[voiserPlayer]
Geçtiğimiz günlerde başlangıcını yaptığım AB – Türkiye İlişkileri yazı serisinin Güvenlik sütununa bu yazıda kendimce değinmek istiyorum. Bu noktada, ele aldığım iki aktörün güvenlik anlayışlarının doğaları gereği farklı olduğunu ve AB’yi bütüncül bir aktör olarak ele almanın zorluğunu göz önünde bulundurmak gerekiyor. AB’nin ne tür bir aktör olduğuna dair tartışmaların artık AB’nin geleceğine dair tartışmalarla birlikte yürütülmesi gerekmekte. AB nasıl bir aktör? Normatif mi sivil mi yumuşak güç mü (daha da fazla alternatif için bknz. “What Kind of Power EU? Debate”) ve bu güçlerden hangisi ile gelecekte ayakta kalabilir? Türkiye bu ilişkilenmenin neresinde ve hangisi gibi davranan bir aktör ile ilişki yürütmekte? Yürütülmeye çalışan iyi komşuluk ilişkilerinin Kıbrıs ve Akdeniz meselelerinde tıkanması sınırlı da olsa bu soruların cevabına ışık tutuyor. AB askeri güç ve etkili yaptırımlarla desteklemediği dış politikasında geleneksel reflekslere geri dönüyor ve sonu gelmez müzakerelerle meseleler yerli yerinde kalıyor.
İkinci olarak, Atila Eralp’in de belirttiği üzere, iki aktör arasındaki ilişkilerin iki taraflı (bilateral) ilişki olarak ele alınmasından ziyade, küresel düzendeki değişimleri de göz önünde bulundurarak çok taraflılık (multilateralism) ilkesi bağlamında ele almak daha doğru bir bakış açısı sağlayacaktır.[1] Nitekim AB Komisyon’un 2019 Raporu’nda 31. Fasıl’ın işlendiği Dış, Güvenlik ve Savunma Politikası başlığı altında, Türkiye’nin kaydettiği ilerlemeler; dış politikasında yürüttüğü diyalog ve iş birlikleri, Astana Süreci’ndeki performansı, çok taraflı gruplaşmalara katılımı (MIKTA[2] gibi), kalkınma yardımları gibi çeşitli diplomatik girişimlerine atıf ile açıklanmıştır. [3] MIKTA’ya ve kalkınma yardımlarına yapılan atıf aslında AB’nin çok taraflılığa, G20 ve Dünya Ticaret Örgütü gibi kurumlara olan bağlılığını göstermekte ve üçüncü ülkelerle ilişkilerini çok taraflılık ekseninden düşünmemiz gerektiğine işaret etmekte. Bu bağlamda, AB için ortaya koyduğu tüm kriterlerin girift olduğunu, güvenlik – dış politika – ekonomik ilişkiler ve normların hepsinin birbirine bağlı olarak gözlemlendiğini ve bu kriterlerden birindeki eksikliğin bir bütün olarak siyasi yetersizliği simgelediğini söylemek yanlış olmayacaktır. AB kendi içerisinde bu kriterlerle ilgili çelişkiler yaşasa dahi hala daha dış ilişkilerini ve güvenliğini kendi belirlediği standartlar ile konumlandırmaktadır.
Türkiye içinse çok taraflılığa bağlılık durumunun yalnız AB standartları için değil dünya düzenindeki duruşu için de değerlendirilmesi gerekmekte. Türkiye çok taraflılığa ve liberal uluslararası düzene bağlılık mı gösterecek yoksa Stratejik Kapitalizm’in yarattığı illüzyona teslim mi olacak? Bu durumda kendi güvenliğini nasıl tanımlayacak? Ziya Öniş’in ortaya koyduğu üzere, Türkiye özellikle 2011 sonrası dönemde Avrupalılaşma sürecinin tersini yaşamakta (de – Europeanization) ve üyelik süreci uzadıkça AB normlarından uzaklaşmaktadır. Bu durum Türkiye’nin Moskova – Pekin aksına yaklaşmasına sebep olmakla birlikte, ekonomik olarak dönüşümü güvenliğini de Batı dışı aktörlerle sağlama arayışına götürmektedir. [4] (S-400 tartışmaları konusunda her ne kadar sessiz kalmayı tercih etsem de böylesine bir güvenlik hamlesinin politik – ekonomik dönüşümlerden azade olmadığını belirtebilecek kadar sınırlı bir yetkinliğim olduğunu düşünüyorum). Belirttiğim gibi AB için bütün kriterler birbirine bağlı ve dış politika, ekonomik duruş, güvenlik tanımlamaları gibi tüm bileşenler, ilişkileri etkilemekte. Bu nedenle güvenlik bağlamında ele aldığım yazıda diğer ilişkilenme biçimlerini konu dışında bırakmak çok zor.
Jeopolitik Dönüşüm
AB’ye atfedilen nev-i şahsına münhasır (sui – generis) karakterin kimi durumlarda bir kaçış noktası olduğunu, işler içinden çıkılmaz hale geldiğinde ulus devlet reflekslerine geri dönüşün yaşandığını gözlemlemekteyim. “Hayati konular” için saklanan veto yetkisi, AB’nin Lizbon Anlaşması ile kurmaya çalıştığı tekcil, güçlü aktör yapısına zarar vermekte. Post – modern bir aktör olarak ulus devlet kalıplarını yıkmaya çalışsa dahi, son strateji belgelerinde görüldüğü üzere AB de artık jeopolitik rekabetin varlığını kabul etmek ve bu rekabete göre aksiyon almak zorunluluğunda. Özellikle Rusya’nın Kırım’ı ilhak etmesinin anıları taze iken, AB’nin Polonya ve Litvanya gibi üyelerinin hissettiği tehdit algısı, AB’yi geleneksel bir güvenlik aktörü olarak düşünmeye zorlamakta. Öte yandan Çin ve ABD’nin başat aktörleri olduğu yapay zeka teknolojisi ve yeni rekabet piyasaları, AB’nin geleneksel ekonomi / ticaret anlayışını da değiştirmesi gerektiğine işaret etmekte. [5] Tüm bu etkenlerin birleşimi, AB’nin sürdürücüsü olduğu ve “medeniyetin”, normların ve ilkelerin hem AB hem de diğer ülkeler tarafından sorgulanmasına yol açmakta. Güvenlik ihtiyacı açık olan ve ABD’ye yarı – bağımlı olarak NATO’nun korunmasına ihtiyaç duyan AB gerçekten de dünyada hatrı sayılır bir güç olabilir mi? İran Nükleer Anlaşması konusunda Washington ile zıt düşen AB liderleri, Avrupalı kimlikleri ile mi yoksa Fransa, Almanya, İngiltere kimlikleri ile mi ön plana çıkıyor? Peki Türkiye bu jeopolitik rekabetin neresinde?
Trump dönemi ile birlikte dile getirilmeye başlanan liberal düzenden geri dönüş bir başka deyişle illiberal demokrasi anlayışının yükselişi ile birlikte, dünya sahnesinde ilişki biçimleri değişmeye ve dönüşmeye başladı. Reel politik ilkelerinin hakim olmaya başladığı bu dönemde AB için varlığını tehdit eden bir dilemma ortaya çıktı. AB uluslararası düzende tam bir (sert) güç aktörü olarak hareket etmeye başlarsa bu durum yumuşak gücünün zayıflamasına neden olabilir. Trumpvari bir ABD dış politikası ya da Çin’i taklit etmek, yerine başından beri savunduğu değerler üzerinden hareket etmek uzun vadede AB’yi daha farklı bir süper güç haline getirecektir. [6] bu değişimleri karşı direnmek en başından beri ortaya konan entegrasyon projesinde başarılı olmak AB’nin devamlılığını sağlayacaktır. Özetle AB için güvenliği sağlamanın kilit noktası, jeopolitik rekabet çağında, değişimin gerekliliklerine uygun olarak kendini revize etmek ancak bunu yaparken kendi tarzından ödün vermemekte yatmakta.
2011 ve 2015 yılları hem Türk Dış Politikası hem de AB’nin bölgesel politikaları bakımından kırılmalara işaret etmekte. Bahsi geçen jeopolitik değişim sürecinin aslında Arap Ayaklanmaları süreci ile başladığını gören AB yetkilileri, Ortadoğu coğrafyası ile kurduğu komşuluk ilişkilerinde pragmatik bir dönüşüm gerçekleştirmiştir. Koşulluluk ilkesinin korunduğu bu dönüşümde, AB’nin reform teşviki sağladığı komşu ülkelerinde, müktesabatının tüm şartlarını sağlayamayacağını fark etmesi ve her ülkenin gerekliliklerine göre politika yürütmeye başlaması Avrupa Komşuluk Politikası’nın 2011 ve 2015 revizeleri ile gerçekleşmiştir. [7] Türkiye ise bu dönemde AB ile paylaştığı ortak coğrafyada Ortadoğu’ya yönelirken Karadeniz’de ve Balkanlar’da hareket etmeyi arka plana itmiştir ki bu durum Ankara’yı kendi coğrafyası dışında kalan ortaklıklara yöneltmekte ve AB ile yürüttüğü ilişkilere sınırlama getirmektedir. Türk Dış Politikası’nın Arap Ayaklanmalarının başlangıcında takındığı günden belirleyici / girişimci ve çok taraflılığa dayanan tavrın Suriye iç savaşının başlaması ile birlikte değişmesi [8] , Türkiye’nin dış politikada geleneksel olarak tehdit algısı ve güç kullanımına geri dönüşüne işaret etmiştir. Sınır bölgesinde yaşanan göç hareketliliği, transit ülke konumu ve çok yüksek sayıda mülteciye ev sahipliği yapması ile birlikte Ankara – Brüksel ilişkileri, göç ve güvenlik üzerinden tanımlanmaya başlamıştır. Geri Kabul Anlaşması Mutabakatı uyarınca gelişen ilişkiler; Yunanistan olan protokolün askıya alınması ve Bulgaristan üzerinden gelen üçüncü ülke vatandaşlarını kabul etmemesi nedeniyle tekrar gerilemiştir. Dahası, Türkiye’nin sahip olduğu göçmen kozunu araçsallaştırması tehdidi AB’nin stratejik politika önerisi dökümanında kendine yer bulmuştur. [9]
Türkiye’nin karşı karşıya olduğu güvenlik sorununa Ortadoğu bölgesi ve AB ile kurduğu göç odaklı ilişkileri dışından ve çok yönlü olarak bakması elzem görünmekte. Her ne kadar Rusya ile yakınlaşma kozunu Batı ittifakına karşı kullansa da Kırım’ın ilhakından sonra bir güvenlik açığı ile karşı karşıya kaldığı açıktır. 2008 yılında Güney Osetya’nın bağımsızlık ilanı sürecinde Gürcistan ve Rusya arasında yaşanan çatışmada ve Kırım’ın ilhakı ile sonuçlanan Ukrayna – Rusya gerginliğinde Türkiye Montrö rejimini hatırlatmak zorunda kalmıştır. Özellikle Ukrayna müdahalesinin, Ukrayna’nın AB yakınlaşmasına bir cevap niteliğinde olduğu düşünüldüğünde, Türkiye için AB’nin Rusya periferisindeki hamleleri büyük tehditler oluşturmaktadır. Emre Erşen ve Mitat Çelikpala’nın belirttikleri üzere [10], Kırım’ın ilhak’ından sonra Türkiye Kuzey’inde Rusya, Doğusunda Ermenistan ve Güneyinde Suriye tarafından çevrelenmiş halde kalmıştır. Bu durumda Türkiye’nin AB ile olan ilişkilerini NATO’da ortak hareket etme çerçevesinde yeniden düzenlemesi gerekmektedir. AB’nin ise ABD ile olan NATO anlaşmazlığına çözüm bulamadığı noktada kendisi için geliştirmeye çalıştığı yeni güvenlik çerçevesini (PESCO) yalnızca üye devletler bazında değil, aday ülkeler ve komşu ülkeler bağlamında genişletmesi gerekmektedir.
Son kertede, yalnızca göç üzerinden kavramsallaştırılan güvenlik ilişkileri kırılgandır ve aşınmaya oldukça açıktır. BREXIT kampanyasında görüldüğü üzere, Türkiye’nin jeopolitik konumu ve transit ülke olmasına yapılan atıflar iki aktör arasında güvenlik ilişkilerini etkilemeye çok açıktır. Şekil 1’de görüldüğü üzere, Brexit sürecinde Türkiye’nin nüfusuna ve Ortadoğu’ya olan komşuluğuna atıfta bulunan posterler kullanılmıştır.
İlliberal dönüşün yaşandığı dünya düzeninde, böylesi tek yönlü güvenlik anlayışı, popülizm dalgasından sağ çıkamayacaktır. Bu noktada hem AB’nin hem de Türkiye’nin dış ve iç politikalarında güvenlik anlayışını yeniden anlamlandırmaları ve bağlı oldukları ortak değerlere sahip çıkmaları gerekmektedir. İki aktör için de bunun yolu bağlı oldukları çok taraflılık ilkesine sadık kalmak ile mümkün gözükmektedir. Jeopolitik rekabette kısa vadede çıkarları gözetmektense uzun vadeli planlar yapmak daha makul.
Ortaklık ve Çelişkiler
Çok taraflılık, ekonomik ilişkiler, dış politika ve göçmenler olmak üzere birçok konuya değinmek ve aslında içime sinmeyen bir biçimde üstün körü geçmek durumunda kaldığım yazıyı özetlemek üzere, yazı serisinin ilk kısmında dönmek istiyorum. AB – Türkiye İlişkileri’nin Seyri Bölüm I yazısında belirttiğim üzere ilk başta belirttiğim tabloya sadık kalacak ve tablo üzerinden özet geçeceğim.
Tablo’da belirttiğim Güvenlik Sütunun’da Ortaklıklar Başlığı altında; NATO Şemsiyesi, Jeopolitik konum, Mülteci Geri Kabul Anlaşması ve Vize Serbestisi Diyalogu başlıkları vardı. Tüm bu maddelerin aslında göç üzerinden yürüdüğünü Jeopolitik Dönüşüm başlığı altında okumak mümkün. Geri Kabul Anlaşması’nı sekteye uğratan askıdaki protokol ve anlaşmanın Türkiye’ye sağlayacağı faydalardan biri olan Vize Serbestisi, Türkiye’nin yerine getiremediği kriterler nedeniyle beklemededir. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın süreci hızlandırmak için verdiği talimat ile birlikte Türkiye’nin uygulaması gereken son altı kriter için çalışmalar başlamış durumda. Ancak kalan kriterlerden Suçluların İadesi başlığı, Türkiye’nin Kıbrıs Rum kesimini tanımaması sebebi ile en zorlu kriterlerden biri [11]. Bu durum Türkiye’nin kapanan faslı ve bir türlü ilerleyemeyen sürecin özeti. Bu noktada tablodaki Çelişkiler kısmına geliyoruz. Çelişkiler Başlığı altında; Suriye İç Savaşı Sonrası Sınır Güvensizliği, Farklı Göçmen Politikaları, Kıbrıs Sorunu ve Türkiye’nin Karadeniz’de Çevrelenmesi maddelerine yer vermiştim. Kıbrıs sorunu aslında tek bir yazıda ele alınması gereken kompleks bir sorun. Güvenlik – Ekonomi ve Normlar sütunlarının her birini etkilemekte. Kıbrıs’ın üyeliği ile birlikte sekteye uğrayan ikili ilişkiler her iki aktör için de koz olmuş durumda. AB fasıllarda geri adım atmazken Türkiye de ilişkilerdeki geri gidişte sorumlu olarak gördüğü Kıbrıs’ı tanımamakta ısrarcı.
Güvenlik ilişkilerindeki tek boyutluluğun sebebi olarak gördüğüm göç olgusu, iki aktör tarafından da güvenlikleştirilmekte. Ancak eleştirel / post pozitivist güvenlik çalışmalarının bir kavramı olan güvenlikleştirme paradigması, klasik / modern güvenlik anlayışına yakınsama göstermekte. Kendiliğinden bir güvenlik sorunu teşkil etmeyen ancak güvenlikleştirilen göç olgusu nedeniyle hem AB hem de Türkiye kendi içinde çelişkiler yaşamakta. Bu durum ikili ilişkilerin tıkanmasına ve diğer sorunların göz ardı edilmesine yol açmakta. Rusya, ABD ve hatta Çin’in hamlelerine karşılık Türkiye’nin AB ile yakınlaşmak yerine alternatif ortaklıklara yönelmesi, uzun vadede ilişkilerin donmuş vaziyette kalmasından öte geriye dönüşünü sağlayacaktır. Özellikle Gümrük Birliği revizyonu için gerekli şartlar olgunlaşmadıkça Türkiye hem ekonomik hem de jeopolitik rekabetlerde geri planda kalacaktır. AB için ise güvenlik sorunlarını dışsallaştırmak ve yok saymak, sınır bölgesindeki sorunları aday ve komşu ülkelerle ortak çözmek yerine kendi içinde çözmeye çalışmak, tek taraflılık tuzağına düşmesi anlamına gelecektir. Ortak bir coğrafyaya paylaşan AB ve Türkiye’nin stratejik partnerliklerinin kağıt üzerinde kalmaması ve göç güvenlikleştirmesinin ötesine gitmesi gerekmektedir.
Bir sonraki yazıda ele alacağım ekonomi sütununda, güvenlik meselesine de geri dönerek stratejik partnerlik için kilit noktaları aktarmaya çalışacağım.
Kaynaklar
- Eralp, A. (2019). “Multilateralism Matters: Toward a Rules – Based Turkey – EU Relationship”. IPC Mercator Policy Brief, May 2019. https://ipc.sabanciuniv.edu/wp-content/uploads/2019/05/AtilaEralp.PolitikaNotu.pdf https://www.ecfr.eu/page/-/ecfr_strategic_sovereignty.pdf (Erişim: 20.09.1019).
- G20 içerisinde ekonomik güç, dış politika davranışı ve uluslararası düzenden sağladıkları faydalar göz önünde bulundurularak “Orta Ölçekte Güç” olarak adlandırılan Meksika, Endonezya, Güney Kore, Türkiye ve Avustralya ülkelerinin 2013’te bir araya gelerek oluşturdukları enformel bir gruplaşma. Ayrıntılı bilgi için bknz: Çolakoğlu, S. (2016). “The Role of MIKTA in Global Governance: Assessments & Shortcomings”, Korea Observer, 47( 2) , 267-290.
- İktisadi Kalkınma Vakfı (2019). “2019 YILI TÜRKİYE RAPORU İKV ÖZETİ” https://www.ikv.org.tr/ikv.asp?ust_id=3352&id=3481 (Erişim: 20.09.1019).
- Öniş, Z. (2019): Turkey under the challenge of state capitalism: the political economy of the late AKP era, Southeast European and Black Sea Studies, s. 201 – 225.
- Leonard M. ve Shapiro, J. (2019). “Empowering EU Member States with Strategic Sovereignty”. European Council on Foreign Relations, June 2019. https://www.ecfr.eu/page/-/ecfr_strategic_sovereignty.pdf (Erişim: 20.09.1019).
- Derviş, K. (2019). “Which Way Now fort he EU?”. Project Syndicate, Jul 25, 2019. https://www.project-syndicate.org/commentary/european-union-new-leaders-foreign-policy-by-kemal-dervis-2019-07 (Erişim: 20.09.1019).
- Commission of The European Communities. “A new response to a changing Neighbourhood”. Brüksel, 25.11.2011. , Commission of The European Communities. “Review of the European Neighbourhood Policy”. Brüksel, 18.11.2015.
- Özpek, B. B. ve Demirağ, Y.(2014). “ Turkish foreign policy after the ‘Arab Spring’: from agenda-setter state to agenda-entrepreneur state”. Israel Affairs, 20:3, 328-346.
- Leonard ve Shapiro, age.
- Çelikpala, M. ve Erşen, E. (2018). “Turkey’s Black Sea Predicament: Challenging or Accommodating Russia?”. Perceptions: Journal of International Affairs. Cilt 23. S. 72-92.
- Euronews Türkiye. “Erdoğan’dan “AB ile vize muafiyeti için gerekli kriterlerin karşılanmasını hızlandırın” genelgesi”. 18. 09. 2019. https://tr.euronews.com/2019/09/18/erdogan-ab-ile-vize-muafiyeti-icin-gerekli-kriterlerin-karsilanmasini-hizlandirin-geneli (Erişim: 20.09.2019).