[voiserPlayer]
Türk modernleşmesinin eksiğiyle yanlışıyla getirdiği en önemli kazanım, sınıfsal mobilizasyondu. Tarihin akışı gereği hanedan sermayesinden değil, insan sermayesinden beslenen bir modern devlet inşa edilmişti Cumhuriyetle beraber.
Özellikle Ziya Gökalp’in Cumhuriyet öncesi yürüttüğü tartışmalardan Cumhuriyete uzanan çizgide iki temel soru vardı:
1- Sermaye birikimini nasıl sağlayacağız?
2- Sosyal adaleti nasıl gerçekleştireceğiz?
İlk sorunun yanıtı aşağı yukarı belliydi. Kapitülasyonların yabancılara verdiği her türlü ayrıcalıklardan kurtulmaya, kendilerinin ait olmadığı sınıfın, burjuvazinin lehine devrim yaparak millî bir burjuvazi yaratmaya, sermayenin gücünün yetmediğini hissettiği andaysa devlet eliyle sanayileşme atağı başlatmaya çalışan ortak bir anlayışa sahipti Meşrutiyetten Cumhuriyete uzanan 1908 Nesli. Geç modernleşen Almanya’nın ünlü ekonomisti List’in “millî iktisat” modelinden etkilenen ve yerli sanayiyi korumayı önceleyen, bu yolla uluslaştırılan kitleye istihdam sağlamayı ve bir “toplumsal seferberlik” başlatmayı kendisine şiar edinmiş bir nesildi bu nesil.
Belki Çalıkuşu Feride’nin iyimserliği gibi bir iyimserliğe sahipti önce sermayeyi toplayıp, sonra da sosyalizmle kapitalizm arasında bir model olarak kurgulamaya çalıştıkları sosyal adaletçi solidarist mantık. Lakin bu nesil, el yordamıyla denenmemişi, deneyen bir nesildi o tarihlerde ve deneme-yanılma da en doğal haklarıydı elbette. Tıpkı Çalıkuşu Feride gibi her şeye üzülen ve üzüldüğü şeyleri düzeltmek için de kültürünü kullanarak ortaya bir irade koymaya çalışan bir nesildi bu. “Yaparız, olur” mantığıyla hareket ederken karşılarına çıkan engelleri bertaraf etmek için günlük aksiyonlar almaları da gerekti bu yüzden, özellikle de sosyal adaletin metinlere dökünce gerçekleşmediğini gördükleri anda.
Erken Cumhuriyet ricali, İttihat ve Terakki’den devraldığı eşraf, esnaf, aydın ve çiçeği burnunda burjuvazi ittifakının kendilerinin istedikleri sosyal adaletçi dönüşümün önüne geçmek için yaptıkları ayak oyunlarını idrak etmişti acı biçimde. İşte bu noktadan sonra onlar, yapmak istedikleri dönüşümü bir sonraki nesle havale ettiler ve üstyapı devrimlerine odaklandılar. Bunun ise iki ayağı vardı: negatif anlamdaki eşitlikçi bir toplumun önündeki hukuki engelleri kaldırmak ve pozitif eşitliği sağlama misyonu biçecekleri, iktisadi altyapı devrimlerini yapmakla mükellef kılacakları nesli yetiştirecek eğitim kurumlarını tesis etmek.
Örneğin bu doğrultuda, Atatürk döneminde ciddi bir dirençle karşılaşan toprak reformu düşüncesini hayata geçirmek için önce köylüyü, köyde köylü çocukları tarafından eğitip donatma misyonu olan Köy Enstitüleri kurulmuştu. Bu enstitüler, köylüyü yarı-feodal ilişkilerden çıkaracak ve toprak reformuna tabanda rıza üretecek bir nitelik de taşıyacaktı. Ancak çok partili hayata geçişle beraber bu kez DP’nin içinde tezahür eden geleneksel ittifak, Köy Enstitülerini hedef tahtasına koymuş ve CHP iktidarı da çok partili hayata uyum sağlama iddiasıyla bu projeyi kadük bırakmıştı. Ancak yine de yüksek öğrenimde atılımlar yapılmaya devam etmiş ve bürokrasinin içinde modern eğitim sisteminden geçmiş nesiller istihdam etme iddiası sürmüştü.
DP döneminde yaşanan en kritik gelişmelerden biri, 1957 yılında Erzurum Atatürk Üniversitesi’nin kurulmasıydı. Atatürk’ün Doğu’da bir üniversite hayaline atıfla O’nun adıyla kurulan bu üniversite, paradoksal olarak Türk-İslam Sentezine katkı sunacak olan İbrahim Kafesoğlu gibi sağ entelijansiya üyelerinin toplanma alanı oldu. Bu üniversiteden doktora alan sağ entelijansiya Türkiye’nin farklı üniversitelerinde istihdam edilmiş ve materyalist unsurlardan arınmış, Türk-İslamcı öğretiyle yetişmiş kadroların devlet kademelerinde istihdam edilmeleri amacıyla Aydınlar Ocağı’nı kurmuşlardı.
12 Eylül’ün toplumu depolitize ederek burjuvazinin sınıf kinine hizmet etme stratejisinin bir uzantısı olarak ortaya koyduğu İslamizasyon politikasıyla birlikte makbul hâle gelen Türk-İslamcı entelijansiya, devlet kadrolarına yerleştirilirken, sol-Kemalist aydınların tasfiye edilmesi ile aynı dönemin neo-liberal dalgasının yuttuğu sosyal devletin açtığı boşluğun cemaat-tarikatların “hayır-hasenat” ağlarıyla doldurulması örtüştü. Günün sonunda devletin içinde yatay örgütlenmiş tarikat ve cemaatler hem bilimsel eğitimi tahrip ederken hem de liyakatin yerine sadakati, üstelik devlete de değil tarikat ağları ve onların liderlerine sadakati öngören bir kadrolaşma sürecine girdiler.
Ecevit’in 1999-2002 arasındaki son Başbakanlığı döneminde bu tür kadrolaşmaların önüne geçip liyakati esas alma düşüncesiyle uygulamaya koyulan KPSS ise 2002 sonrasında büyük skandallara yol açtı. AK Parti’nin iktidar olmasıyla beraber, o günlerin meşhur tabiriyle “iktidar olur ama muktedir olamaz” anlayışı, kumpas davalarının ardından devletin içinde yıllarca yatay örgütlenmiş olan Fethullahçı şebekenin kumpasa muhatap olan yurtseverlerin yerine devlette dikey örgütlenmesiyle aşıldı. Bu örgütlenme yalnızca bununla sınırlı kalmadı ve KPSS sonuçları basit bir prosedüre indirgenerek Fethullahçı kadroların devlet içinde daha fazla örgütlenmesinin de önü açıldı.
15 Temmuz’un ardından ilan edilen OHAL’le beraber hem cadı kazanı kaynatılıp hemen hemen bütün muhalifler devlet kadrolarından tasfiye edilirken hem de Fethullahçı kadrolar büyük ölçüde devletten temizlendi. Ancak bu kadroların yerine liyakat esasına göre değil, bu sefer de başka bir lidere, Cumhurbaşkanına sadakat esasına göre atamalar yapıldı.
Günün sonunda vardığımız yerde Fethullahçı şebekenin taktikleriyle KPSS sorularının yine birilerine peşkeş çekildiği, memleketin en nitelikli evlatlarının istihdam süreçlerinden dışlandıkları için kahveci-pizzacı olma umuduyla yurtdışına gitmeye çalıştığı, bu nitelikli evlatların yerine devlet kadrolarına yerleşenlerin adına yetkiyi kullandıkları kamunun lehine en basit kararları bile almaktan imtina ettiği, memleketin bütün gelirinin beş kişi ile bunların yurtdışı bağlantısı olan tefecilerde toplandığı ve bunun karşısında 70 milyondan fazla insanın açlık ya da yoksulluk sınırıyla pençeleştiği bir yapıya evrildik.
Buradan çıkışın yolu, önce devleti ayağa kaldıran, sonra hükümet arasındaki mesafeyi tesis eden ve liyakati esas alan bir iddiadır. Devleti ayağa kaldırma potansiyeli olan kadroların en büyük hayali yurtdışında bir kahvecide white chocolate mocha satmak olursa, ülkenin geldiği noktada her birimiz için de white chocolate mocha içecek parayı bulmak lüks olur!
Dolayısıyla, başta da belirttiğim gibi, Ya Devlet Başa Ya White Chocolate Mocha…
Fotoğraf: Tijana Drndarski