[voiserPlayer]
Michel del Castillo, Şairin Ölümü adlı romanının başına düştüğü önsözde artık yazarın pek ortalarda görünmediğini, sadece yazı yazan insanların giderek hemen her yerde bittiğini söyler. Yazarın selasını okuyan bu saptamanın ne denli yerinde olduğunu bizler bugün tüm dehşetiyle yaşıyoruz.
Castillo aynı yerde, yazarın yerini alan, yazar görünümüne bürünen best-seller akımına dikkat çekiyor.
Süreklilik ve adanma çabasından yoksun, anlama kaygısını önemsizliğin bataklığına fırlatılmış yazı kırıntılarını, kitlelerin onu tüketmesi oranında edebiyat mertebesine yükselten bu akımın, birilerine seslenmekten ziyade onlarla en fazla söyleşebildiğini vurguluyor.
Aslında bu ayrım, seslenebilme kudreti ile söyleşinin pazarlama mantığına dayalı kolaycılığı giderek ilkinin hilafına da ortadan kalkıyor. Bu ise sözün değerinin yitirilmesiyle ilgili bir olgu…
Söz ne kadar söyleşmenin, pazarlamanın mantığına sıkışırsa yazar da varolma koşullarından koparılıp piyasanın matematiksel ağına kapılarak örümceklerin yemeğine dönüşüyor.
John Berger, özgürlük fikri genişlerken onu yaşayışımız daralıyor, diye not düşmüştü.
Benzer şekilde, piyasanın radikal demokratik tahayyülleri kıskandıran kariyerist gazabına uğrayan yazı çoğaldıkça yazarın duyumu ve koşulları hiçleşecek, daha da kötüsü önemsizleşecek denli daralıyor.
Keza, seslenme kudretindeki yazı tam anlamıyla söyleşme, yani okur için yazma telaşından azade bir anlama kaygısını barındırır; daha da ötesi bu kaygıyla varolur.
Yazar, Roland Barthes’ın deyimiyle “anlam bağışçısı” iken yazı bu anlamı tüketilebilir bir matematiğe hapsederek yazarın konumunu alaşağı ediyor.
Daha somut bir ifadeyle yazar, kapıldığı yazma eyleminde anlamlar üretir, bunu da eylemden haz alabildiği ölçüde, yani yazının kendisine dönüşme konusunda hiçbir endişesi olmadığında mümkün kılabilir.
Bu durum Barthes’ın yazar ve yazman ayrımında da kısmen görülür. Yazman, “geçişli” bir figürdür, aktarmak için yazar, yazının başına aktarım amacıyla geçer. Yazar ise bir eylem olarak yazının bizatihi kendisine dönüşür.
“Yazman”ın gerçekleştirdiği bir etkinliktir, yazarın her zerresiyle kendini bıraktığı süreç ise bir eylem.
Yazman, yazının başına oturmadan önce bir “ağız” üstlenir. Bazen bir ideolojinin, bazen bir siyasi partinin, bazense kendi cemaatinin… Etkinliğinin aktarımdan ibaret olması da bu sebepledir.
Öte yandan, bu “üstlenilmiş ağızlara” rağmen yazman da tam olarak radikal demokratik yazının sefaletine uygun düşen bir kavram değil. Çünkü günümüzde yazının asli kaygısı “okunmak”…
Maurice Blanchot’nun belirttiği gibi okunmak için yazılan bir metnin faili yazar değil, uğruna yazıldığı kitledir aslında.
Bu sebeple, böylesi metinlerin oturup çözümlenmesi gerekmez. Çünkü, zaten mevcut anlamların versiyonlarından biridir.
Yazar ortadan kalktıkça anlam dünyamız daralıyor, klişeler genişliyor, hemen her cenah kendi klişesinin militanına dönüşüyor bu anlamda.
Yazı çoğaldıkça hadsizliği eti ve kemiğiyle üstleniyor. Anlam üretme kaygısını bir yana bırakıyor ya da bunu, yazabilen herkesin yapabileceğine hükmediyor.
Yazı bugün, yazarın küstahlığı ve hadsizliği ile var olabiliyor ancak. Yegâne koşulu bu hadsizlik… O yüzden yazı çoğaldıkça yazar bataklığa saplanıyor.
Çağdaşlık ve Güncellik Ayrımı
Yazarın selasının okunması çağdaşlık denen olguyu da paramparça edecek türden. Çünkü yazar, her şeyden önce anakronizmi ile çağına müdahale edebilen bir figür.
Tam da bu anakronizmi ile, yani güncel olanla arasındaki irtibatsızlık sayesinde, gerçek anlamda çağdaşlığı deneyimleyebiliriz. Canetti’nin dediği gibi, çağımızın tiryakisi olabiliriz.
Güncel olanın buyruklarına kapılıp “Ne yapıyoruz?” sorusunu sözlüklerimizden çıkararak savrulmamak için yazarın ve onu var eden koşulların varlığı gerekiyor.
Güncelin apaçık ve boşluk bırakmayan gerçekliğinin, çağdaşlığın kendisiyle bir tutulmasının sonuçlarını Dünya, yaşadı ve yaşıyor.
Yazarın selasını okurken, yani sadece kulakların peşinen kabul edeceği anlam kırıntılarını görülür ve duyulur kılarken, güncelin o anında insana hükmeden yargılarına boyun eğiyoruz.
İnanın, terör dönemiyle özdeşleştirilen Jakobenler bile bir insana bu denli hükmetmeyi hayal edemezdi.
Tanpınar’ın “firari hakikatler” olarak tanımladığı, bir çağın karanlıkta kalan ve karanlıkta kaldığı için onu kolaylıkla karakterize edebilen yönlerini görmek çağdaşlığa has bir husustur, güncelin papağanlığına değil.
Çağ güncelin pençesinde, papağanlar memnun, yazar ise toprağa gömülmek üzere…
Fotoğraf: Yannick Pulver