[voiserPlayer]
Dün tüm Türkiye, unutmadığı ve unutmayacağı Uğur Mumcu’yu andı. Onunla birlikte eski ve şimdiki “karanlık günleri” ve artık simgelerinden olduğundan diğer “faili meçhulleri” de bir kez daha saygı ve kaygı ile hatırladı. Elbette Uğur Mumcu bu toplum için salt değerli bir araştırmacı gazeteci olmanın da çok ötesindeydi. Ruhu şad olsun.
Bu yazımda ise bu topraklarda ne yazık ki Mumcu kadar tanınmamış, fakat başka kulvarlarda çok değerli ve iz bırakmış bir dostu anayım. Zira bugün de Boğaziçi Üniversitesi’nden kurumdaşım ve kafadaşım Murat Sertel’in vefat yıldönümü. Onun da ruhu şad olsun, öğrencileri ve meslektaşlarıyla yaşatılsın.
Ülkenin başta iktisadî çıkmazlarının ve sürprizlere gebe “seçim sonrasını bekleyen enkazlarının” konuşulduğu son günlerde, aklıma sıkça gelip duruyordu zaten. Üstelik Mumcu’nun meşhur “bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmak” sözü bağlamında. Hele Altılı Masa’dan “Oyun Kuramı” laflarını ve “kazan-kazan” açıklamalarını hemen her duyduğumda… Zira, Sertel de özellikle iktisadî tasarım, “Sosyal Seçme Kuramı” ve “Oyun Kuramı” konularındaki önemli katkılarıyla bilinirdi.
İttifaklar İçi ve Arası Kuralsız ve İstikrarsız Ayak Oyunları
Bugün Türkiye’nin son yıllarda çok yönlü bir yönetsel yetersizlik ile hızla kötüye gittiği konusunda yurt içinde ve dışında hemfikir olmayan yok.
Onun yerine geçmeye talip olduğunu yüksek sesle söyleyen muhalefet ittifaklarından da hala daha iyi bir alternatif sunulacağına dair halka aktarılan ikna edici ve güven verici herhangi bir sinyal yok.
En başta toplumdaki derin “yarılmanın” ve “yabancılaşmanın” aşılması için muhalefete bel bağlamış insanların akıllarını çok yordular. Yaşam güvencesi, huzur ve özgürlük arzulayan bu insanlara, kendi aralarında veya memlekete aşk olmasa da, aşı ve barışı nasıl sağlayacaklarının teminatını bir türlü veremediler.
Zaten “şu aday mı, bu aday mı” diye her hafta başı “Pazar günü” için sormuş sığ kamuoyu yoklamaları ve “bulgularının” medyada dakika başı tartışmaları ile halkın kafasını şişirdiler.
Muhalefet ittifakındakiler sık sık bir yandan Oyun Kuramı’nın klişesi gibi “kazan-kazan” siyaseti izliyoruz dediler. Fakat diğer yandan parti liderleri ve muhtelif temsilcileri çeşitli beyanları ile sürekli muğlak, karışık ve çelişkili mesajlarla kafaları çok karıştırdılar.
Dahası, en temel ilkeleri ihlal edip, futbol zihniyeti, metaforları ve ayak oyunları ile popülist siyaset ve muhafazakar alışkanlıklarını bırakamadılar. Uzatmaları oynayarak ulusal zararı çoğalttılar, halkı bıktırdılar ve kendi kendilerini gereksiz yere yıprattılar.
Zaten en büyük hatayı her kafadan çıkan sesleri aynı “muhalefete muhalefet” çuvalına doldurmakla yaptılar. Belli ki kendi liyakat/sadakat ölçütlerine uyanlara, medyatik yırtıklardan fırlamalara ve kendi popülist kafalarına yatanlara veya dillerine aşina gelenlere baktılar. Kısacası yapıcı eleştirileri ayıklayarak değerlendirmesini ve geri-beslenmesini bilemediler.
Gündemleri hep kalabalık. Yarın Altılı Masa’nın 11. toplantısı var. 30 Ocak’ta açıklanacak başlıklar hem kabarık ve sürpriz beklentili, hem de yeterince belli. Fakat hala vakit var. Şimdi tüm liderlerden sayısız tekil örneği hatırlatmak anlamsız ve gereksiz.
Yine de salt birkaç belirgin örnekle bile biraz içgörü ve 1 gr. siyasî muhakeme ummak yersiz kaçmayabilir. Zira, bir kuramcı-uygulamacı bilim-düşünce insanı veya akademisyen-pratisyen için hiç bir zaman geç değildir. Bir uçtaki İYİP ipinden başlayıp, baştan sona doğru biraz çek (ip çekiştirmey)elim:
Öncelikle, “dereyi görmeden paçaların sıvanması”. Örneğin, Akşener’in sürecin en başından “olmayan Başbakanlık makamına talip” olması ile (kendi CB adaylığı kısmı önemsiz!) zihinlerin doğrudan seçim sonrasına kilitlemesi. Seçimi kazanmanın ve demokrasiye geçişin önkoşulu HDP ile uzlaşmak iken, onunla ilgili kırmızı çizgilerini koruması. Bir yılın sonundaki son Diyarbakır gezisinde bile sanki uzlaşmacı veya yumuşatılmış gibi ve özetle, “Cumhuriyet’i Türk-Kürt-Zaza birlikte kurduk, HDP ile masaya oturmayız, ama masadaşımız oturabilir, biz onun seçmeninin, yani sizin oyunuza talibiz, bu ablanızı seçin gereğinin icabına sonra bakayım, vs” hamasî beyanları.
Keza zırva anketler paylaşıldıkça İmamoğlu ve Mansur’u “olası” ve Kılıçdaroğlu’nun ise “kazanamayacak” CB adayları olarak işaret edişleri gibi açık söylem veya imalı çıkışları. En son olarak da Anayasa maddesi düzenlemesi ve Erdoğan’ın 3. Kez adaylığı gibi konularda pragmatik rasyonaliteli ve “koz vermemek için” kabul ısrarı, vb. Kısacası ülkedeki kronik ve özcü milliyetçi muhafazakar damarı besleyen cesur ve mert çıkışları.
Tüm bu kolaycı, az ideolojili çok pragmatik, her halükarda pragmatist araçsalcı ve kazanma motivasyonu yüksek ve iddialı çıkışları ile kendisi daha az yıpranmış ve “yeni” partisinin yıldızını parlatmış olabilir.
Fakat aynı zamanda da varlığı ve kazanması kesinlikle CHP ve Kılıçdaroğlu’na (elbette “vefa” edebiyatından söz etmiyorum bununla!), Millet İttifakı’nın kazanması da Emek ve Demokrasi İttifakı’na, Türkiye’de muhalefet ve biçimsel/temsili demokrasi temsili de Cumhur İttifakı oyuncularına simbiyotik bağımlı hale getirilmişken, elbette hepsinin yığınla “eski ve yeni” kendi katkıları bütün ittifakların birlikte ve tüm Türkiye’nin kazanmasını baltalıyor.
Örneğin, Kılıçdaroğlu da hem toplumda muhalefet olarak yıllardır özdeşleştirilmiş “eski CHP” ye duyulan kronikleşmiş husumeti, hem de tüm ittifaklara farklı farklı açılardan verilen “yetersiz bakiye” tepkisel öfkelerini, hepsinin ortak ve kilit ismi olarak bir “paratoner”i kendi üstüne çekerek bu örüntüye yardımcı oluyor.
Muhtelif partilerden ak saçlı, eski ve akil siyasetçiler Kılıçdaroğlu’nun TV programı sırasında hedef gösterilmesini hukuka ve adalete vurulan yeterince büyük bir darbe veya demokrasiye tehdit olduğunu görememiş olabilirler. Muhalefet ve iktidarca “büyük lokma” olarak belirlenen ve tescillenen İmamaoğlu’na destek için Saraçhane’deki “Haysiyet Duvarı”nı imzalıyorlar.
O sırada, haysiyetli, vicdanlı ve “çetin ceviz” Kılıçdaroğlu da Meclis kürsüsünde otokrasiye baş eğmeyeceğini, gerekirse “hak, hukuk, adalet” yolunda ölmeyi yeğleyeceğini söyleyip vasiyetini açıklıyor.
Demirtaş da parmaklıklar arkasında iktidara, “maşacı pazarlık teklifleri karşılığında” baş eğmektense özgürlük ve demokratik hak idealleri uğruna ölebileceğini duyuruyor.
Heyecanlı, dürüst ve genç siyasetçi Baş ise 3. İttifakın mitinginde ilkeleri doğrultusunda sahneye çıkmadığını duyuruyor. Sosyal medyadaki takipçileri onun Ankara’da “tek başına” veya “başı bozuk” kahve içerkenki bir fotoğrafı dolaştırıyorlar.
İmamoğlu CHP rozetiyle Anadolu turnesine çıkıyor. Nihayet dün Yavaş da net bir biçimde CB adayının Kılıçdaroğlu olduğunu duyuruyor.
Sonuç olarak, hepsi de “ölümüne inatçı” ve kararlı. Farklı biçim ve sebeplerle de olsa birer “günah keçisi” gibi mimlenip yalnızlaştırılıyorlar. Yani tıpkı dillerinden düşürmedikleri Erdoğan gibi. Bu toplumda Cumhuriyet’i demokrasiyle taçlandırma siyaset oyununun onsuz oynanamayacağı gibi.
Oysa bunlara hiç gerek yoktu. Aç bilaç ve umutsuz düşmüş, fiziksel-iktisadî-sosyal-psikolojik varoluş ve davranım alanı iyice düşmüş halka, sürekli iktidarı kamusal alanda şikayet edip, “algınızı yönetiyor” demekten öte bir şeyler sunabilmeli(ydi)ler.
Böylece kendileri de toplumun, muhalefeti bilinçli veya bilinç-dışı nasıl algıladığını bu şekilde, yani bilinçli veya bilinç-dışı söylem ve imgelemleriyle bu şekilde yönetmeyebilirler(di).
Ülkenin tüm kurumlardaki otoriter, yasakçı ve istismarcı yönetimlerden ötürü zaten yılgın ve bezmiş halkın değişim arzusunu da köreltmeyebilirler(di).
Hortumlanmış ülke hazinesi veya kendi kesesinin hortumlanması yetmezmiş gibi, yapıcı yaşam enerjisinin son kırıntılarını da kendileri emmeyebilirler(di).
Demokratik Toplum Tasarımı ve İnsan Politikası
Kısacası iktidara demokrasi getirmek için talip olan muhalefet siyasetçileri ne “siyaset oyununu”, ne Oyun Kuramı’nı filan doğru kavramış gibiler, ne de onun ittifaklar içi veya arası siyaset ilişkilerini!
Böylece her türlü retorik eğretilemeleri ve kurnaz veya onurlu siyasî taktikleri derhal iktidara da kazandırmıyor; “kaybet-kaybet”e tahvil ediliveriyor.
Dolayısıyla, gündelik siyasette tüm duyduklarım ve gözlemlediklerim de maalesef bana Türkiye’yi yakın ve orta vadeli gelecekte bekleyen “kara günleri” işaret ediyor.
Ülkenin bugünkü hali hakkında eminim Sertel’in de söyleyecek çok şeyi olurdu. Fakat sanırım şu diyeceklerime de hiç itirazı olmazdı.
Zira, 2003’te yitirmeden önceki son karşılaşmamızda, “davranışsal ekonomi gibi yeni yetme türevlerin yetersiziği veya yanlışlığı” vb. üzerine de konuşmuştuk. O bağlamda da o dönem Yüksek Lisans öğrencilerine verdiğim “Grup Dinamikleri ve Psikolojik Danışmanlık” dersini nasıl işlediğimi, özgül (ve ironik!) olarak 6 oyunculu gruplar için oyun kuramsal tasarladığım özgün bir “işbirliği-rekabet” egzersizini…
Bunun yazının sonuna doğru birden aklıma gelmesi ve eklemem sebepsiz değil. Zaten başlığa da koymuş olduğum gibi, özellikle şu beş hususu daha ve çok kısaca vurgulamak gereksinimini duyuyorum çünkü:
- Öncelikle unutmamak gerekir ki, bütüncül veya makro toplumsal konulardaki tüm tasarımlarda elbette türlü matematik veya başka modellemeler kullanılır.
- İster toplum ve idarî bilimlerde kullanılanlar, isterse sokaktaki insanın sağduyusal model ve metaforları olsun, hepsi birer simülasyondur.
- “Kağıt üzerindeki” bu temsillerde makro-mezo-mikro bağlantıları farklı bireysel-kurumsal özneler veya oyuncular için çözülebilmiş olmalı.
- Az veya çok boyutlu, statik veya dinamik, düz veya katmerli tasarımlar mükemmel dahi olsalar pratikte işlemeyebilir. Hatta amaçlanandan farklı işlevler görüp, farklı sonuçlara götürebilirler.
- Çünkü tüm olası gözle görülebilir ve bilinebilir “faktörler” ne kadar titizlikle dikkate alınıp, hesaba katılacak olursa olsun, son zamanlarda çeşitli ve en çok da iş çevrelerinde telaffuz edildiği gibi, “insan” ne bir “faktör”dür ne de “odak” olabilir! Ne siyasetçinin, ne seçmenin “insan” olduğunu yazmaya bilmem ayrıca gerek var mıydı?
O halde, bu yazıyı şahsen daha önceden de dokuz alt başlıkta en ince ayrıntılarına kadar planlandığı duyurulmuş olan demokrasi paketinden, “insan politikası” açısından ne çıkacağını sabırla beklediğimi belirterek bitireyim. Gerekirse bu konuya daha sonra devam ederim.
Belli ki, bir aksilik ve erteleme olmazsa haftaya kamuyla paylaşılacak olan hükümet programı pek çok açıdan tüm yorumcuları uyaracak. Toplumun dikkatini çekecek ve çalıştıracak. Umalım ki layıkî ile tartışılır ve hayata geçirilir.
Günün sonunda “kazanmak” istemeyen kimse yok bu ülkede ve de dünyada!