[voiserPlayer]
Şu sıralar aklımda bir fikir dolaşıyor. Sürekli olarak yazmam gereken bir kitap olduğunu düşünüyorum. Otoriter rejimlerle ilgili hatırı sayılır bir literatür var. Bu tip rejimlere karşı nasıl bir muhalefet geliştirilmesi gerektiği de çok fazla tartışıldı. Üstelik, yeni tip despotizmler üzerine yapılan çalışmaların sayısı son yıllarda hızlı bir şekilde arttı. Ancak Türkiye’de, yani popülist bir otokrasinin hüküm sürdüğü ancak seçimlerin devam ettiği, bazı özerk alanların halen daha var olduğu bir ülkede yaşamak henüz daha yazılmamış bir şeyler olduğu hissini uyandırıyor.
Zira, otoriter saçmalığa karşı bir araya gelmiş, yaşam mücadelesi veren veya ahlaki bir ülküyü savunduğu için kendini tehlikeye atan muhaliflerin olduğu bir hikaye yaşamıyoruz. Nazi veya Stalin dönemi filmlerine benzer bir muhalif romantizmi yok. Seçimler devam ediyor, partiler varlıklarını sürdürüyor, iyi kötü muhalif bir medya var ve sivil toplum yurtdışı fonlarından faydalanarak ayakta kalabiliyor. Yani bütün hoyratlığına, beceriksizliğine, zaman zaman artan zaman zaman azalan şiddetine, umutsuz şekilde kamusal alanı muhafazakarlaştırma gayretine fakat her daim kendisini koruyan kleptokratik karakterine rağmen popülist otoriter bir rejim altında muhalefet can vermiyor. Duruma uyum sağlıyor, kendi dinamiklerini yaratıyor ve var olan değişim umudu muhalif grupların gelecek için siyasi planlar yapmasını, hatta bazılarının kişisel kariyerlerini bu değişime bağlamasını beraberinde getiriyor.
Kişilerin kendi menfaatlerini düşünmesinin ayıp bir tarafı yok. İşbirlikleri kendi faydasını düşünen aktörler arasında gerçekleşir ve en fazla faydayı üretir. Rekabetçi demokrasiler ve açık toplumlar bu tip işbirliklerini ve faydaya odaklanan ilişkileri garipsemezler. Neticede sözleşme açıktır ve amaç bellidir. Aktörlerin davranışlarının motivasyonu bilindiği için eylemlerinin sonuçları da öngörülebilir. Bununla beraber, uygarlık tarihinde ahlaki direnişler de olmuştur. İnsan grupları sonuçlarından bağımsız sırf ahlaki bir standarda inandıkları için bazı eylemlerde bulunmuşlardır. Hak ihlallerine karşı verilen tepkiler, adalet duygusunun sarsıldığı anlarda ortaya çıkan kolektif öfke veya kendi çıkarından etik kaygılarla feragat etme gibi olgular aslında yaşadığımız medeni toplumun normlarını oluşturmuştur. Bu durumun da tuhaf bir yanı yoktur. İnsanlar anlamlı bir hayat yaşamak ister ve ahlaki bir disiplin onlara bu anlamlı yaşamı sunabilir.
Ne var ki Türkiye gibi ülkelerde fayda ve ahlak kavramları birbirine karışır. Bunun sebebi muhalif olarak hayatta kalmanın zorluğu ile iktidara her an gelebilecek olmanın ümidinin birbirine çok yakın olmasıdır. Halihazırda muhalif olmak, belirli değer sistemlerine olan bağlılığın bir sonucu olarak görülür genelde. Özellikle, ekonominin iyi gittiği dönemlerde bu tip bir adanmışlık ülkeyi katı bir otoriterliğe sürüklenmekten korur. Çok sesliliği teminat altına alır ve iktidarın toplumun üzerine çullanmasına mani olur. Öyle ki, muhaliflik bir omurga, bir karakter meselesi halini alır. Bu durum, haliyle iktidara oy veren ve onu destekleyen insanların da hızlı bir şekilde çıkarcı bir sürü olarak tanımlanmasını beraberinde getirir. Siyasi rekabet, ahlak ile çıkarın, iyi ile kötünün, masum ile günahkarın çatıştığı mitolojik bir hikayeye dönüşür. Öte yandan, iktidarı destekleyenler de kendilerini, çıkarları uğruna bütün değerlerini bir kenara bırakmış hedonist bir yığın olarak görmeyi kabul etmez. Zaten bununla yüzleşmek çok zordur, her insan bir meşruluk zemini arar. O noktada imdada ya büyük bir dava kavramı ya da ulusun ali menfaatleri, hassas güvenlik ihtiyaçları devreye girer. Mesele bir partiyi desteklemek olmaktan çıkar ve daha kutsal bir ülkü için kendisini feda etmiş, partiye verdiği desteği talileştiren inançlı bir profil belirir. Böylece rekabet, iki alternatif ahlaki anlayış arasında uzlaşılması mümkün olmayan bir hal alır. Çünkü eğer yarışan iki ahlaki yorum varsa biri diğerini kesinlikle ahlaksızlıkla itham edecektir.
En büyük yanılgılardan birisi toplumun belirli prensipleri benimseyen ve bunlardan taviz vermeye yanaşmayan kesimler arasında bölündüğünü düşünmektir. Bu tip tutkulu ve radikal kesimler genelde toplumlarda küçük bir azınlığa denk gelir. Çok fazla yazar, çok fazla konuşurlar. Hatta Türkiye gibi ülkelerde genel itibarıyla kamusal tartışmayı ve gündemi belirleyen de onlardır. Ancak toplumların ekserisi, daha çok kısa vadeli çıkarını ve yakın çevresini düşünen, gündelik hayat problemlerine ivedi çözümler arayan ve bütüncül bir politik tavır almanın gerektirdiği zamana sahip olmayan, bunu zahmetli bulan insanlardan oluşur. Dolayısıyla, siyasal tercihler mevcut iktidarın kazananları ve kaybedenleri arasında dağılır. İktidarın kamu politikasının kazananları ve kaybedenleri vardır. Bizim gibi ülkelerde kamu politikasından anlaşılan şey genel itibariyle kamu kaynaklarının keyfi olarak tahsis edilmesi olduğu için insanların kolay ulaşabileceği politikacılara oy vermesi belirli bir ideoloji ve kimlik göstergesi olarak algılanabilir. Ama bu bir illüzyondur aslında.
Bu illüzyon sayesinde nice sosyologlar, nice siyaset bilimciler ülkedeki politik fay hattını patronaj kavramını es geçerek okudular ve ciddi ciddi inanmış, adanmış insanlardan oluşan toplumsal kutuplar olduğunu ileri sürdüler. Halbuki mesele çoğu zaman; ister makro olsun, yani hükümetin idare ettiği kaynaklar; ister mikro olsun, yani yerel yönetimler ve kendi içinde güç hiyerarşisi olan herhangi bir kurum; iktidarın bir şekilde yakınında yöresinde olmaktan daha fazlası değildir. Bu noktada, ahlak ve fayda arasındaki gerilimin dışında mide bulandırıcı bir eksen oluşuyor. Kendi faydasını savunmak için ahlakın arkasına gizlenen ve kendi faydasını tehdit altında gördüğü anda rakibini tekfir eden bir eksen bu.
Sözü artık Daktilo1984’e getirmenin zamanı geldi. 2019 senesinde bu entelektüel hareketi başlattık ve Türkiye’nin tahrip edilmiş kamusal tartışma alanının inşasına katkıda bulunmak istedik. Medeni bir toplum olmadan demokratik bir rejimin inşa edilemeyeceğini düşünüyorduk. Kendimizi, bizden önceki liberal cemiyetlerden farklılaştırdık ve liberal değerlerin havarisi gibi davranmak istemedik. Liberalizmi ihtida edilmesi gereken bir din olarak görmeyi reddettik. Liberal olmasa da farklı bir düşünce geleceğinden gelse de entelektüellerin birbirlerini yaftalamadan, karikatürleştirmeden, linç ettirmeye çalışmadan ve tehlikeye atmadan konuşabilmesini amaçladık. Bunu başarmak zorundaydık çünkü düşüncenin, ana akım medyada birbirine hömküren aparatçiklerin komplo teorilerinden ibaret görülmemesi gerekiyordu. Tartışmanın bizzat kendisi ve belirli bir saygınlık düzeyinde ilerlemesi bizi liberalizme daha da yaklaştıracaktı. Fikir ve ifade hürriyetini, sadece devlete karşı korunan bir değer olmaktan çıkartacak, toplumsal bir norm haline getirecekti.
Bunu başaramadık. Geride bıraktığımız 3 sene içinde yaklaşık 600 entelektüel, akademisyen ve aktivist Daktilo’ya katkı verdi. 1000’in üzerinde analiz ve röportaj yayınladık. Araştırma dosyaları hazırladık ve birçok yazıyı çevirerek Türkçemize kazandırdık. 2 senedir YouTube ve podcast kanallarımız devam ediyor ve büyük resmi gören, tiyatral yetenekleri yüksek siyaset bilimi şifacılarının popüler kanallarını saymazsak hatırı sayılır bir izleyici-dinleyici kitlesine ulaşıyor. Bütün bu çabalara rağmen muhatap olduğumuz eleştiriler, yazdıklarımızı okuyan ve konuştuklarımızı dinleyen insanlardan gelmedi. Dolayısıyla eleştirilen şey, yazdıklarımız veya konuştuklarımız olmadı. Bu süreçte, dış güçlerin maşası, vatan haini, siyaseti dizayn eden üst akıl ve daha birçok şey olduk. İnsanlar, okumadan ve dinlemeden bizden nefret ettiler. Bu nefreti yaymayı kutsal bir görev bildiler ve hayatlarında kötü giden ne varsa sorumlusu olarak bizi gördüler.
Bu hakaretlerin çoğu ahlak temelliydi. Daktilo’nun siyasi aktörleri ve olguları inceleyen, onları anlamaya çalışan ve rasyonaliteyi esas alan yayın politikası bu yüzden ahlaki bir zaviyeden yargılandı. Popülist-otoriter bir iktidarı mağlup etmek için önerdiğimiz her politika, doğru ve yanlış olmasından bağımsız, hızlı bir şekilde bizlerin siyasi kariyer yapmak için attığı adımlar olarak görüldü. Devran dönünce iktidarın kenarında köşesinde Daktilocular görmek gibi bir kabusa sahip birçok insan. Hatta muhalefetin içinde kendisine yer arayan ve muhalefet üzerindeki kontrolünü yitirmiş kişiler de kaybettikleri koltukların Daktilocular tarafından doldurulduğunu zannediyorlar. Bu zan onları, iktidar değişse de hiçbir şeyin değişmeyeceği noktasına götürüyor. Yani hükümeti mağlup etmek yetmiyor aynı zamanda yeni dönemin ruhu da onları tatmin etmeli. Bu olmayınca her aktör onlara AKP’nin başka bir rengi gibi görünüyor haliyle. Hayatı böyle okumak da öncelikli olarak AKP’nin mağlup edilmesine odaklanan Daktilo’nun kariyerist damgasını yemesine sebep oluyor.
Ülkenin bütün ahlakçıları Daktilo’ya karşı birleşiyor ve hem çıkar hem de siyaset kavramını aşağılamaya başlıyorlar. Muhalif siyasetçilerin her hangi bir hatalı adımı Daktilo’ya fatura ediliyor ve içten içe muhalefetin başarısız olması kendi haklılıklarının bir göstergesi olduğu için arzu edilen bir duruma dönüşüyor. Mesela, Erdoğan’ın doları bir gecede düşürmesine duyulan hayranlığın hızlı bir şekilde Daktilo lincine dönüşmesinin sebebi de bu.
Aslında bu insanlar bir ahlakı savunmuyorlar. Sadece yaşadıkları bir anlam krizinin kendi psikolojileri üzerinde yarattığı olumsuz etkiler ile savaşırken buldukları bir put ile, hatta buldukları en tehlikesiz ve başlarına iş açmayacak put ile kavga ediyorlar. Aldıkları etkileşimin avuntusu ve yalnız olmadıklarını bilmenin mutluluğu ile devam ediyorlar. Bunun yanı sıra muhalefet içindeki konforunu kaybeden, etki sahasını yitiren veya bir şekilde etkili olmaya çalışan, yani mikro iktidar hesapları içinde olan insanlardan da bahsetmek gerekir. Onlar da ahlak üzerinden yürüyor ve uğradıkları her hüsranın hesabını Daktilo’dan soruyor.
Dördüncü yaşımıza girerken maruz kaldığımız linçlerin büyük çoğunun kendisini muhalif olarak tanımlayan insanlardan gelmesinin şaşkınlığı içerisindeyiz. Sanıyorum, beni başta bahsettiğim kitabı yazmaya iten de bu durumu anlamlandırma isteği. Bu konuda zihnim ne zaman netleşir bilmiyorum ama Daktilo olarak sızlanma lüksümüz yok, onu biliyorum. Bütün bu küfür kıyamet ile mücadele etmenin tek yolu anlamlı işler üretebilmekten ve Daktilo1984’ün talip olduğu alanı layıkıyla doldurabilmesinden geçiyor. Moralimizi bozmamalıyız. Ülke benzeri olmayan bir ekonomik kriz yaşıyor ve önümüzdeki sene bu popülist otokrasiye son verme şansımız var. Her zamankinden daha çok çalışmalı, kendi eylemlerini devlet aklı olarak pazarlayan keyfi idareye karşı kurumsal bir devletin yokluğunu ısrarla hatırlatmalı, sosyal medyanın ergen dilinden kurtulup anlamlı kamusal tartışmalar yaratmalı ve bireysel hürriyetlere yönelen tehditlere olabildiğince karşı çıkmalıyız. Bu hat üzerine kuracağımız bir muhalefet ekseninin, bu ülkede yaşayan insanların ilgisini çekeceğini ve karşılaştıkları sorunları çözebileceğini düşünüyoruz.
Fotoğraf: Laura Chouette