[voiserPlayer]
Anti-entelektüalizm daha çok sağla özdeşleştirilse de gördüğü işlev sebebiyle aslında tüm keskin hatlı siyasi-ideolojik odaklarca paylaşılmaktadır. Böylece kapalı devre anlatılar dışarıyla temas etmeyerek kendi saflıklarını korurlar. Anti-entelektüalizme dair 1963 tarihli kurucu metni kaleme almış Hofstadter, son on yılda yeni anti-entelektüalizmin ilhamı, popülizmin yükselişiyle beraber popülizme dair de kurucu metniyle yeni bir ilgi görür oldu. ABD’de Trump çağında sağdan yükselen anti-entelektüalizme dair kamusal entelektüel sahada peş peşe yazıların çıkması vaka-ı adiyeden oldu. Bu yazıda ise yeni bir anti-entelektüalizm analizi yapılmayacak. Ancak daha spesifik olarak vardığı bir haline bakılacak. O da sosyal bilim inkarcılığıdır.
Geçtiğimiz günlerde İlker Aytürk ve Berk Esen’in derlediği Post-Post-Kemalizm kitabının ön duyurusu sosyal medyada çıktı. Kitap ismini Aytürk’ün 2016’da Birikim dergisinde yayınlanan yazısının başlığından almaktaydı. Aytürk bu yazıda Türkiye’deki sol-liberal siyasal çizgiyle uyuşan revizyonist tarihyazımının bir eleştirisini sunmakta ve bu paradigmanın eksik ve açıkta bıraktıklarını doldurarak aşılması gerektiğini savlamaktaydı. Bu makaleye destek veren ve karşı çıkan makaleler de Birikim dergisinde kendilerine yer bulmuştu. Post-Kemalist paradigmanın Türkiye modernitesinin boyutlarını kavramada yetersizlikleri ve Türk modernitesini belli bir şablona hapsettiği savlarından hareketle yayınlanan söz konusu (kimsenin henüz okumadığı) kitap, sosyal medyada derhal küçümseyici, saldırgan ve kendinden eminlikten kaynaklı küstah tepkilerle karşılaştı.
Enteresan şekilde bu linçi gerçekleştirenler (gerçi çoğu zaman olageldiği üzere) bağlamı hiçbir şekilde anlamamışlardı. Belli anahtar kelimeler tetikleyici etki yapmıştı sadece. Bu tepkiyi verenlerin çoğu zaten kitabın içeriğinden, derleyenler ve yazarlarından bihaberdi ve tavırları her DeutscheWelle, BBC, Medyascope adı geçince verilen salyalı tepkilerin tekrarından ibaretti. Bazıları ise olayın az biraz daha farkındaydı. Tanıl Bora ismi ve İletişim Yayınları onlara göre bu nefret yüklü tavır ve bu tavrın haklılığı için yeterliydi. Buraya kadar tüm kara komedisine rağmen bilindik siyasal-ideolojik tepkilerdir. Ancak buradan bir sonraki kademeye de hızlıca geçildi.
Dillendirilen popüler yaygın anlatıya göre akademi, ahlaken düşüklük ima eden “cumhuriyet düşmanı”, “Türklük düşmanı” gibi yaftaların üzerine eklenerek anılan sol-liberal bir tahakküm altındadır. Farklı fikirleri bastıran, duyulmaz kılan bir tekel kurulmuştur. Elbette 2022 yılında üniversitelerde her türlü liberal ve sol fikrin bastırıldığı, KHK’lar üzerinden hendek savaşları sırasındaki ortak imzalı bildiri gerekçesiyle birçoğu bu görüşleri paylaşan yüzlerce akademisyenin işlerinden attırılarak sosyal ölüme terkedildiği bir konjonktürde bu görüş abestir. Aynı görüş on yıl önceye dair de abestir. Türkiye sosyal bilim akademisindeki yerleşik koruma-kollamacı ilişkiler ve üniversitelerin tutuculuklarıyla iç içe geçmiş ideolojik karakterleri sebebiyle uluslararası akademik düzene entegre, sınırlı sayıda üniversite dışında akademik kadrolaşmada parya kalmışlardı. Dolayısıyla, akademik temsili çok kısıtlı nefret bilenilmiş bu dar çevreye vehmedilen bu sözde akademik iktidar, onlara ve yazıp çizdiklerine yüksek entelektüel ve kültürel sermaye atfedildiğinden başka anlama gelmez.
Bu görüşler açıktır ki kısmen ABD’den tercümedir. Zira, Türkiye’nin aksine ABD’de üniversitelerin ve akademisyenlerin kendi temsiliyeti ve aktörlüğü vardır. Disiplinlerin çatı örgütleri siyasal ve etik tavırlar alırlar; öyle ki bazen bu tavırlar kavga gürültü arasında üyelerini ortadan yaran nitelikte olur. Bu akademik aktörlük ve inisiyatif giderek sağın/muhafazakarlığın 1960’lardan başlayarak kampüslerde, hele prestijli üniversitelerde, azınlık hale gelmesini, akademisyenlerin sosyalist solun da küresel ricatıyla bir sol-liberal konsensüse demir atmaları neticesini vermiştir.
Kampüsler aynı zamanda güvenli alanlardır. Yani üniversite dışının aksine öğrencilerin keyfice ve rahatça örgütlenerek kendi görünürlüklerini ortaya koymalarına cevaz verildiği, hatta teşvik edildiği mecralardır. Dolayısıyla kampüsler, özellikle de LGBT, feminizm, çevre aktivizmleri için mümbit alanlar oldular. LGBT kültürü, çokkültürcülük gibi siyasalar adeta insanların gözlerine soka sokularak aleniyet kazandı. Gündelik hayatın dışında ama kampüslerde abartılı görünürlükler birçokları için akademinin gündelik yaşam, dünya ve anaakımdan kopuk woke vahalar olduğuna dair yaftaları besledi. Türkiye’de bu imgeler bütünü Boğaziçi, Bilgi gibi kısıtlı sayıda üniversiteye uyarlandı. Dolayısıyla, bir taraftan ABD sağının klişelerinin adaptasyonu söz konusudur.
Ancak Türkiye’de bu sosyal bilim karşıtlığının bir çeviri durumu olmasından öte asıl bir durum vardır. Türkiye’deki hegemonik otoriter-milliyetçi ideolojik endoktrinasyonun ve onun normalliğinin sonucudur. Milliyetçi-muhafazakar-İslami sağın ABD sağıyla örtüşen hakikat rejimine karşı ABD’deki gibi sosyal bilimleri sahiplenecek bir liberal sol-merkez yoktur. Sosyal bilimlerin millet, devlet, kültür, kimlik ve tüm bunların etkileşiminde tesis edilen toplumsallık olguları sağ ve sol anaakımlara tamamen yabancı ve dışsaldır. Ötesinde, özcü millet, devlet algıları, bu özcü kavramlar çevresinde bugüne pranga yapılmak istenen tarih kutsalları, milli hakikat rejiminin temelleri olduğundan bunların müphemliğine dair yazılanlar, kolayca bu milli hakikate rejimine karşıtlığa, onun tartışılmaz gerçekliğini inkara yorulmaktadır.
Aynı şekilde milli tarihsel anlatı ilkokul müfredatından ve bayrak törenlerinden itibaren o kadar “normal” varsayılmıştır ki bu anlatının dışında kalan ve onun mutlaklarına şüpheci tüm mülahazalar, “Türklük düşmanlığı”, “cumhuriyet karşıtlığı”, “Atatürk-düşmanlığı” gibi hakaretamiz safsatalarla özdeşleştirilmektedir ve sosyal medya çağında dizginsiz bir öfke üretmektedir. Yeni olan elbette görünümdür, içerik değil. 2000’lerde Facebook ve “Hürriyet gazetesi okur yorumları” da bir önceki kuşağın zihinsel dünyasının farklı olmayan fotoğrafıydı. Bu saiklerle hedef alınan ise bir anlatı, paradigma bile değil sosyal bilimin, tarihçiliğin, sosyolojinin, siyaset felsefesinin abecesi ve yüz yıllık bir literatürün seyrine dayanan 21. yüzyıl dönümündeki konsensüsüdür.
Örneğin, bir Aydınlanma değeri olarak cumhuriyetin kavram olarak ne olduğunu bilmeyenler pekala afaki cumhuriyet karşıtlığı salvolarıyla dolanmaktadır. Zira, en basitinden cumhuriyet kelimesi bir tanıma ihtiyaç duymamaktadır. Bu kendinden menkul cumhuriyetçilik, milliyetçiliğin ve devletçiliğin bütünleşiğidir; bir erdem, haysiyet, özgürlük ve eşitlik ideali değil. Zaten “cumhuriyetin kurucu değerleri” yine benzer bir perdelemedir; evrensel hak ve özgürlükler ve erdemleri karambole getirme, konuşmama işlevli. Bu referans tekelinin sürdürebilmesi ise başkalarının kamusal alanda konuşmaması, konuşamaması üzerinden geçmektedir. Bunun için ise sosyal bilimlerin uzun erimli kuşaklararası kolektif üretim, akıl ve emeğe dayalı soğukkanlı, mesafeli kavramları (bu bile mümkün olabildiğinde) ve literatürü, üniversite koridorlarının ötesinde duyulmamalı, boğulmalıdır.
Temel sosyal bilimsel düşünme yoksunluğu denildiği gibi en ezberden birinci kademede karikatürleştirilen anti-wokeçuluk, 2. kademede akademide tahakküm anlatısına, ancak bunların da eksik kaldığı hissedildiğinde doğrudan sosyal bilim inkarcılığına varmaktadır. İlk iki strateji yetmediğinde en aşırı ve fütursuz 3. aşamaya ulaşılmaktadır. Birçokları için sosyal bilimler mühendisliğin aksine bazen mizaha vurulmuş bir şekilde, bazen doğrudan akademiden atılması gereken ve ideolojik hastalıktan muzdarip şer yuvalarıdır. Sosyal bilimlerin sükûnetli dünyasına yabancılığa ve temel kavramlarına öfkeye karşı sağaltıcı ve açık bir tartışma yürütmek ise güncel bir gerekliliktir. Aslında adı ne konulursa konsun hedef alınan yakın Türkiye tarihine ve günceline dair akademik bir paradigmadan öte Türkiye’nin kendine özgücülüğünün ve yerelliğinin (parochial) ötesine 1980’lerle ulaşmış ve gündemleri, nüansları, yorumları, bir çoğu ideolojik boyut da içeren ayrışmaları ve çelişkileriyle bir derya oluşturan ve onu besleyen sosyal bilimlerin (konsensüsünün) varoluşunun kendisidir. Söz konusu öfkeli tepkiler elbette kendi başlarına bir şeyi doğrulamasalar da bir patolojinin üzerinde daha soğukkanlı ve çözüme odaklı konuşulması gereken bir tomografisini sunmaktadır. Her ne kadar bu gürültüye belki gerektiğinden fazla prim vermek de yanlışsa da öncelikli bir meseleyi gözler önüne sermektedir.
Geleceğin Türkiye’si için de eğip bükmeden ama, empatik ve sağaltıcı şekilde konuşmak fazlasıyla gereklidir. Yoksa, “ekonomide enflasyonun sebebi faizdir, evrim yoktur, akıllı tasarım vardır”dan daha az safsata olmayan görüşler kamusal alanı boğmaya devam edecektir. Bunla sancılı şekilde yüzleşmeden bir makul merkezi, sürdürebilir anaakımı hiç inşa edemeyiz. Bu öfkeyi besleyen milli hakikat rejimine karşı hakikate ses vermek akademik sorumluluk olduğundan çok daha fazla bir haysiyet ve vatanseverlik görevidir.
Fotoğraf bir Umut Sarıkaya karikatürüdür.