“Hükümdarlardan, devlet adamlarından ve halklardan;
tarihten ders almaları istenir. Ancak deneyim ve tarih,
halkların ve hükümetlerin tarihten bir şey öğrenmediğini ve
asla tarihten çıkarılabilecek derslere göre hareket etmediğini öğretir.”
G. W. Friedrich Hegel, Die Vernunft In Der Geschichte (Tarihte Akıl)
Pax Romana (yaklaşık 207 yıl) ve Pax Ottomana (yaklaşık 135 yıl) olarak adlandırılan görece barış dönemlerini bir kenara bırakırsak, Doğu Akdeniz havzası tarihin başlangıcından bu yana dünyanın en çok savaşa sahne olan bölgelerinden biri olmuştur. Tarihte bilinen ilk yazılı barış antlaşması burada yapılmıştır (Kadeş Barış Antlaşması) ve İbrahimi dinlerin anlatılarına göre tarihin sonunu getirecek Armageddon Savaşı da bu coğrafyada gerçekleşecektir.
İsrail-Filistin çatışması da bu uzun tarihin bir parçasıdır ve meseleye sağlıklı bir bakış açısı geliştirmek için coğrafyanın tüm tarihine kadim derinliğine kadar hakim olmak gerekmese de, bugün dünya kamuoyunun gözleri önünde cereyan eden dehşet verici sahneler, tarihi ve siyasi koşullar paranteze alınarak doğru şekilde değerlendirilemez. Bu nedenle, yirminci yüzyılın başındaki manzarayı kısaca gözden geçirmek gerekir.
Osmanlı İmparatorluğu’nun son yüzyılı adeta sonuna yaklaşan bir filmin hikayesinin zirve noktasına varıp hızla çözülüşü gibi yoğun geçmişti. Balkan Savaşlarındaki hızlı ve aşağılayıcı yenilginin ardından, aydınlar ve genç subaylar arasında örgütlenen ikinci nesil Jön Türkler, Sultan Abdülhamid’i tahttan çekilmeye ve otuz yıldır askıya alınmış olan anayasayı yeniden yürürlüğe koymaya zorladı.
Kısa bir süre sonra yeni meşrutiyet yönetimi, İmparatorluğu Birinci Dünya Savaşı’na soktu ve İmparatorluğun son kuşağı savaş koşulları altında sancılı bir iç muhasebeye girişti. Daha sonra yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin en önemli aydınlarından biri olacak olan Falih Rıfkı Atay, Cemal Paşa’nın yaveri olarak Suriye Cephesi’nde görev yaparken yazdığı Zeytindağı adlı kitabında şu tespiti yapar:
“Suriye, Filistin ve Hicaz’da ‘Türk müsünüz?’ sorusunun birçok defalar cevabı ‘Estağfurullah’ idi. Bu kıtaları ne sömürgeleştirmiş ne de vatanlaştırmıştık. Osmanlı İmparatorluğu buralarda, ücretsiz tarla ve sokak bekçisi idi.”
Atay’ın anlatısında öfke ve hayal kırıklıklarının yoğunluğu hissedilse de bu noktada abarttığını söylemek adilane olmayacaktır. Gerçekten de klasik döneminden yıkılışına kadar İmparatorluğun Arap dünyasıyla neredeyse sadece mali bir ilişkisi vardı: Merkezden gönderilen yöneticiler ne asker topluyor, ne de yerleşik mülkiyet yapısına en ufak bir müdahalede bulunuyordu; sadece toplanan vergileri hazineye gönderiyorlardı. Böylece İmparatorluk dağılırken bölgenin demografik ve kültürel yapısını, aşağı yukarı aldığı dönemdeki gibi bıraktı demek çok yanlış olmayacaktır.
Osmanlı İmparatorluğunun çöküşüyle birlikte Doğu Akdeniz’in jeopolitik manzarası sismik bir değişim geçirdi. İngilizler ve Fransızlar Sykes-Picot Anlaşması ile Orta Doğu’yu paylaştılar. Bu arada, 1917’de İngiltere’nin, Filistin’de “Yahudi halkı için ulusal bir yuva” kurulmasını desteklediğini ifade ettiği Balfour Deklarasyonu ile bir başka önemli gelişme daha yaşandı.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında Holokost’un dehşeti, arkasında uzun bir gölge bırakarak uluslararası toplumun Yahudilerin anavatan istekleri konusundaki tutumunu etkiledi. Birleşmiş Milletler 1947’de bir bölünme planı önerdi ve 14 Mayıs 1948’de İsrail Devleti’nin kurulmasının yolunu açtı. İsrail’in bağımsızlık ilanı, tarihi bir ana işaret etmekle birlikte, günümüze kadar devam eden İsrail-Filistin çatışmasının da fitilini ateşlemiştir.
Bu satırları yazmaktaki amacım, ortalama bir okurun kolaylıkla öğrenebileceği 20. yüzyıl siyasi tarihinin bu bölümünün kronolojisini tekrarlamak değil elbette. Mesele şu ki bu gelişmeler, Shakespeare’in Venedik Taciri‘nin satırları arasında yankılanan ve Dreyfus Davası’nda aniden patlak veren, yüzyıllardır Avrupa’nın siyasi ve sosyal tarihine içkin bir unsur olan ve üzerine aynı adla kitaplar yazılan (bkz. Zur Judenfrage [Yahudi Sorunu Üzerine], Karl Marx) ünlü Yahudi Sorunu bağlamı göz ardı edilerek anlaşılamaz.
Bu bağlamın önemi nedir? Cevap çok basit: Bu tarihsel gelişmeler bir anlamda meşhur “Yahudi Sorunu”nun, tarihinde böyle bir sorun olmayan Ortadoğu’ya Avrupa’dan ihraç edilmesi anlamına gelmektedir. Üstelik bu ihraç Antisemitizm gibi “yan ürün”leriyle birlikte Orta Doğu’ya gelmiştir.
İkinci Dünya Savaşı sırasında Kudüs Müftüsü Emin el-Hüseyni ile Naziler arasındaki uğursuz ilişkiler bunun miladı olarak kabul edilebilir. Zira, Müslümanların kutsal kitabında Yahudilere yönelik kimi aşağılayıcı ifadeler olsa da, Birinci Dünya Savaşı’yla birlikte imparatorluğun çözülüp geriye başıboş bir coğrafya bıraktığı o tarihsel eşiğe dek, (Avrupa’da olduğu gibi) yeknesak ve sürekliliği olan bir tarihsel olgu olarak antisemitizm hiçbir zaman İslam dünyasının içsel bir unsuru olmamıştır. Dolayısıyla, güncel olarak Siyonist işgalin vahşetini göğüsleyen Filistin halkına, tarihsel olarak oluşumunda hiçbir payının olmadığı Yahudi Sorunu’nun bedeli ödetilmektedir.