[voiserPlayer]
Siyaset bilimi ve uluslararası ilişkiler literatürü, Türkiye’nin 2002 sonrası yaşadığı macerayı ele alırken birbirine zıt iki dönemden bahseden makaleler ile doludur. Adalet ve Kalkınma Partisi, 2013 senesine kadar reformcu ve hatta devrimci bir parti olarak anılır. Askeri vesayete karşı mücadele eden, sivil özgürlüklerin alanını genişleten ve ülkenin kadim özgürlük sorunlarına çözüm arayan bir AKP resmedilir. Bu arayışın ise askeri bürokrasiye dayanan sosyal, ekonomik ve siyasi aktörlerin direnişiyle karşılaştığı yazılır. İmtiyazlı ve kibirli beyaz Türklere karşı mütevazi ve diyalogdan yana muhafazakarlar, kamunun sağladığı ayrıcalıklarla serpilmiş İstanbul burjuvazisine karşı sermayesini Anadolu halkının el emeğine göz nuruna dayandırmış Anadolu kaplanları ve askerlerin çizdiği sınırlar içerisinde siyaset yapmaya alışmış statükocu partilere karşı ülkeyi dünyaya entegre edebilecek reformları gerçekleştirmeye çabalayan AKP…
Gezi Protestoları sonrası ise bu tablonun tedrici olarak değiştiğini söyleyebiliriz. AKP’nin gittikçe artan otoriter tonu birçok akademisyen ve entelektüelin tepkisiyle karşılaştı. Ülkenin demokrasi patikasından hızla uzaklaştığı, hak ve özgürlüklerin tehdit altında olduğu ve evrensel değerlerin artık AKP politikaları üzerinde sınırlandırıcı bir etkisi olmadığı yazıldı, çizildi. Bu konuda gelinen nihai nokta, AKP’nin demokratik reformları yapmak bir yana, otoriterlik inşa etme sürecine girdiğine işaret eden yazıların literatürde ağırlık kazanması.
Her iki görüş de önemli bir noktayı gözden kaçırmaktadır çünkü AKP’ye biricik veya istisnai olma sıfatını atfetmekten kurtulamamışlardır. Yani, Türkiye’yi 2013 senesine kadar demokrasi patikasına sokan AKP’nin istisnai çabalarıyken, bu tarihten itibaren ivmelenen otoriterleşme eğilimi de AKP’nin olağandışı hırslarından kaynaklanmaktadır. Bu analizin zayıf noktası sadece AKP içindeki politika belirleyen “aklın” dönüşümlerine odaklanmasıdır. Bu metodoloji ise haliyle bahsi geçen “aklın” kadir-i mutlak bir güce sahip olduğunu varsaymakta ve bu “aklın” içinde bulunduğu yapılarla bir ilişkisi olduğunu hesaba katmamaktadır.
Açık konuşmak lazım. Bu “akıl” diyerek gizemli bir hava verdiğimiz kavram aslında Recep Tayyip Erdoğan’ın şahsına ve strateji belirlerken görüşlerini aldığı yakın çevresine tekabül ediyor. Dolayısıyla, Erdoğan’ın hem yönettiği AKP ile hem de devlet ile olan ilişkisini incelemek, Türkiye’nin yaşadığı dönüşümü onun kişisel dönüşümüne hapsolmadan değerlendirme imkânı sunacaktır. Böylece kişisel bir dönüşümden çok yapısal bir dönüşümün varlığına işaret edebiliriz. Bunun için, AKP’nin 2002 yılında başlayan iktidar etme sürecini 3 faza ayıracağız.
Birinci Faz: Erdoğan < AKP < Devlet
Adalet ve Kalkınma Partisi, klasik bir siyasal İslamcı parti olan Refah Partisi’nin “yenilikçiler” olarak bilinen kanadı tarafından geliştirilen bir projeydi. Ancak bu hareket, Erbakan’ın arkaik programını eleştiren yeni kuşak İslamcıların siyaset yapma hevesinin ötesinde bir şeydi. İlker Aytürk’ün isabetli bir şekilde belirttiği gibi, AKP’nin kuruluşu, 1980li yıllarda başlayan post-Kemalist anlatının iddialı bir siyasi aktörde tecessüm ettiği ve sahneye çıktığı andı. Zira Kemalist hikâyeyi inandırıcı bulmayan, eleştirel yaklaşan birçok liberal ve sol aydın için AKP’nin işlevi mukadder olan bir hesaplaşmayı gerçekleştirmekti. Bunun için AKP’yi sadece İslamcıların kurduğu ve yürüttüğü bir parti olarak tanımlamak hatalı olacaktır. Ziya Öniş, muhafazakâr küreselciler diyor AKP etrafında toplanan koalisyonu tanımlamak için. Bu terim, muhafazakâr toplum kesimleri ile küreselleşme sürecine adapte olmak isteyen aktörlerin aynı çatı altında buluştuğunu iddia ediyor. Zira Kemalizm’in ulus devlet ve laiklik eksenine sıkıştırdığı politika yapma alanı, sivil siyasetçilerin toplumun sorunlarını çözecek politikalar üretmesine mani olmuş, bu durum ise birçok toplum kesiminin memnuniyetsizliği ile sonuçlanmıştı.
AKP’nin İslamcı parti kimliğinden arınma arzusu kuruluş dönemi metinlerinde, parti programında ve seçim bildirgelerinde hemen fark edilir. Evrensel değerler, bu metinlerde bir liberal akademisyenin kaleminden çıktığı hemen anlaşılacak bir jargon ile savunulmuştur. Partinin iç kompozisyonu da baskın bir İslamcı görüntü vermekten ısrarla kaçınmaktadır. Kürşat Tüzmen, Yaşar Yakış, Ertuğrul Günay, Zafer Üskül, Ertuğrul Yalçınbayır, Erkan Mumcu gibi bürokrasinin, merkez sağın ve ılımlı solun birçok ismi partinin vitrininde yer almıştır. Çekirdek kademede ise, Refah Partisi’nden kopan yenilikçi kanadın popüler isimleri Abdullah Gül, Bülent Arınç ve Abdüllatif Şener, Recep Tayyip Erdoğan’ın yönetim yetkisini hem paylaşmış hem denetlemiştir. Yani, Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarının ilk yıllarında Recep Tayyip Erdoğan’ın tek başına kontrol edemediği, kararlarını müzakere ederek almak zorunda olduğu ve gücü paylaştığı bir yapıdır.
Bu dönemin alametifarikası elbette ki, AKP’nin “Kemalist vesayet” denen soyut yapı ile giriştiği mücadeledir. Bu soyutluk, vesayet kurumları olarak görülen ordu ve yargı gibi kurumların otonomisi ihlal edildikçe ve sivil hükümete bağlandıkça somut bir hal aldı. Yani, AKP’nin devleti tam anlamıyla yönetir hale gelebilmesi yaklaşık 10 seneye yayılan bir süreç sonunda mümkün olabildi. Bu süreçte, parti içi istişare mekanizmalarının etkin bir şekilde işletildiğine ve AKP’nin iç kompozisyonunun olabildiğince renkli olmasına dikkat ettiğini, hatta “Kemalist dönemden” tevarüs eden kurumların direnişinin kırılmasında bu durumun önemli bir rol oynadığını belirtmekte fayda var.
Nihayetinde, birçok akademisyen ve entelektüelin demokratikleşme süreci olarak tanımladığı dönem aslında, Recep Tayyip Erdoğan’ın gücünü hem parti içindeki isim ve farklı ideolojik klikler ile hem de devlet kurumları ile paylaşmak zorunda olduğu, müzakere etmeden politika belirleyemediği bir yapıya işaret ediyor. Diğer bir ifadeyle, Erdoğan’ın yönetim kapasitesini tam olarak yansıtamadığı, uygulamaya geçiremediği bir tablo bu. Dolayısıyla, Erdoğan’ın kişisel siyasi kariyeri de bu yapıdan ziyadesiyle etkilendi ve bahsi geçen yıllar arasında onun güç alanı keskin ve dramatik bir sıçrama gösteremedi. 2007 senesindeki Cumhurbaşkanlığı için Abdullah Gül’ün aday olmasına razı oldu; seçimler öncesi aday belirleme süreçlerinde birçok klikle uzlaşmak zorunda kaldı. Öte yandan devlete karşı da istediği etki alanını, Kemalist bürokratlar tasfiye edilmesine rağmen, yakalayamamıştı çünkü bu tasfiye sürecini organize eden Fetullahçılar kendi otonom alanlarını oluşturmayı başarmışlardı. Günün sonunda, 2013 senesine gelindiğinde, AKP önemli bir iş başarmıştı ancak Erdoğan politika yapım sürecinde, hem partisinin içine hem de Fetullahçılar tarafından işgal edilen devlete karşı taviz verme, onlarla müzakere etme zorunluluğu içindeydi.
İkinci Faz: Erdoğan=AKP=Devlet
Türkiye 2013 senesinden bu yana, sürekli olarak olağanüstü günlerden geçmekte. Bu süre zarfında Türkiye’de yaşayan insanlar, gözle görünür bir şekilde siyasi özgürlüklerini, hukuki garantilerini ve ekonomik refahlarını kaybettiler. Bütün bu gelişmelere paralel olarak Recep Tayyip Erdoğan’ın AKP ve devlet ile olan ilişkilerinde de dramatik değişimler meydana geldi. Bu iki olgu arasında, yani ülkenin olağanüstü günler yaşaması ile Erdoğan’ın AKP ve devlet ile olan ilişkisinin değişmesi arasında, korelasyonun ötesine geçen bir neden-sonuç ilişkisi olmadığını düşünemeyiz. En azından siyaset bilimciler olarak bunu yapamayız. Zira ülkenin yaşadığı yönetim krizi ile Erdoğan’ın dengelenmediği ve denetlenmediği bir sistem içerisinde karar alması arasındaki ilişkiyi yok sayarsak sadece komplo teorilerinin sunduğu ölçülemeyen, doğrulanamayan ve yanlışlanamayan değişkenleri konuşmak zorunda kalırız.
Öte yandan, Erdoğan’ın AKP ile olan ilişkisinin nasıl değiştiğini gözlemleyebiliriz. Birçok insan pek önemsemese de, ben bu değişimi AKP İstanbul İl Başkanı Aziz Babuşçu’nun sözleri ile başlatma taraftarıyım. Babuşçu, artık liberaller ile olan işbirliğinin sona erdiğini ve önümüzdeki dönemin bir yeniden inşa dönemi olacağını söylemişti. Bu açıklamadan sonra Gezi Protestoları ve 17/25 Aralık gibi hadiseler yaşandı. Her iki hadise de, AKP içindeki psikolojiyi ve dengeleri değiştirdi. Gezi sonrası, uzun süredir kendisini toprağın altına gömmüş, özellikle sol kesimde ulusalcılara ve sağ kesimde ise Milli Mücadelecilere has komplocu dil yüzeye çıkmaya başardı. Gezi’nin kendiliğinden gelişen bir sosyolojik vaka olduğunu kabul etmek istemeyen Erdoğan, protestocuları yatıştırmak ve uzlaşmak yerine, toplumsal kutuplaşmayı arttıracak akıl dışı söylemleri benimsemekten imtina etmedi. Gezi protestocularının parkta kurdukları çadırlarda atom bombası üretmeye çalışmasından olayların arkasında Sırp Otpor örgütü olmasına kadar birçok ipe sapa gelmez görüş ortalığa saçıldı. Kutuplaştırıcı ve kriminalize edici dil işe yaradıkça, protestocular ile uzlaşma vaaz eden Abdullah Gül, Bülent Arınç ve Ali Babacan gibi ılımlı isimlerin Erdoğan ile ilişkisi değişti. Erdoğan, AKP seçmenini, iktidarı korumak için itidal ve sağduyunun yetersiz olacağına ikna etti. Yiğit Bulut ve Melih Gökçek gibi agresif ve popülist isimler kriz anında daha etkili oluyordu. Dolayısıyla, Arınç, Gül, Babacan gibi isimlerin sağduyulu yaklaşımı bir süre sonra sadece yetersiz değil aynı zamanda AKP’nin iktidarına kast eden zararlı eğilimler olarak görüldü.
Parti çevrelerinden liberallerin yavaş yavaş uzaklaştırılması ve ılımlıların sindirilmesi 17/25 Aralık sürecinde hız kazandı. Fetullahçı savcı ve polislerin başlattığı operasyon Erdoğan’ın yakın çevresini hedef alan bir yolsuzluk operasyonu gibi görünse de AKP’nin siyasi iktidarını sona erdirme potansiyeli taşıyordu. Bu saldırı, AKP’nin siyasi geleceği ile Erdoğan’ın siyasi geleceğini birbirine daha sıkı bir şekilde bağladı. Gezi ile başlayan, komplocu ve agresif dil artık daha sistematik bir şekilde medya organları ve sosyal medya trolleri tarafından yayılmaya başlandı. Öyle ki, yaşanan sorunu makuliyet ve hukuk çerçevesinde çözmeyi öneren parti içi sesler büyük bir hızla radikalleştirildi ve bastırıldı. Bu süreç, 2014 senesinde görev süresi dolan Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün, yeniden AKP’ye dönmesinin engellenmesiyle taçlandı.
Cumhurbaşkanı olarak seçilen Erdoğan, AKP’yi ise daha çok Abdullah Gül ile yakınlığı ile bilinen Ahmet Davutoğlu’na emanet etti. Bu sayede, karşısındaki ılımlılar bloğunu iyiden iyiye bölmeyi ve Abdullah Gül’ü ustaca partinin dışına itmeyi başarmıştı. Davutoğlu’nun Erdoğan’a tam anlamıyla ram olduğunu ve onu dengelemekten kaçındığını söyleyemeyiz. Başbakanlığı süresince kendi otonom alanını korumaya özen gösterdi Davutoğlu. Hatta 7 Haziran seçim sonuçlarını kabullenmeye ve CHP ile bir koalisyon hükumeti kurarak Erdoğan’ın anayasal sınırlar içinde kalmasını sağlamaya çalıştı. Bununla birlikte Avrupa Birliği ve Amerika Birleşik Devletleri ile Erdoğan ve yakın çevresinden daha yakın ilişkiler kurmayı başardı. Böylece Erdoğan’ı dengeleyebileceğini düşündü. Ancak bu stratejiler pek işe yaramadı. 2016 senesinin Mayıs ayında istifa etmeye zorlandı ve buna direnmeyi seçmedi. Böylece, Erdoğan’ın parti içerisindeki hegemonyası pekişti ve alternatif sesler bastırıldı. Artık AKP içinde otonom alana sahip hiç kimse kalmamıştı.
Erdoğan’ın devlet ile kurduğu ilişki ise 7 Haziran sonrası biten çözüm sürecinden ve 15 Temmuz başarısız darbe girişiminden ziyadesiyle etkilendi. Erdoğan, siyasette, bürokraside, medyada, sivil toplumda, akademide kendisi iktidar alanına tehdit olarak gördüğü isimleri kişisel bir husumet ile değil devlet politikası icabı ve ulusal güvenlik gerekçeleriyle tasfiye etmeyi başardı. Bir diğer ifadeyle, Erdoğan kendi rakiplerini kendi siyasi ikbali adına sindirmek gibi kaba bir yolu tercih etmedi. Bunun yerine, kişisel meseleleri ile devlet meselelerini birbiriyle uyumlu hale getirdi. Bu strateji, Erdoğan’a muhalefet etmek ile devletin güvenliğini tehlikeye atmak arasında hiçbir gri alan bırakmadı. Gerek PKK terörizmi gerekse Fetullahçıların devlete sızma ve devlet imkânlarını kullanarak iktidarı şiddet yoluyla değiştirme gayretleri, Erdoğan’ın benimsediği politikayı meşrulaştıran ve onun devlet ile bütünleşmesini estetik hale getiren unsurlardı. Yani, ortaya çıkan tablo, kişinin keyfi kontrolünde olan bir devletten ziyade devletin âli çıkarlarına hizmet eden ve tehlikelere karşı teyakkuz halinde olan bir devlet adamına işaret ediyordu.
2013 yılından itibaren başlayan Erdoğan=AKP=Devlet denklemi, Erdoğan’ın siyasi kariyerinin ve iktidar alanının hem parti içinde hem de devlet nezdinde genişlemesini beraberinde getirdi. Türkiye başkanlık sistemine geçti ve Erdoğan genişletilmiş yetkilerle cumhuriyetin ilk başkanı olarak göreve geldi. Devlet ile milli güvenlik üzerinden sağladığı bütünleşme, oldukça gümrah ve kullanışlı bir alan yarattı. Bu sayede, muhalif sesleri kriminalize etmek ve devletin meşru vatandaş tanımının dışına itmek, seçmenin gözünden düşürmek mümkün oldu. Bu sayede, hükümet etmek yaratıcı bir politika üretme sürecinden çıktı. İktidarının ilk yıllarında seçmenlerin ilgisini çekebilmek için atılan pragmatik ve akılcı adımlar yerini hoyrat bir tavra bıraktı. Şüphesiz ki bu hoyratlık, izlenecek her hangi bir politikanın üretebileceği olumsuz sonuçların milli güvenlik söylemleriyle kolaylıkla üstünün örtüleceğine ve muhalefete bu olumsuzluğu sömürme imkânı tanınmayacağına duyulan güvenden kaynaklanıyordu. Erdoğan’ın yükselen enflasyonu bile ülkemizin istikrarını ve gelişmesini arzu etmeyen dış güçlerin operasyonu olarak ele alması bu eğilimin en bariz örneğiydi.
Üçüncü Faz: Devlet<AKP<Erdoğan
Hali hazırda yeni bir yapı ile karşı karşıyayız. 31 Mart’ta yapılan yerel seçim sonuçları artık ikinci fazın daha fazla sürdürülemeyeceğini gösteriyor. Bunun iki sebebi var. Birincisi, milli güvenlik ekseninde yapılan siyasetin AKP ile MHP’yi sadece yaklaştırmakla kalmaması aynı zamanda AKP’yi gittikçe eritmesi, MHP’yi güçlendirmesi. Zira bu ittifakın sorumluluk almayan üyesi olan MHP, sistem içerisindeki tek meşru muhalefet partisi olarak kaldı ve AKP’den memnun olmayan seçmenin rahatlıkla partisini terk ederek oy vereceği bir seçenek haline geldi. Böylece, iki partinin toplam oyu 24 Haziran seçimlerine göre değişmese de ittifak içindeki ağırlıkları değişti. Bu durum, Erdoğan’ın kişisel siyasi hayatındaki ilerlemenin AKP’nin hilafına bir durum oluşturduğu ilk defa gösterdi. Yani AKP=Erdoğan denklemi hiç ummadığı yerden yara aldı. Erdoğan’ın başkan olduğu ancak AKP’nin 1 Kasım 2015 seçimlerine göre seçmeninin yaklaşık üçte birini kaybettiği bir durum ortaya çıkarttı. Bu olgu beraberinde, AKP içi muhalefetin de sesinin daha yüksek çıkmasını getirdi. Olağan şüpheliler, Gül, Babacan, Davutoğlu, Arınç gibi isimler mevcut politikayı yüksek perdeden eleştirmeye başladılar. Bunu yaparken, AKP’li kimliklerini bir kenara bırakmamaya gayret ettiler. Bunu yaparken amaçları AKP ile Erdoğan’ı yeniden ayrıştırmaktı. Erdoğan ile AKP’yi birbirine eşitleyen denklemin sürdürülemez olduğunun farkındalar.
Dolayısıyla, YSK’nın 6 Mayıs günü aldığı İstanbul seçimlerini yenilenmesi kararı sadece İstanbul Belediyesi için değil aynı zamanda Erdoğan’ın AKP ile olan ilişkileri açısından da önem taşıyor. Alınacak bir seçim zaferi, Erdoğan’ın kazanımlarının AKP’ye kaybettirmediğini göstermesi açısından oldukça hayati. Ancak, eğer seçim yeniden kaybedilirse, Erdoğan ile AKP arasındaki ilişki ciddi şekilde sorgulanacaktır.
İkinci olarak, Erdoğan=Devlet denklemi de seçimlerden sonra oldukça sorunlu bir hal aldı. Seçimleri Ekrem İmamoğlu’nun kazanması Türkiye’de kişilerden bağımsız, özerk bir devlet kurumu olup olmadığının testine dönüştü. İmamoğlu’nun başkanlığının YSK tarafından tanınması ve yeniden seçim taleplerinin reddedilmesi, Erdoğan’ın devlet ile kurduğu simbiyotik ilişkinin sona ermesi anlamına gelecekti. Yani devletin, Erdoğan’ın kişisel siyasi manevralarından bağımsız bir kurum olarak varlığı tescil edilecekti. Mamafih bu olmadı. Bunun yerine YSK seçimlerin yenilenmesi kararını verdi. Bu karar, Erdoğan’ın devlet zırhına sardığı kişisel siyasi kariyeri açısından oldukça sorunlu bir durumun oluşmasına sebep oldu. Zira 7 Haziran ve 15 Temmuz sonrası, Erdoğan kendi siyasi gündemini, devletin güvenliğini sağlama vazifesini üzerine aldığı için, estetik bir şekilde takip etmeyi başarmıştı. Ancak YSK kararı ortada korunması gereken müstakil ve kurumsal bir devlet olmadığını gösterdi. Yani Erdoğan=Devlet denklemi Erdoğan>Devlet denklemine evrildi. Erdoğan’ın siyasi gündemini takip ederken devlet ile yakaladığı uyum estetiğini yitirdi, kaba bir hal aldı ve nihayetinde devlet kavramını zedeleyici bir hale geldi.
Ez Cümle
Türkiye siyaseti 23 Haziran gecesine kadar üçüncü fazın bunalımlarını yaşamaya devam edecektir. Bu aslında, devletsizlik bunalımıdır ve seçim süreci adil bir rekabetten daha çok her hangi bir kuralın olmadığı pornografik bir mücadele şeklinde ilerleyecektir. Bu süreç hepimizi bunaltacak ve can sıkıcı bir hal alacak muhtemelen. Seçimlerin neticesine göre, yeni bir faz başlayacaktır. Ya denklemden düşen değişkenler tekrar yerine dönecek ve aralarında yeni bir ilişki modeli tanımlanacaktır ya da bundan sonra her hangi bir denklem söz konusu olmayacaktır.