13 Ekim 2023 tarihinde Özgürlük Araştırmaları Derneği 9. Yıl Resepsiyonu’da Burak Bilgehan Özpek’in yaptığı konuşmanın metni:
Öncelikle bu anlamlı gecenin açılış konuşmasını yapmam için beni davet eden Özgürlük Araştırmaları Derneği yönetim kuruluna teşekkür ederek başlamak istiyorum. Gecenizi sıkıcı bir hale getirmek istemediğim için uzun bir konuşma hazırlamadım. Ancak yine de özgürlük kavramının benim için ne anlam ifade ettiğine dair bir şeyler söylemem bekleniyor. Sanıyorum davet edilme sebebim de bu.
Liberal fikirlerle lise öğrencisiyken tanıştım ve bu tanışıklık kitaplar sayesinde olmadı. Beni liberalizme yaklaştıran bir filozof ya da akademisyen değildi. 90’lı yılların sonunda, özellikle sağ-muhafazakar medya, başörtüsü yasağı ve Refah Partisi’nin kapatılmasına yüksek perdeden itiraz eden Liberal Parti Genel Başkanı Besim Tibuk’a oldukça ilgi gösteriyordu. 28 Şubat’ın hemen sonrasıydı ve ordunun tutumuna karşı çıkmak oldukça cesaret gerektiren bir işti. Tibuk, dindar ve muhafazakar bir siyasetçi olmamasına rağmen, bu itirazı cesurca dile getiren az sayıdaki insandan biriydi.
Dolayısıyla, ana akımın dışına itilmiş muhafazakar medya tarafından el üstünde tutuluyor, fikirlerini anlatma imkanı bulabiliyordu. Tibuk’u dinlerken beni heyecanlandıran ise, etrafımdaki birçok insanın aksine, onun İslami siyasetin ihtiyacı olan özgürlük alanını vurgulaması değildi. Beni asıl cezbeden, onun bireyin yaratıcı potansiyelinden yola çıkarak meşrulaştırdığı piyasa ekonomisi olmuştu. Bu görüşler benim için her açıdan yeniydi. Çünkü yaşadığım şehirde sadece iki tane kitapçı vardı ve raflarını ağırlıklı olarak Hekimoğlu İsmail, Nihal Atsız, Necip Fazıl Kısakürek, Emine Şenlikoğlu gibi isimler süslüyordu. Ve dört tarafım Orhan Pamuk’un Kar romanında anlattığı ateşli nutuklar atan inanmış lise öğrencileriyle veyahut bütün dünyası dershane ve test kitapları olan, siyasi konulara ilgisiz arkadaşlarla çevriliydi.
Takdir edersiniz ki lise yıllarında insanlar, ülkenin karmaşık sorunlarına çözüm olabilecek somut bir liberal programdan daha çok kendi iç dünyalarındaki gelgitleri çözebilecek felsefi önermelere ilgi duyarlar. Ben de birey olarak var oluşumun tercih özgürlüğüm ile alakalı olduğunu ilk defa Tibuk’un çıktığı televizyon programlarını izlerken düşünmeye başlamıştım. Üstelik, küçük ve muhafazakar bir taşra şehrinde yaşayan birisi olduğum düşünüldüğünde, başka insanların tercihlerine ilgi duymamak, onları umursamamak ve yargılamamak gibi eğilimleri de benimsemeye çalışıyordum. Bilenler beni anlayacaktır, vurgulamaya çalıştığım bu kayıtsızlık hali küçük, kapalı ve geleneksel toplumlarda nadiren görülür ve insanların birbirlerinin hayatlarına duydukları merak bir korku ütopyasını andırır.
Daha sonraki yıllarda liberal eğilimli birçok entelektüel ve akademisyen ile tanıştım. Liberal topluluklarda bulundum ve ülkedeki liberal düşüncenin son 25 yılına tanık oldum. Ne var ki, henüz lise öğrencisiyken popülist bir siyasetçinin İslamcı bir gazeteciye verdiği yüzeysel bir mülakat sonucunda düşünmeye başladığım özgürlük kavramının, bir paradigmaya, bir norma, bir alışkanlığa dönüşmediğini defalarca tecrübe ettim. Hâlâ tercihi ve kayıtsızlığı merkezine alan ve bunları bireye özgü faziletler olarak nitelendiren bir özgürlük anlayışının çok uzağındayız.
Geride bıraktığımız yıllar bizlere, liberallerin kamusal tartışmaların önemli aktörleri olduğunu gösterdi. Askeri vesayete karşı verilen mücadelede, çözüm sürecinde, Gezi protestolarında, 15 Temmuz sonrası dönemde, başkanlık referandumunda ve nihayet 2023 başkanlık seçimlerinde liberaller, kamusal alanda fikirlerini ifade ettiler ve kamusal tartışmayı şekillendirmeyi başardılar.
Ancak ne yazık ki, liberaller bu tartışmalara ellerinde özgürlüğün meşalesiyle katıldılar. Ne yazık ki diyorum çünkü bu tutum ahlaki bir üstünlük iddiasının gündelik siyasetin bir enstrümanı olmasından başka bir şeye hizmet etmedi. Üstelik bunu yaparken benim özgürlüğü tanımlarken merkeze aldığım tercih ve kayıtsızlık kavramlarına da yeteri kadar nazik davranmadılar.
Burayı biraz açmak istiyorum. Çünkü amaçlar ile süreçler arasındaki ilişkiyi ihmal etmenin özgürlüğün en sinsi düşmanı olduğu kanaatindeyim. Daha net ifade etmem gerekirse, kutsal ve ahlaki bir amaca sahip olmanın bu amaca ulaşmaya çalışırken takip edilen süreçleri önemsiz bir ayrıntıya dönüştürmesinin kendi içinde bir baskı, yıldırma ve otoriterlik barındırdığını düşünüyorum.
Geride bıraktığımız seneler içinde kamusal tartışma ortamı, entelektüeller için tehlikeli bir yer haline geldi ve herhangi bir paradigma hızlı bir şekilde, zorlanmadan inşa edilebildi. Bu suskunluk ve sürat, ulaşmaya çalıştığımız nurlu ufuklar için gerekli görülen bir stratejiydi. Zira özgür, demokratik ve haysiyetli bir gelecek inşa edilecekse bunu başarabilecek siyasi projeler desteklenmeli ve her türlü eleştiriden muaf kılınmalıydı. Tereddüt etmek ve sorgulamak ihanet ile eş tutuldu. Gerçeklerden bahsetmek ve haklı sorular sormak, “karşı tarafın eline koz vermek” olarak tanımlandı, münasebetsiz bir müdahale olarak görüldü ve tabir caizse bunu yapanlar sille tokat sahneden indirildi.
George Orwell, benzer bir eğilimin 1930’lu yıllarla birlikte İngiltere solunda da ortaya çıktığını ve bir noktada artık gerçeklerin konuşulamaz hale geldiğini söyler. Bu yüzden düşünce özgürlüğüne yönelik asıl tehdidin, bürokratlardan, basın baronlarından veyahut sinema patronlarından değil, özgürlük arzusu zayıflayan entelektüellerden geldiğini iddia eder. Kutsal bir davaya bağlılık ve ona ulaşma arzusu, gerçekleri ve özgürlüğü de önemsizleştirir.
Zayıflayan özgürlük arzusu ise Orwell’a Komünistler ile Katoliklerin ortak bir yanını hatırlatır. Her ikisi de bir insanın aynı anda hem zeki hem de dürüst olabileceğine ihtimal vermez. Zira, hakikat zaten orada, ayan beyan ortadadır. Ve aptal olmayan her insan bu hakikatten haberdardır. Bu yüzden, hakikate karşı çıkmak kişinin zekası yerine dürüstlüğü hakkında bir fikir verir bize. Artık bu aşamada, üzerinde mutabakat sağlanmış hakikate karşı çıkan entelektüel hedeftedir ve onu sindirmek aslında hakikate adanmış, kutsal amaca hizmet eden bir ibadete dönüşür.
Bu tam olarak Arendt’in kamusal alanın tekinsizleşmesi dediği şeydir. Bunlar karanlık zamanlardır ve entelektüel kendini korumak için kamusal alandan çekilir. Peki, bu kişisel bir trajedi midir? Yani sadece suskunluğa bürünen entelektüelin kişisel bir sorunu mudur? Tabii ki hayır. Çünkü güç ile otorite farklı şeylerdir ve bunlar arasındaki ayrımın kaybolma hızı arttıkça ve bu süreç kolaylaştıkça artık hiç kimse güvende değildir.
Verilen bir emrin yerine getirilme psikolojisi bu noktada önemlidir. Bunu Gianfranco Poggi söylüyor. İsteksizce ve homurdanarak yerine getirilen bir emir sadece güç ile mümkündür. Ancak bu memnuniyetsizlik ve homurdanma, emri vereni yine de rahatsız eder. Emir sahibi bu durumlarda kendini güvensiz hisseder. Bu yüzden karşısında komutlara şevkle ve rızayla uyan insanlar görmek ister. Yine Arendt’e referansla konuşursak, sınıfında otoritesini kurmuş bir profesör, sesini yükselten değil, sesini yükseltmeden sükuneti sağlamış olandır. Bu karşılıklı bir rızanın sonucudur ve gücün otoriteye dönüştüğü andır. Zaten gücün asıl arzusu daha fazla güç değil otoritedir.
Gücün meşru bir otoriteye çabucak dönüşmesini engelleyen ve emirlere muhatap olanların rızasını önemli kılan şey ise tam olarak entelektüellerin homurdanmasıdır. Bu homurdanma sayesinde iktidar sahibinin elindeki güç pornografik bir hal alır ve onu estetik hale getirmek için iktidar mutlaka rıza aramak zorunda kalır. Bu yüzden, entelektüellerin sindirilmesi gücün zahmetsiz şekilde ve rıza aramadan otorite kurmasına yardım eder.
Kamusal alanın tekinsizleşmesi de bu sebepten ötürü ahlaki bir yürüyüşün önündeki engellerin temizlenmesi değil, güç sahibinin doğal bir otoriteye dönüşme sürecinin bir parçasıdır. Yani elinde özgürlüğün meşalesini tutan ve bu meşaleyle her eleştirel görüşü ahlakın diliyle hor gören, aşağılayan ve yaftalayanlar aslında müstehcen bir güç savaşının figüranlarına dönüşürler.
Bunları anlatırken 2020 senesinde çalıştığım üniversitede görevime keyfi bir kararla son verildiğini hatırlatmak isterim. Bu, benim üzerimde tatbik edilen bir güç gösterisiydi. O sıralar, hükümetin milli güvenlik kavramıyla meşrulaştırdığı dış politika gündemini sert şekilde eleştiriyordum. Aslında hâlâ bu kararın hükumet tarafından mı alındığını yoksa üniversite içinde beni mikro iktidarlarına tehdit olarak görenlerin hükümeti bahane ederek mi bu işi yaptıklarını bilmiyorum. Ama bildiğim şey, benim kovulmamın bir otorite sorununa işaret ettiğiydi ve kovularak gücün, otorite kurma konusundaki yetersizliğini ifşa ettiğimi düşünüyordum.
İtiraf etmem gerekirse bu durumun beni gizliden gizliye memnun eden bir tarafı vardı. O yüzden, kamusal alandan çekilmedim, aksine kamusal görünürlüğümü arttırdım. Her zamankinden daha çok yazdım ve konuştum. Arkadaşlarımla birlikte kurduğumuz Daktilo1984 platformuna büyük bir hırsla içerik ürettim. Kamusal alanda var olduğum her çabam ile beni zorla üniversiteden çıkaran gücün yetersizliğini ve çaresizliğini faş etmeyi amaçlıyordum.
Ancak asıl tehlikenin, Orwell’in bahsettiği entelektüellerin özgürlük arzusunun azalması olduğunu geçtiğimiz sene bizzat tecrübe ettim. Altılı Masa’nın sorunlu bir ittifak yapısı olduğunu iddia eden birçok yazı yazdım ve kamusal tartışmalarda oldukça net bir pozisyon aldım. 74 akademisyen tarafından imzalanan “Altılı Masa’ya Sorular” bildirisini hazırlayan ve bunu organize eden çekirdek ekibin bir parçasıydım. Hatta bunun da ötesine geçtim, bizzat masada oturan siyasetçilerle görüştüm ve Altılı Masa dışında başka bir formül ile ilerlemeleri konusunda onları ikna etmeye uğraştım.
Bu süreçte, üzülerek söylüyorum ki, hiçbir eleştirime karşı rasyonel bir cevap alamadım. Muhatap olduğum tek şey, hem zeki hem de dürüst olmam ihtimal dışı olduğu için, iftiralar, yaftalamalar ve hakaretler oldu. Ülkemizdeki liberal topluluğun bilindik bir üyesi, Altılı Masa’ya haklı sorular soran akademisyenleri genç subaylara benzeterek darbeci imasında bulundu. Sizlerin de tanıdığınız birçok kamusal figür, beni siyasetçileri zehirleyen, Altılı Masa’ya inanmadığı için akıl sağlığını yitirmiş biri olarak tasvir ettiler.
3 Mart 2023 günü, bana, eşime ve o sıralar 2,5 yaşında olan çocuklarıma yönelik tam 966 tane küfür ve hakaret dolu mesaj aldık. Kendisini liberalizm ile özdeşleştirmek isteyen bir Altılı Masa partisinin üyeleri sürekli olarak faşist ve ülkücü olduğumu ima eden cümlelerle organize bir saldırı yürüttü. Kılıçdaroğlu’nun sosyalist bir değişimin kapısını araladığını düşünenler Masa’yı sabote etmem karşılığında yüklü bir ödeme aldığımı ve iki villa sahibi olduğumu iddia ettiler. 5’li Çete tarafından desteklendiğimi, derin devletin adamı olduğumu söyleyenler de az değildi. Bu insanların tamamı ismiyle, cismiyle varolan, kamusal alanda söz söyleyen, ülke siyaseti hakkında yorum yapan, üniversite mezunu, okumuş yazmış kişilerdi. 6 Mart tarihinde kamusal alandan çekildim ve buna rağmen saldırılar 14 Mayıs akşamı saat 19:30’a kadar devam etti.
Kamusal alanı benden ve benim gibilerin eleştirilerinden temizlemek, özgürlük ve demokrasi için atılması gereken bir adım olarak görülüyordu. Kutsal bir dava için rahatlıkla gözden çıkartılacak, küçük ama can sıkıcı bir ayrıntı olarak muamele gördüm. Elias Canetti’nin bahsettiği av sürüsü oluşmuştu ve kendimi ancak karanlık ve sessiz bir ormana kaçarak koruyabilirdim. Bunu yaptım.
Günün sonunda, umut edilen nurlu ufuklar, meşru görülen, sineye çekilen bütün devrimci stratejilere rağmen belirmedi. Geriye sadece utanılması gereken bir hoyratlık ve kutsal değerlerin dar bir siyasi elitin çıkarlarını korumak adına entelektüelleri dövmek için kullanılmasının utancı kaldı.
Yeniden lise yıllarıma, yani 16 yaşındayken keşfettiğim değerlere, tercih ve kayıtsızlık kavramlarına geri dönebiliriz. Geride bıraktığımız 20 senede, ateşli bir şekilde tartıştığımız anayasal reform önerilerinin, sivil asker ilişkilerinin, Kürt sorununun ve daha nice özgürlük indikatörü olarak kabul edilen meselenin ardından elimizde kalan; kutuplaşmış bir toplum, zayıflamış bir bürokrasi ve seçim dışında diğer kurumsal şartlarından arınmış zayıf bir demokrasi oldu. Muhtemelen bunun sebebi, tercihleri yaftalayan ve kayıtsızlığı ihanet olarak gören ergen ve heyecanlı bir psikolojinin özgürlükçü çevrelere hakim olmasıydı. Bu ruh halinin özgürlüğe yönelik en büyük ve yıpratıcı tehdit olduğunu artık görmemiz gerekiyor. Elbette bunun için, cenneti de siyasetten ve devletten beklemeyi bırakmamız gerekecek.