[voiserPlayer]
Başkalarını mahkûm etmektense onları anlamak için
çaba harcamaktır tercihim.
Stefan ZWEIG
Fotoğraf siyah-beyaz ve tüm siyah-beyaz fotoğraflar gibi kompozisyondan bağımsız bir şekilde samimi bir hüzün yayıyor. Adamla kadın el ele tutuşmuş, yan yana yatıyorlar. İkisi de özenle giyinmiş. Sanki bir yere gitmeden önce öğle vakti pek de hesapta olmayan bir şekerleme yapıyor gibiler. Yanlarındaki komodinin üstünde bir lamba, bir şişe, su bardağı, bir kibrit kutusu ve bozuk paralar seçilebiliyor. Hayata dair pratik eşyalar. Kadın başını adamın omzuna koymuş, güvenli ve huzurlu bir uykuya dalmış. Adamın ağzı açık kalmış, her an kendi horlamasına uyanabilir.
Bu fotoğrafa baktığımda hep böyle düşünmek isterim: Birazdan uyanacak ve her zamanki gibi kendilerini bekleyen günün taleplerini yerine getirecekler… Oysa sadece edebiyat tarihinin değil, aynı zamanda insanlık tarihinin de en etkileyici ve en dramatik fotoğraflarından biridir bu. Evet, Stefan Zweig ve karısı uykuya dalmışlar, ama bunun önceki uykulardan bir farkı var; bir daha uyanmayacaklar.
Avusturyalı romancı Stefan Zweig’in Türkçe okur nezdindeki yeri hep farklı olmuştur. Ancak son birkaç yılda ona duyulan ilgi şaşırtıcı şekilde artmıştır. Öyle ki Zweig’in Türkçe çevrilen eserlerinin sayısı İngilizce ve Fransızcaya çevrilenleri geçmiştir. Bunda sanırım edebi zevkin yanında, psikolojik ve sosyo-kültürel faktörler de rol oynamaktadır. Farklı yayınevleri de bu ilgiden faydalanmak için bazıları şüpheli çevirilerle onun zengin külliyatını birbiri ardına piyasaya sürmüştür.
Peki Zweig’i bizim için farklı kılan ya da onu ailemizin romancısı yapan şey nedir? Bütün dünya Orwell okurken, biz neden Zweig okumaktayız? Ondaki acı aroma bize niye tatlı gelmektedir? Bu sorulara tatmin edici bir yanıt vermek çok güç. Ancak belki onun edebi kişiliğinde ve yaşadığı dönemde bazı ipuçları bulunabilir.
Stefan Zweig Kimdir?
Varlıklı ve kültürlü bir Yahudi ailenin çocuğu olarak 1881 yılında doğan Zweig roman, öykü, tiyatro, şiir, biyografi, deneme, anı, gezi türlerinde kırktan fazla eser veren ve yaşadığı dönemde son derece popüler olan bir yazardı. Zweig edebiyatın bir uğraş değil, ölümüne bir tutkuyla, bir tür kendini adamayla, bir ömür vakfedilerek yaşanacak ikinci bir hayat olduğuna inanan ve yazmak için yaşayan yazarlar grubuna aitti. Öyle ki bu aşırı tutku, tıpkı aşırı dozda alınan bir ilaç gibi, hayata bağlamak yerine sonunda onu hayattan koparacaktı.
Küçük yaşlardan itibaren şiirle başlayan edebiyata duyduğu yoğun ilgi, daha sonra farklı dilleri öğrenerek çeviri ile sürmüş, ardından kendi eserlerine yoğunlaşarak kısa sürede ünü ülke dışına yayılmıştır. Ne dediği merak edilen tanınmış bir yazar olduktan sonra Birinci Dünya Savaşı karşıtı açıklamalar yaparak şimşekleri üstüne çekmiştir. Ama yine de geri adım atmamıştır. Naziler iktidarını pekiştirdikten sonra da Zweig için ülkesinde kalmak her geçen gün iyice zorlaşmıştır. Sonunda toplu kitap yakma ayinleri ve sorguya çağrılmalara daha fazla dayanamayarak ülkesini terk edip sürgün yıllarının ilk durağı olan Londra’ya yerleşmiştir.
Hitler’in Avrupa yürüyüşü devam ettikçe Zweig İngiltere’de de rahat edememiş ve New York’a geçmiştir. Ama Amerika ona hiçbir zaman sıcak gelmemişti. Hayali; bir konferans sebebiyle gittiği, büyük fikirlerden ve kibirden uzak bulduğu, duygusal bir ülke diye tanımladığı ve çok kültürlü yapısına hayran kaldığı Brezilya’ya yerleşmektir. Bunu da yapmıştır sonunda. Burası onun son durağı olacaktır. Hitler’in ilerleyişinin durdurulamaz olduğunu düşündükçe yaşadığı buhran daha da ağırlaşacak ve nihayet Brezilya’da bile nefes alamaz bir hâle gelecektir.
Korku iklimi denilen olgu tam da böyledir. Bazen onu olduğundan daha büyük, yaşanılan şeyleri daha çıkışsız buluruz. Elbette Hitler’in saçtığı yıkım, tartışmasız şekilde son derece derindir. Zweig bu yıkımı Latin Amerika’da, Avrupa’da olduğu gibi yoğun hissetmiştir.
Karakterler, Konular, Üslup
Zweig’in romanlarında psikoloji ön plandadır. Okur bir gerilim hikâyesi okur gibi onun kahramanlarının çelişkili düşüncelerinde dolaşır. Romanlarındaki dış gözlemlerin çoğu iç gözleme hizmet ettiği için vardır. Yani onun kahramanları köpüklü denize bakıp sigara içerken, bir yabancıyı ilgiyle dinlerken ya da bir kadını takip ederken de aslında hep kendi ruhunun derinliklerine bakmaktadır.
Zweig’in kahramanları, kendisinin de çok sevdiği ve hakkında unutulmaz bir biyografi yazdığı Dostoyevski kahramanları gibi, yaşadıkları ama terk edemedikleri tutkuları yüzünden büyük zihinsel acılar çekerler. Zweig için Freud, “Onu Dostoyevski’ye tercih ederim” diyecektir. Ama Zweig kendisini hiçbir zaman büyük bir yazar gibi görmeyecektir. Balzac, Dostoyevski, Tolstoy ve Dickens üzerine yazdığı biyografilerde onlara duyduğu hayranlık, küçük bir çocuğun gece vakti yıldızlara bakıp da iç geçirmesini andırır âdeta. Romanlarındaki romantik tını, biyografi yazarken adeta doruklara çıkar. Ancak bu husus yazdığı biyografilerin aslında zayıf noktasıdır. İdealizasyon kimi yerde gerçekçiliğin önüne geçer.
Zweig’in romanlarındaki derin ve parlak psikolojik tahlillerin köklerini Alman felsefe geleneğinde aramak yanlış olmaz sanırım. Zira Zweig, edebiyatın yanında felsefeye de büyük ilgi duymuş, eğitimini bu alanda alarak felsefe doktorası yapmıştır. Nazi ideolojisinin Alman dili ve düşünce geleneğinden doğmuş olmasından dolayı büyük acı çekmiştir hep. Romanlarındaki bireysel varoluş sorularının, kahramanlarının zihinsel açmazlarının ve hastalık derecesine varan tutkularının kaynağı bu muazzam gelenekle kurulan ilişkiden gelmektedir.
Belki de Zweig’i farklı kılan, bu makro soruları, onları asla tematik olarak basitleştirmeden, ama daha arı bir dille bireysel bir zemine çekerek, felsefe ile hayat arasındaki makası açan zorlayıcı dili edebiyatla yeniden kurmayı başarabilmesidir. Zweig’in bunu başarabilmesinde çağına ait özel koşulların etkisi de kuşkusuz büyüktür.
Zweig’i derin bir çaresizliğe sürükleyerek ölümüne neden olan Hitler rejimi, bir yönüyle de onun kahramanlarının hapsoldukları psikolojik kafesin arka planını oluşturmuştur. Bazen bir oyuna, bazen bir kadına, bazen sadece kim olursa olsun biri tarafından sevilme ihtiyacına, bazen aşkın kendisine duyulan bu tutkunun çıkışsızlığı, onun ne yapılırsa yapılsın asla tatmin edilemeyecek olmasından gelir. Zira onun kahramanları o kadına, erkeğe ya da aşkın kendisine asla zihinlerinde düşledikleri şekilde sahip olamazlar. Ama trajedi, sonunda bunu anladıkları anda başlamaz; işler daha da kötüdür: Zweig’in kahramanları bunu en başından itibaren bilirler. Onlar adeta o şekilde doğmuşlardır ve ortada bu yazgıyı değiştirecek bir irade de mevcut değildir.
Okur Zweig’i okurken bu çıkışsızlığın daha dışsal olduğunu, kendisini özdeşleştirdiği kahramanın mutsuzluğunun çok daha güçlü bir kaynaktan geldiğini düşünmeden edemez. Zweig’in kahramanları sisteme, ideolojiye, tanrıya, aşka, hayata karşı çaresizdir. Arada umut parlamaları yaşayarak bir süre direnirler, ama sonunda kendilerinden daha büyük olan o güce yenildiklerini kabul ederler. Ama bu kabul edişte bile bir çeşit soyluluk ve zarafet vardır. Zweig’in kahramanları, o çok sevdiği Dostoyevski kahramanları gibi, bunu tevekkülle kabul etmezler; daha aristokratik bir ethos ile kaderleriyle yüzleşirler.
Bu yenilmişlik duygusu romanlarının örüntüsünü oluşturmaktadır. Kahraman çoğunlukla geçmişindeki, kefareti tüm hayatla ödenen bir olayla hesaplaşma hâli içindedir. Zweig’in özellikle son dönemlerinde sonu karanlık biten öykülerinin en can alıcı yerleri, ruhsal ayrıntılar diyebileceğimiz kahramanlarının yaşadıkları duygusal dönüşümlerdir. Zweig bunları oldukça etkileyici bir dille ve hakiki bir sevgiyle anlatırken o bireysel çıkmazdan kolektif bir yazgı çıkarır. Onun satırlarında geleceği karanlık Avrupa’nın yazgısı tüm insanlığın yazgısı olur.
Gönüllü Ölüm
Stefan Zweig 22 Şubat 1942’de, tıpkı yazdığı Amok Koşucusu gibi çılgınca bir koşudan, ama ondan farklı olarak önüne çıkan her insan tarafından öldürülmekten yorgun bir şekilde, Brezilya’da bir bungalovda hayatına son verir. Ondan geriye kitaplarının yanında, en az kitapları kadar etkileyici ve acı verici olan o fotoğraf karesi de kalır. Belki de bazen donmuş bir görüntü binlerce kelimenin yapamayacağı etkiyi yapar. Bazen faşizmin tüm dehşeti bir uyku gibi görünen huzurlu bir ölümde ortaya çıkar.
İntihara giden süreçte onu en çok etkileyen yazarın, o dönemde onun hakkında bir monografi de yazdığı Montaigne olduğu söylenir. En gönüllü ölüm, ölümlerin en güzelidir… O anda Zweig’in yanında ikinci eşi Lotte vardır. Birbirlerine sarılmış bir halde bulunmuşlar, faşizmin dünyaya hâkim oluşuna tanık olmak istememişlerdir. Çok değil, üç yıl sonra Hitler de uzatmalı sevgilisi çiçeği burnunda karısı Eva Braun’la Stalin’in eline geçmemek için aynı sonu tercih edecektir. Hayatın tuhaf bir ironisi, faşizmin en büyük uygulayıcısıyla ona hayatı pahasına direnen yazar benzer şekilde ölmüşlerdir.
Ancak bilindiği üzere, faşizm kılıklar değiştirerek yaşamaya devam etmektedir.