerekli adımları attı. Hatta bugün Fırat’ın doğusunda güvenli bölge oluşturmak için çabalanan bölgelerin büyük çoğunluğu Türkiye’nin desteğiyle, İncirlik’ten kalkan uçakların katkısıyla Kürtlerin kontrolüne geçti.
Duran’ın, çözüm sürecinin bitişi ile ilgili yapmaya çalıştığı şey hiç var olmayan bir hikayeyi yeniden yazmak ve liberalizmin etnik sorunlara yaklaşımını karikatürize etmek. Bunu yapmak zorunda çünkü aksi takdirde çözüm sürecinin başarısızlığını, AKP hükümetinin demokratik reformlar yapmak yerine terör örgütü PKK ile masaya oturarak hata yaptığını ve çözüm sürecinin iki otoriter lider arasındaki çıkar maksimizasyonunu hedefleyen konjonktürel bir pazarlık olduğunu itiraf etmek zorunda kalacak. Bunları kabul etmek ise beraberinde AKP hükümetinin barış sürecini araçsallaştırdığı gibi PKK’ya karşı savaşı da araçsallaştırdığını kabul etmeyi getirecek. Daha vahimi, HDP üzerindeki demokratikleştirici baskı denilen şeyin tam da PKK’nın arzu ettiği hamle olduğunu onaylamasını beraberinde getirecek. Bu bakımdan Burhanettin Duran’ı anlayışla karşılamak gerekiyor.
Son Söz
Duran’a hak verdiğim bir nokta daha var. Liberalleri ciddiye almamakta haklı çünkü onun muhatap olduğu liberaller çözüm süreci boyunca “barışabak” gibi kampanyalar yapan, Öcalan’ı barış için umut olarak gören ama hükümetin tavrı değişince en milliyetçi ve en militarist söylemleri de hiç tereddüt etmeden kabul eden isimler. Burhanettin Hoca, çözüm sürecinde de çözüm süreci bittikten sonra da belirli prensipler üzerinden itirazlarını yükselten liberallerle muhatap olmadı, olmuyor. “Önce Barış Sonra Demokrasi” diyen liberaller kolaylıkla “Önce Şiddete Son Sonra Demokrasi” diyebiliyorlar. Bu durum, bahsi geçen liberalleri tutarsız yapmıyor, aksine koşullar ve konular değişse de hiçbir şekilde AKP tarafından yönetilen bir ülkede “önce demokrasi” diyemiyorlar. Bu tip liberallerle muhatap olmak Burhanettin Duran’ın ve birçok akademisyenin liberalizme ucuz bir fantezi muamelesi yapmasının sebebidir. Yoksa, kendisinin liberalizmin temsil ettiği değerleri ve siyasal dünyayı açıklarken kullandığı önermeleri ziyadesiyle okumuş olduğundan ve bildiğinden zerre şüphem yok.