[voiserPlayer]
Self karantina günleri nasıl geçiyor? Online kurslar, evde spor, sevdiklerinizle daha fazla zaman geçirmek imkânı… Kesin hepiniz bu olayları hasretle bekliyorsunuzdur ve oluşan fırsatı iyi değerlendirmişsinizdir. Ben mi? 5 sene önce yayınlanmış bir youtube videosunu 38. defa izlemekle meşgulüm. “Bir şeyler izlesem de hızlıca yazıp kafamdakileri yazıya dökebilsem” dediğim dönemler sanki çok geçmişte kalmış gibi geliyor bana. Sıkıntımı gidermek için dahi izlemekte zorlanıyorum. Star Trek: Pickard yeni bölümler geldi ama hiç içimden gelmiyor arayı kapatmak. Freud diye yeni bir dizi düştü geçtiğimiz haftalarda, çok sıkıcı geldi ikinci bölümün ortasında bir yerlerde bıraktım galiba. Eski veya yeni yüzlerce film var listemde izlenmeyi bekleyen. Umarım bana dargın değillerdir onlar hep aklımda bilsinler. Son yazımı yazalı üç hafta geçmiş ama neyse ki iyi bir şeyler çıktı da hepsini bir arada yazabilme motivasyonunu kendimde bulabildim bir şekilde.
Unorthodox
İslamcı bir partinin iktidarında 20. gurur yılımıza doğru giderken hepimiz ailesinden kaynaklı dindar baskısının hayatımızın çeşitli alanlarına sirayet ettiğini sıklıkla gördük. Yönlendirmeler olsun, kısıtlamalar olsun veya doğrudan engellemeler olsun hayatımızın bazı parçaları budanmış durumda artık. Eski hallerine geri dönmeyecek mi her şey yoksa bazı şeylerin olağan haline dönmesi zaman mı alacak pek bilmiyorum ama insanların kendilerine has yaşamaları gereken dindar ahlakın toplum geneline yedirilmesinin nasıl bir şey olduğuna tanık olduk yıl be yıl.
Peki, bu baskı ve sindirmeyi daha mikro bir ölçekte izlemek ister miydiniz? Aslında Türk TV dizisi izleyicileri sulandırılmış aile içi şiddet, namus cinayetler gibi kavramlara o kadar da yabancı sayılmaz. Bunlara karşı bir duruş sergilense bile alt yapıları o kadar sulandırılmış oluyor ki, sonunda verilmeye çalışılan mesajın dahi bir anlamı kalmıyor bazen. Unorthodox’ta dini bir topluluğun kendi içindeki baskı mekanizmalarının nasıl işlendiğine bakınca, bizim almamız gereken daha çok yol var, ona emin oluyorum.
Dizinin konusuna gelirsek… Hani her İsrail ve Türkiye krizi patlak verdiğinde ABD veya Kanada’da ellerinde Türk bayrakları ve lüle lüle saçları ile arz-ı endam eden “Ortodoks Yahudiler” olarak tanıtılan Hasidik Yahudileri var ya, onlara dair ufak bir kesit. Baskının nasıl da piramit bir şekilde en yukarıdan aşağı kadar indiğine dair çok güçlü bir anlatımı var. Bir otorite kurumundan başlayan geniş yasaklar ve katı kurallar dizisinin tabana yayıldıkça nasıl daha boğucu bir hâl alabildiğini, hangi açılardan insanın hayatını cehenneme çevirebildiğini görmemiz mümkün. Yasaklar ve kurallar sadece onları koyanlar ve koruyanlar ile var olmazlar. Uygulanan kitlenin itaati de bir o kadar önemlidir. Çünkü, denetleyen bir gözün olmadığı yerlerde o baskıyı devam ettirebilmek her şeyden daha önemlidir. Liderlerin otoritesi yerinde kalır, sürü bir arada kalır. Herkes mutlu mesut yaşamaya devam eder.
Aslında etmez. Bu toplumun herhangi bir üyesi için dahi genel geçer bir kaide değilken böyle için kapalı, baskıcı bir topluluğun üyesiyseniz mutlu mesut bir şekilde hayata başlama ihtimaliniz dahi çok düşüktür. Annesiz ve babasız büyüyen bir Hasidik Yahudi olan Esty’nin hikayesi bu. Kadının adının gerçekten olmadığı bir cemaatte, hayatını nasıl yaşayacağı kutsal metinler tarafından çok önceden belirlenmiş birisinin özgürlük arayışına tanıklık ediyoruz.
Dört bölümlük bu mini dizinin (devam sezonu henüz düşünülmüyor) iyi bir anlatım ve güçlü oyunculuklarla Netflix’te sizi bekliyor. Burada Esty rolüne hayat veren Shira Haas’a uzun bir parantez açmak lazım. Cüssesi, mimikleri, sesinin titremesi… Adeta bu rol için biçilmiş kaftan. Üstelik çok da yetenekli. Bulunduğu sahnelerde geri kalan her şey ikinci plana atılıyormuş gibi hissettiriyor. Biraz kurgusal eksiklikleri hissedilse de… (Misal, Esty’nin karşısına çıkan zorlukların kendi kendine bazen kaybolması biraz atmosferi ve inandırıcılığı baltalamış gibi. Keşke bir bölüm daha fazla olsaymış da o detaylar da eklenebilseymiş.)
Sözü toparlamak gerekirse ülkemizde özellikle bazı kadınların yakınlık hissedip kendilerinden bir şey bulabileceği bu hikâye hazmetmesi kolay olmayan bir eser. Dört bölüm olmasına rağmen yavaş akışı sizi izlerken zorlayabilir ama en azından baskı ve sindirme taktiklerinin dünyanın neresinde olursa olsun bir yolunu bulup uygulandığını görmek şaşırtabilir.
Tales from the Loop
Arada bir şeyler gelir önünüze. Bitirdikten sonra “ne izledim ya ben?” diye bir his dolaşır içinizde. Tales from the Loop tam olarak böyle bir şey. İlk bölümlerde “Acaba Amazon Prime’ın Dark dizisi benzeri çektiği bir iş mi bu?” soruları kafamda dolaşırken (ki başlarda biraz andırıyor) ilerledikçe farklılığını hissettiriyor.
Aslında tam olarak alışıldık tarzda bir dizi de sayılmaz. Çünkü, bildiğimiz geleneksel dizilerde genelde belli karakterler bir konu etrafında lineer şekilde zaman tünelinde ilerlerken Tales from the Loop rastgele ortalığa saçılmış hikaye parçalarını gelişi güzel etrafa fırlatıyor gibi. Sakın düşünmeyin ki bölümler birbirlerinden çok ayrı düzlemlerde geçiyor. Aslında aynı ortamda bir karakter hikâyesini anlattıktan sonra meşaleyi sonraki bölümün kahramanına devrediyor, ufak bir cameo gibi görünüp hikayeye katkısını sunup kayboluyor. Yavaş temposu, anlatım dilindeki dinginlik ve konuların alternatif bir gelecekte geçmesine rağmen normal bir drama olarak bile anlatılabilecek tarzı çekici geliyor açıkçası. Ama bir yandan yürek burkan olaylara sahne olması izlemeyi biraz güçleştirebilir. Şirin, sevimli gelebilecek detaylar bile depresif bir istikamette ilerleyebildiği için (final bölümü biterken “hangi psikopat çekti bu bölümü?” derken çıkan Jodie Foster yazısı kısa bir dumur yaşatmadı değil) yüreğinize yük üstüne yük binebilir, benden söylemesi.
Gizemi, melankolisi, çekimleri ve oyunculuğu gerçekten üst seviyede. Simons Talenhag isimli İsveçli bir sanatçının çizimlerinden esinlenen dizi, esinlenilen işteki ruhu yakalamış gibi görünüyor… Tüm bölümlerde farklı bir tema olsa da gelecekte de yalnızlık, terk edilme, kıskanılma, paranoya olacak gibi öngörüleri olan bu ilginç iş biraz orijinal şeyler arayan insanların ilgisini bekliyor.
Tiger King
Aslında bu yazıda sadece Tales from the Loop ve Unorthodox anlatmayı planlıyordum. “Bir Netflix bir Amazon Prime iki farklı platformda iki farklı tarzda dizi yeter” diye düşünmüştüm. Yazı da kafamda az çok biçimlenmişti ki, gözüme Tiger King takıldı. Twitter’da arkadaşların bahsettiği bu şey başta bana çok bayağı ve ilgi çekicilikten uzak gelmişti. Ta ki… İlk bölümü izleyene kadar…
Kabul. İlk bölüm görece basit bir şekilde başlıyor ama… İkinci bölümden itibaren olayların gelişim şekli ve açılması merakla beraber sessiz bir hayret uyandırmaya başlıyor. Yani ABD’nin emsalsiz manyaklara ev sahipliği yaptığını zaten biliyordum az çok. Yıllar önce kısa bir süre (iki gün için) Jerry Springer Show izlemeyi deneyip, nasıl bir potansiyelleri olduğuna dehşetle tanıklık edip bir daha o defteri açmamak üzere kapatmıştım. İzleyenler vardır belki aranızda, bizim Türk Televizyonlarında yayınlanan reality show konuklarına şapka çıkarttıracak türde tipler bunlar. Sadece şu kısa yazıya bakarak nasıl bir şey olduğunu kafanızda canlandırabilirsiniz diye düşünüyorum.
“Tiger King derken Jerry Springer nereden çıktı?” dediğinizi duyar gibiyim. Jerry Springer Show için dahi ekstrem sayılabilecek onlarca insanın aynı networkü paylaştığı, karmaşık ilişki ağının ve tiplemelerin basit görünen ama kompleks hikayeleri sizi esir alıyor. Bu bir grup “sıra dışı” insanın hayatlarının detayları (biraz da yapımcı ekibin olayları iyi kurgulamasının da sayesinde) hayatınız boyunca izleyebileceğiniz en şoke edici işlerden birisinin ortaya çıkmasına sebep oluyor. İş bir yandan hayvanlarla ilgili gibi görünürken olayların sosyal medya, yargı ve parlamento ayakları ortaya çıkıyor. Nefretler. İhanetler. Çeşitli seviyede istismarlar. Şüpheler. Kendisini beğenmiş, herkesi yanlış gören ama bir yandan izleyici olarak haklı tarafını bulmakta zorlandığınız “tiplemeler”.
Tiger King izlemek beni yordu açıkçası. Yani tek oturuşta bitirilebilecek kadar akıcı. Ama insanların insanlara yaptıkları. İnsanların hayvanlara yaptıkları. Tüm o dramlar, insanların birbirine bir yırtıcı gibi yaklaşması, onlardan faydalanma şekilleri… Çok fazla dram ve haksızlık sığdırılmış 8 bölüme (bonus bölüme de bakmanızı tavsiye ederim önemli karakterlerin bugün ne durumda olduğunu görmeniz için) ama sanki bunlar gerçek olmasaydı daha iyiymiş gibi hissettiriyor size.
Her bölüm sonunda bir diğer bölümde patlaması beklenilen bir saatli bomba bırakıyorlar kucağınıza. Sezonun ortasına geldiğimde kafamda çeşitli teoriler ve tahminler havada uçuşuyordu ki, bir tanesi bile tutmadı. Çünkü bu insanlar gerçek oldukları kadar sürreel kişilikler bir yandan. Sürekli konuların yeni detayları açığa çıktıkça kim kurban/ kim kötü adam karar vermesi zorlaşıyor ama sonlara doğru artık tiplemeler hakkında fikriniz kesinlikle oturmuş oluyor. Bu crime docu drama uzun bir süre boyunca hayret hisleriniz doyurup kafanızı meşgul edebilecek iş kesinlikle. Netflix‘te izleyebilirsiniz.
Son Söz: Üç dizi, ne zaman biteceğini bilmediğiniz bir karantina ve salgın dönemi. Seçin beğenin izleyin. Kendinize iyi bakın!
Fotoğraf: Giannis Agathokleous