1 Temmuz Pazartesi gününden geçerli olmak üzere elektrikte, mesken abone grubu için yüzde 38, tarımsal faaliyetler abone grubu için yüzde 30, kamu ve özel hizmetler sektörü abone grubunun düşük kademesi için yüzde 38 ve yüksek kademesi için yüzde 20 oranında artış yapıldı.
Bu elektrik zammının tüketiciler için soğuk bir duş etkisi yaratması gayet normal. Fakat elektriğin son tüketici açısından fiyatı son üç yıldır ciddi bir sübvansiyona dayanmaktaydı. Aslında elektrik hâlâ çok ucuz! Bu konuyu biraz açalım.
Piyasa Takas Fiyatı (PTF), elektrik üretim maliyetlerinin belirlenmesinde kullanılan bir referans fiyatıdır. Bu yıl PTF ortalama 2000 TL/MW civarında. Oysa hane halkı fatura bedelleri (kademeli olarak değişmekle birlikte) 500-550 TL/MW’a denk geliyor. Yani PTF fiyatının 4 kat altında bir son fiyatlandırma görüyoruz. Bu sübvansiyonun birbiriyle bağlantılı iki temel sebebi var.
İlk sebep enflasyonist baskı. Elektrik üretim/servis maliyetleri en temel girdilerin başında geliyor. Kamu, zaten halihazırdaki yüksek enflasyonu baskılamak için hem sübvansiyonları hem de tavan fiyat mekanizmalarını kullandı, kullanıyor. Bunları gelecekte de kullanabilir. Bu zaman kipleri yatırımların öngörülebilirliği açısından gözleri “miyoplaştırıyor.” Yani, uzun vade yatırımları ne kadar azsa, gelecek elektrik fiyatı o kadar pahalı. Kısa vadeli ilaçlar uzun vade hasarları büyütebiliyor. Kısa vade ucuz elektriğin fırsat maliyeti…
İkinci sebep, kanunun açıkça belirttiği yürütme gücünün tüketiciye uygun maliyetli elektriği sağlama taahhüdü. 6446 sayılı Elektrik Piyasası Kanunu, elektriğin yeterli, kaliteli, sürekli ve düşük maliyetli sunulmasını hedefliyor. Burada tüketiciyi (bir yönüyle de seçmeni) koruma refleksi, kamuyu olanaklarını kullanmaya itiyor. Görünmesin istediğimiz el büyüyor. Ancak aşağıdaki grafik bizi, tam aksini iddia etmeye itebilir. Çünkü kamunun elektrik üretimindeki payı 15 yılda %60’dan %20’ye geriledi.
Fakat burada piyasanın başka dinamikleri devreye giriyor. Piyasanın %80’ini temsil eden özel sektör, kamunun üretici değil düzenleyici gücüne yenik düşüyor. Kamu-özel sektör ilişkisinin bu denli yoğun olmasındaki sebep; genel anlamda özel sektörün kamu politikasına sıkı sıkıya bağlılığı ve desteğine değil, piyasa içindeki yerini korumak/ileriye taşımak arzusuna dayanıyor. Özel sektör paydaşları her ne kadar şeffaflığı, liberalleşmeyi destekleseler ve kamu müdahalesine karşı dursalar da piyasada son söz “yapacak bir şey yok”tan öteye geçemiyor.
Yine de gelecek için karamsar bir tablo yok. Sektör güçlü, piyasa kurumları iyi bir zemine oturmuş durumda. Mayıs sonu itibariyle Türkiye’de toplam kurulu güç 110.000 MW’ı aştı. Güneş kurulu gücü hızlı artışını devam ettirerek 14.8 GW’a ulaştı. Toplam kurulu güç içinde güneş enerjisinin payı yaklaşık %13.5. Güneş kurulu gücü bu oranla ilk defa rüzgar kurulu gücünü aştı. Mayıs 2024 itibariyle toplam kurulu güç içerisinde yenilenebilir enerjinin payı %62 oldu. Hidroelektrik santrallerini hariç tuttuğumuzda modern yenilenebilir kaynakların payı %30.7’ye ulaşıyor. Bu açıdan yenilenebilir enerjide üretim maliyetlerinin hızlı düşüşü devam ettikçe bu alanlara olan ilgi de artıyor. Bir de nükleer enerji var tabii. Ekim 2024 itibariyle 4800 MW kurulu güce sahip ilk reaktörün devreye girmesiyle Akkuyu Nükleer Enerji Santrali’nin de Türkiye’deki enerji sepetine dahil olması planlanıyor.
2023’te yapılan düzenlemeler ışığında hibrit ve depolamalı santrallerin de yavaş yavaş enerji sepetine dahil olma süreci, emeklemeden adımlamaya geçmeye başlıyor. Bingöl’de devreye alınan Türkiye’nin ilk ve Avrupa’nın da en büyük hibrit elektrik santrali, Aşağı Kaleköy Hibrit Güneş Enerji Santrali 2021’de devreye alınmıştı. Türkiye’nin ilk yüzer güneş enerji santrali ise Keban Barajı üzerine Nisan 2024’te kuruldu. Buna benzer yenilikçi birçok çözümü görmeye devam edeceğiz. Depolomalı santrallerin maliyetleri ise hâlâ yüksek görülse de giderek düşüyor. Yeni kapasite ilanlarında depolamalı santrallerin sıklıkla öne çıktığını görüyoruz. 2023-2028 dönemi için EPDK tarafından 25 GW’tan fazla kurulu elektrik gücüne lisans verildi. Bu santrallerin inşaatına 2025’te başlanması öngörülüyor. Bu kapasite Türkiye’de Mayıs 2024 itibariyle mevcut olan kurulu gücün neredeyse dörtte birine denk geliyor. Ek olarak bu yıl itibariyle off-shore olarak bilinen deniz üstü rüzgar santralleri için teknik çalışmalar da başlıyor.
Rusya-Ukrayna savaşıyla birlikte elektrik üretiminde hammadde olarak kullanılan kömür ve doğalgazda görülen yüksek fiyat dalgalanmaları tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de elektrik üretim maliyetlerini ciddi oranda etkilemişti. Fakat Türkiye, bu üretim maliyetlerinin tüketiciye belki de en az yansıdığı ülkelerden biriydi. Tüketici açısından olumlu gözüken bu tutum, aslında Türkiye’de yeni yatırımların piyasa öngörülerini önemli ölçüde zedeledi. Buna ek olarak Türkiye’nin makro ekonomik göstergelerindeki olumsuzluklar, finansman maliyetlerini arttırdı ve finansmana erişimi zorlaştırdı.
Kamunun kısa vade çözümlerindeki iletişimi daha güçlü olsa uzun vade sonuçları da elimine etme potansiyeli olabilirdi. Burada yaşanan ani dalgalanamlara devletin kısa vade çözümleri adeta bir “tahterevalli” hamlesine dönüştü. Sektörün bir kesiminin yaşadığı sıkıntıları çözmek için diğer kesimin karlılıkları kısıtlandı. EPDK, Azami Uzlaştırma Fiyatı uygulamasıyla elektrik fiyatlarını dengelemeye çalıştı. Bu mekanizma ile bir “destekleme bedeli” tanımlandı ve düşük maliyetli santrallerden yüksek maliyetli santrallere kaynak aktarımı sağlandı. Diğer bir deyişle, yenilenebilir elektrik üreticileri, fosil yakıt kullanan elektrik üreticilerini bu fiyat dalgalanmalarından (karlılıklarından devrederek) “korumuş” oldu.
Özetleyecek olursak, Türkiye’de yatırımcının “aç” olduğu ve sürekli ve yenilikçi yatırımların hakim olduğu bir elektrik piyasası mevcut. Yanı sıra, piyasanın öngörülebilirliğine zeval getirecek küresel etmenler ve bu küresel etmenlere devletin bulduğu kısa vade çözümlerin yarattığı sorunlar var. Tüketiciyi koruma refleksi, devletin piyasa işleyişine müdahalesini son yıllarda sıklaştıyor. Kamu otoritesinin bu zorluklarla başa çıkmada işinin kolay olmadığı aşikar olsa da sektör daha güçlü bir iletişim ve şeffaflık talep ediyor. Bu anlamda sektör temsilcileri, devletin piyasa müdahelelerini ehlileştirecek ve üreticinin de zararını azaltacak çözüm yolları sunmaya çabalıyor. Temsilcilerin çoğu, elektrik fiyatlarının sübvanse edilmesinin gelir adaleti hususunda dengelenmesini öneriyor. Somutlaştırırsak, bir emeklinin büyük karlılığa sahip bir işletmenin farklı elektrik fiyatlandırmasına tabi olabilmesi öneriliyor.
Zamma dönecek olursak, tüm paydaşların uzun süredir tüketiciyi korumaya yönelik yeni model önerileri dikkate alınmadı. Elektrik fiyatlarının baskılanmaya devam etmesi, sektörün sürdürülebilirliği ve gelecekteki yatırımlar açısından büyük bir engel oluşturdu. Yıllardır düşük maliyetli elektrik sağlama politikasının bir sonucu olarak, piyasada beklenen ve gerekli olan fiyat ayarlamaları sürekli ertelendi. Bu durum, hem yatırımcılar hem de üreticiler için belirsizlik yarattı ve uzun vadeli planlamaları zorlaştırdı.
Elektrik zammı için ilk beklenen iki seçimin de sona ermesiydi. 2024 yerel seçimlerinin peşi sıra baz etkisi kırılımı, maaş zamları, kredi görünümü gibi makro ekonomik beklentilerle yeni bir enflasyonist baskı yaratmamya dikkat edilecek bir dönem beklendi. Sektör temsilcileri de tüm bu koşulları göz önünde bulundurarak Temmuz 2024’ü işaret ediyordu. Sonuçta herkesin yüksek oranda zam beklentisi, tam da beklenen zamanda, yani Temmuz 2024’te gerçekleşti.