23 Haziran gecesinin ilerleyen saatlerinde Boğaziçi Köprüsü’ne lazerle yazılan, “Cesaretim aklını zorladı mı? Suskun değil, sokaktayız!” sloganıyla 10. Trans Onur Haftası sonlanmış oldu.
Haziran ayı tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de “Onur Ayı/Pride” olarak kutlanır. Bu ayda LGBTİ+’ların hak mücadelesi ekseninde çeşitli etkinlikler, toplantılar düzenlenir ve ayın son pazar gününde İstanbul’da gerçekleşen büyük yürüyüşle (2015’ten beri yasaklı) bu ay son bulur.
Her ilin ve üniversitelerin olduğu gibi, LGBTİ+’ların da en görünen yüzü, her dem öyle ya da böyle sokakta olan transların da ayrı bir takvimi, 17-23 Haziran’a denk düşen özel bir haftası vardır.
Dedikleri Gibi De Oldu
“Her yerde, her yerdeyiz” demişlerdi, tam da öyle oldu; gerek hafta boyunca yaptıkları çeşitli etkinliklerle, finalinde de İstanbul’un birçok ilçe ve bölgesinde astıkları bayraklar ve okudukları basın açıklamalarıyla…
Büyük kitleler halinde yürüyemeseler, bir araya gelemeseler de Yeldeğirmeni (Kadıköy), Beşiktaş, Şişli’de ise Mecidiyeköy ve Okmeydanı’na trans bayrakları asıldı.
Küçük gruplarla dahi olsa İstanbul’u renklerle coşturup şehrin hemen her yerini eylem alanına çevirirken çoğu da şehir dışından getirilen kolluk güçlerini, polis ablukasını, yasakları delmeyi başardılar.
Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi (Dem Parti) İstanbul Milletvekilleri Kezban Konukçu ve Özgül Saki de 10. Trans Onur Haftası Yürüyüşü’nde Atatürk Köprüsü’ne (Haliç) trans bayrağı astılar.
“Faili Devlet” Diyorlar
Okunan basın açıklamasında; geçmişten günümüze süre gelen polis şiddetine ve cezasızlıkla sonuçlanan/sırtları sıvazlanan trans katillerine gönderme yaparak; açlıkla, yalnızlaştırılarak ölüme sürüklenen transları anarak; her türlü hakları gasp edilen translar adına; kriminalize edilen bütün seks işçilerini unutmadan; yoksulluktan dağılan, çöken-çürüyen aile kurumunun sebebi/suçlusu biz olamayız diyerek “faili devlet” vurgusunun altı kalınca çizilmişti.
Yine açıklamada Filistin halkının da yanında olduklarını söylerken, ezilen Kürt ve Türkiyeli tüm halkların da yaşadıklarının sebebi olarak “faili devlet” diye sürdürdüler basın açıklamalarını.
Değişen Bir Şey Yok!
Pazar sabahının çok erken saatlerinden itibaren İstanbul Metro’sunun Taksim- Şişhane istasyonları İstanbul Valiliğince kapatılmış, Şişli, Beyoğlu ve Kadıköy ilçeleriyse toma ve polis çemberine alınıp iş yerleri Taksim Meydan’da olanlar ve turistler hariç herkesin İstiklâl Caddesi’ne (Beyoğlu/Taksim) girişleri engellenmişti.
Bizzat gördüğümüz bir olayda 1-2 yaşlarında bebeğiyle İstiklâl Caddesi’ne girmek isteyen karı-kocaya giremeyecekleri söylendi, bütün Tarlabaşı Caddesi’ni yürümeye mecbur bırakıldılar.
Oysa saat 18.00 gibiydi ve üstelik de zati, kuş uçurtmadıkları caddede herhangi bir eylem, olay yoktu. Biz de araya girip gazeteci olduğumuzu, caddede herhangi bir sorun olmadığını, geçmeleri için izin verilmesinin iyi olacağını söylediğimizde “Hadi, işinize bakın.” şeklinde kaba bir tonda azarlandık
Bazı bariyerlerde hatta Taksim’deki yeni yapılan camiye giriş noktalarında da yığılmalar oluşmuştu, kimilerinin içinde yaşlılar ve engelliler de vardı. Kime dert anlatırsın, kim anlar orası ayrı… Ne yazık ki dünden bugüne yasakçı ve baskıcı zihniyette gram değişim yoktu.
Oldukça İyi Korunduk (!)
Etkinliği düzenleyen komite, biz gazetecilerle de oldukça anlaşılır gerekçelerle ve güvenlik kaygısıyla eylem noktalarının koordinatlarını paylaşmamıştı. Bizler de alanları ve ana caddeleri gözlemleme kararı aldık.
Üç kadın gazeteci, Tatavla (Kurtuluş) son duraktan Dolapdere’ye (Beyoğlu) inip oradan da Taksim ve İstiklâl Caddesi güzergahında hem haber peşinde koştuk hem de gözlemler yaptık.
Tarlabaşı’nın ortalarındaki barikatta kimliğimizi ve basın kartımızı göstererek caddeye giriş yaptık. Oldukça sorunsuz ve rahat bir girişti. Bunu özellikle belirttim, birazdan caddeden ayrılış maceramızı da anlatacağım çünkü.
İstiklâl’e çıkan bütün sokaklar hem girişinde hem de caddenin birleşiminde çifte bariyerlerle kapatılmıştı. İstanbullular ve buraya aşina olanlar için bilindik bir durum, lakin diğer okurlarım için de betimlemek istedim.
Bütün caddede, caddenin kendi üstünde de üç ayrı bariyer ve kontrol noktası vardı. Gerçi bizim gittiğimiz saatlerde hepsi açılmış ve hatta memurların kimisi güneşten kaçınmak için tente altlarına oturmuş, kimileri de kendi aralarında şakalaşmakta ve sohbetteydiler. 20-30 metrede bir toma ya da gözaltı aracı olarak getirilmiş otobüsler arasında turistler de aşağı yukarı hareket halindeydi.
Tünel’e kadar (Galatasaray/Beyoğlu) kâh fotoğraf çekerek, kâh polis yoğunluğuna şaşırıp üzülerek yolculuğumuzu sürdürüp oradan da caddeden ayrılma kararı aldık.
Çıkışımızı yaptık, 50 metre kadar yürüdük. O sırada bazı polisler öz çekim yapmakta, birbirlerinin fotolarını çekmekteydi. Biz de çekimlerini rahat yapsınlar diye durduk.
“O üçünü durdurun, çevirin onları” diye bir ses geldi, üzerimize alınmadık, sonuçta çıkmıştık. Az önce öz çekim yapan kadın memur, “Bayanlar açın çantaları” dedi. Biz şaşkın haldeyiz, bir arkadaşımız, “Basınız, girmiyor çıkıyoruz” dese de çanta kontrolünden kurtulamadık.
Öyle ya! O noktaya gelene kadar kaç tane barikat/kontrol noktası geçmiştik. Nedenini anlayan varsa beri gele…
Sonra bir binanın önünden geçerken, tam da ben o noktadaydım, alarmlar çalmaya başladı. Acaba binada gazeteciler için, belki de trans kadın gazeteciler için ayrı bir hassasiyet mi vardı bilemiyoruz? Civardaki herkes, çay içen polisler ve en çok da ben kahkahalara boğuldum. Günün tek güzel hatırası buydu.
Alarma çok mu güldük, sebebi neydi bilemiyoruz. Lakin Taksim’den Osmanbey’e doğru yürürken (muhtemelen Tarlabaşı civarında olmalı) içimizden bir arkadaş takip edildiğimizi, peşimizde sivil polislerin olduğunu fark etti.
Biz önde onlar arkada 20 dakika kadar yürüdükten sonra öbür arkadaşımız, “Niye takip ediyorsunuz? Yaptığınız tacizdir, evimize gidiyoruz” diye söylenince “Tamam, buyurunuz gidebilirsiniz” şeklinde cevapladı sivil polislerden birisi. Hayli kibardı, en azından yine azarlanmadık. Lakin takipten de vazgeçmediler. Elbette taciz tacizdir!
Harbiye’yi yaklaşırken ve sivil polisler gitti diye düşünürken, meğerse “kıymetli emanet gibi” başkaca bir sivil ekibe teslim edildiğimizi ve takibin devam ettiğini fark ettik.
Kendi aramızda iki gruba ayrılma kararı aldık. Diğer iki kişi karşı yakaya geçeceklerdi, benimse yalnız kalmamdan kaygılıydılar. Ben de bir arkadaşımdan benimle metronun önünde buluşmasını rica edip ondan olur cevabını aldım.
Osmanbey metronun oraya gelince vedalaşıp ayrıldık. Metro civarının yoğun polis ve toma vs. ile dolu olduğunu söylememe gerek var mı? Polis balosu gibi olan alanda beklemek ve yalnız kalmak istemedim. Yürüyen merdivenlerle metroya inerken “ben geldim” mesajı attı arkadaşım. On saniye kadar sonra çıkış yönünden tekrar çıktım metrodan.
Peşimdeki polislere ne mi oldu? Sanırım biraz benim hızlı hareketim, az bir süre peşimizde olmaları, yüzümü net görememeleri vs. gibi nedenlerle beni kaybettiler.
Buna üzüldüm desem, vedalaşmadığımıza daha da çok üzüldüm desem… Neyse, gülen yüzlerinizi de görür gibiyim.
Her Yerdeyiz!
10. Trans Onur Haftası geride kalırken bir özne olarak “Buradayız! Her yerdeyiz!” diye ben de belirtmek istiyorum. Hatta o kadar ki bu yazıyı dahi trans bir kadın gazeteci yazıyor.
Buraya gelmesi hiç kolay olmasa da… Her şeye rağmen buradayız/buradayım!