[voiserPlayer]
İktidar tarafından sık sık dile getirilen, “iktidar olduk ama kültürel hegemonya kuramadık” serzenişlerini düşünmekten kendimi alıkoyamıyorum. Nasıl oluyor da bütün ekonomik ve siyasî iktidar araçlarını elinde bulunduran iktidar kurumu; insanlara bir yaşam kültürü, medeniyet biçimi, özenilecek bir varoluş sunamıyor, bunun üzerinde durmak gerektiğini düşünüyorum. Aklıma hemen şu video geliyor. Sanırım Tvnet isimli kanalda konuşan yorumcu, ünlü filozof Derrida’ya atıf yapıyor ve Tayyip Erdoğan’ın nasıl da Derrida’yla aynı şeyleri söylediğini iştahla anlatmaya çalışıyor. Bu videoda konunun ne olduğunu bilmesem de, son dönemde “Siyasal İslamcı” olarak adlandırılan (pseudo)entelektüellerin sık sık postmodernist filozoflara atıf yaparak AKP iktidarını meşrulaştırmalarını ve AKP öncesi dönemi eleştirdiklerini düşündüğümde, iktidarın kültürel ve sosyal hegemonyasını neden yaratamıyor olduğuna dair bir ipucu bulabileceğimi fark ettim. Fakat bunu açıklamaya girişmeden önce, müsaadenizle modernizm ve “postmodernizm”den biraz bahsetmem gerekiyor.
Türkiye’de modern kavramının içi de diğer bütün kavramlar gibi boşaltıldığından, modern deyince aklımıza başı açık kadın, Anıtkabir, içki içen erkek gibi imgeler geliyor olsa da aslında modern demek -tanımlamak oldukça zor olsa da- rasyonalite ve bilimi araç edinerek insanın hayatını daha “iyi” yaşaması için yapılması gerekenlerin, bazen devlet eliyle bazense kapitalist araçlarla uygulanması demektir. Modern olan, insana dair “daha iyi” olan şeyleri tanımlar ve bunu genellikle devlet eliyle toptancı bir biçimde uygulamaya koyar. Örneğin, Atatürk bir modernisttir. Osmanlı Devleti’nin üzerine inşa edildiği ilkelerin işlevini ve gücünü kaybettiğini düşünür, elindeki siyasal gücü kullanarak yerine bir Cumhuriyet kurar. Çokulusluluğun milliyetçilik çağında işe yaramayacağını görür, ulus devlet kurar. Ulus devlette mollaların dağıtabileceği, dini kurallara dayanan adaletin var olamayacağını öngörür, seküler bir hukuk sistemi kurar. Kadınların seçme ve seçilme haklarının olmasının daha “iyi” olduğunu düşünür, bunu yasalaştırır. Modern olan yapıcıdır, inşa etmek ister ve inşa ettiği kalıcı olsun ister. Bu sebeple, kişilerden bağımsız, kişiler gitse de yerinde duracak olan kurumlar inşa eder. Böylece pre-modern dönemin problemlerinin en önemlisi olan kişisel iktidarın keyfiliğini kısıtlamak ve rasyonel aklı iktidar kılmak için çabalar. Max Weber’den bildiğimiz kişisellikten arındırılmış kurumsal “modern” bürokrasi tam da bu sebeple ortaya çıkmıştır. Buna göre, kurallar-kaideler-kurumlar birilerinin keyfine göre değil, en fazla insana en iyiyi sunmak üzere, kişisel iktidarlardan bağımsız bir biçimde inşa edilecektir. Modern olanın inşa etmek istemesinin sebebi iyi niyeti, insancıl olması, yaşamayı sevmesi falan değil, inşa edilme ihtiyacının aciliyetine cevap vermesi gerekmesindendir. Fabrikalar kurması, daha çok üretilmesi gerektiğinden; yüksek binalar yapması, yaşanacak yer ihtiyacının giderilmesi gerektiğinden; bürokrasiyi kurumsallaştırması, kişisel iktidar hırslarının yarattığı zararları görmesinden ve yerine geçecek bir formül aramasındandır. Modern, mecburen inşa etmek zorunda kalandır ve inşa ederken, herkesi memnun etmeyi değil en rasyonel olanı düşünmek zorundadır.
Fakat modernin önemli bir sorunu vardır, yaptıklarından ve yöntemlerinden haz etmeyen insanları yok sayar. “Tarlamda, köyümde mutluyum ben abi, gelmiyorum fabrikaya” diyeni tarlasında bırakmaz. Kendisinin akış hızına yetişmesi için itekler durur. “Ben çocuğumun hastalığını dua ile geçireceğim” diyenin çocuğunu elinden alır çünkü çözmesi gereken salgın hastalık probleminin çözümü budur. Kendine başını sokabileceği bir gecekondu inşa etmek isteyen fakir bir inşaat işçisinin evini yıkar ve şehrin imar planlarını sebep gösterir. İnşa edilmesi gerekenle ilgilenirken, daha iyi yaşasın diye uğruna durmadan bir şeyler inşa ettiği insanın kendisiyle ilgilenmez. Modern rasyonel olmak zorundadır çünkü irrasyonellik ona zaman, kaynak, insan, güç kaybettirecektir.
İşte postmodernizm de buna itiraz edendir. “Modernizm”in insanın aklına, pozitivist bilime, verimliliğe verdiği önemin insanlık için bazı felaketler getirdiğini ortaya koyandır. İnsanın toplumsallık dışı bir varoluşunun olamayacağını, sürekli faydasını maksimize etmeye çalışan rasyonel bir birey olmadığını iddia eder. Buna göre insan, kendisini çevreleyen sosyal-siyasal-kültürel “yapılar” tarafından kısıtlanır, teşvik edilir ve sürekli olarak yeniden yaratılır. Bugün etrafımıza baktığımızda gördüğümüz “kötü” olan her şey, o kötülüğü çevreleyen sosyal-siyasal-kültürel yapılar tarafından üretilmişlerdir. Dolayısıyla insanın kurtuluşu bu yapıların ürettiği iktidar ilişkilerini tespit etmek ve onları yıkmaktır. İnsan ancak bu yapıları yıktığında gerçekten özgür olabilecektir ve ancak özgürken insan olabilecektir.
Bu saiklerle yola çıkan filozoflardan belki de en önemlisi Edward Said’dir. Oryantalizm adlı kitabında, Batı medeniyetinin Şark ile kurduğu ilişkide Şark’ı nasıl “ürettiğini” incelemiş ve kendini çevreleyen medeniyet olan Batı medeniyetinin köleciliğinden askeri caniliğine her türlü vasfını eleştirel bir biçimde ortaya koymaya çalışmıştır. Adını sık sık duyduğumuz Foucault -gerçekten çok etkileyici bir filozoftur- Batı’nın deli ve delilik kavramını nasıl ürettiğini, insanları nasıl toplumdan soyutladığını, devletin insanlar üzerinde kurduğu bio-iktidarla hayatlarını nasıl kontrol ettiğini incelemiştir. Yıkılması gereken iktidar ilişkilerini çırılçıplak önümüze koymuştur. Postmodernistler yapmanın değil yıkmanın peşinde koşmuşlardır. Yıktıkları yapıların yerine yeni bir yapı kurarlarsa kendileri iktidar olmuş olacaklarından, eleştirdikleri canavarın ta kendisine dönüşeceklerdir. Dolayısıyla yıkmayı yapmaya, canavara dönüşmemek adına tercih etmişlerdir.
Görebildiğim kadarıyla AKP iktidarının meşrulaştırıcısı olarak çalışan (pseudo)entelektüellerin ciddi bir kısmı bu postmodernist akımlardan oldukça etkilenmişlerdir. Batı karşıtlığı üzerine kurgulanan söylemin içeriği, Batılı postmodern filozofların Batı’yı eleştirmek için kullandıkları argümanlarla doludur. Örneğin, Türkiye’ye insan hakları ihlalleri ile ilgili bir eleştiri gelecek olursa verilen cevap Batı’nın yaptığı insan hakları ihlallerini işaret etmektir. “Kürtlere kötü mü davranıyorsunuz siz?” diyen Batılı bir kuruma cevap olarak “Siz önce köleciliğinizin hesabını verin” denilecektir. Fakirlikten şikayet edenlere, Batılıların zengin oldukları ama yine de mutlu olamadıkları ve hatta intihar oranlarının çok yüksek olduğu(?) söylenecektir. Batılı postmodernistlerin, kendi medeniyetlerinin modernizminin ürettiği yan etkileri eleştirmek için kullandıkları argümanları; iktidar entelektüelleri, kendi iktidarlarının eksikliklerini gizlemek için kullanmaktadırlar. Etkilendikleri postmodernist filozoflardan esinlenerek kendi medeniyetlerinin yarattığı problemleri analiz etmek yerine, Batılı filozofların Batı medeniyeti hakkında zaten yaptıkları “yapı-sökümleri” Batı’ya karşı tekrar yapmakta ve bunu tam da Batılı postmodernistlerin aksine kendi mahallelerinin iktidarını korumak için yapmaktadırlar. Yani enteresan bir paradoks olarak, Batılı postmodernistlerin her türlü iktidar ilişkisini yıkmak için kullandıkları yöntemleri, bizim postmodernistlerimiz kendi iktidarlarını korumak ve yüceltmek için kullanmaktadırlar.
Şöyle bir problemleri vardır: Batılı postmodernistlerin aksine, yıktıkları kavramların yerine yeni kavramlar üretmek zorunda kalmışlardır çünkü, iktidarın sahibi kendi mahallelerindendir ve iktidarda olan-siyasa üreten, pratik hayattaki problemlere cevap üretmek zorundadır. Batılı kavramları yapı-söküme uğratıp bu kavramların iktidarlarını yıkarken, Batılı postmodernistler gibi yıkmakla yetinmeyip, üretmeye yönelmekte ve bunu da temeli pre-modern çağlarda olan kavramlara atıf yaparak yapmaktadırlar. Yıllarca yıkmak için uğraştıkları “Kemalist-Seküler Hegemonya”nın yerine geçtiklerinden, kendilerinin daha iyisini yapabileceklerini göstermekle yükümlüdürler. Fakat yıktıklarının yerine, yıkılanı aşmış olan yeni bir dünya yaratmak hiç de kolay değildir. Batılı postmodernistler bu durumdan “Ben size daha iyisini yaparım demedim, eskisinin yıkılması lazım dedim” diyerek kurtulmuşlardır fakat bizim postmodernistlerimizin böyle bir şansı olmamıştır. Onlar da çözüm olarak en iyi bildikleri şeye, inançlarına, yani pre-moderne dönmüşlerdir. Örneğin, adalet problemi ile ilgili konuşuluyorsa, modern hukukun yarattığı adalet kurumlarına alternatif olarak Hz. Ömer’e ve onun kişiliğine atıf yapacaklardır. Çözüm, modernin ortaya attığı kişilerden bağımsız kurumsal adalet anlayışı değil, Hz. Ömer gibi adalet kavramını içselleştirmiş bir liderin adaleti uygulamak için kişisel çaba göstermesidir. Fakirlik probleminin çözümü sosyal devlette değil zekattadır. Hayvan hakları problemlerini çözmek isteyen Osmanlı’nın camilere yaptığı kuş evlerine bakmalıdır. İyi mimarî isteyen Mimar Sinan’ın iman dolu göğsünden çıkan eserleri anlamalıdır.
Fakat, bu şairâne çıkışların kulağa hoş gelen sedaları pratik hayatta uygulanmak istendiğinde, ortaya ne hikmetse kentsel dönüşümle mahvedilen beton yığını şehirler, her sene vergi affı alan yandaş iş insanları, cemaatler tarafından ele geçirilmiş bir devlet ve 264 bin kişinin hapiste olduğu bir ülke çıkmaktadır. Siz bu durumdan şikayet edecek olursanız “kökü dışarıda” olan bir mihrak ilan edilecek, yerli ve milli iktidara katlanamayan bir hain olacaksınızdır. Gazeteciler için özgürlük isterseniz “Batı” icadı özgürlükçülüğün zararları suratınıza çarpılır, demokrasi isterseniz Amerika’nın Irak’ı işgal etmesinin suçlusu sizmişsiniz gibi bir muameleye maruz bırakılırsınız. “Peki, tamam. Bunlar kötü de haberleri nereden alacağız” sorusunu sorduğunuzda, yani Batı’nın sunduğu gazeteciliğe bir alternatif istediğinizde, size A Haber izlemeniz tavsiye edilecektir. Yani Batı medeniyetinin ürettiği “özgür gazetecilik” – “demokrasinin dördüncü kuvveti” kurumuna alternatif olarak önünüze koyulan seçenek, pre-modern zamanlarda meydanlarda “padişahım çok yaşa” diye bağıran kelli felli adamların, günümüzün teknolojik imkanları dolayısıyla artık televizyonda bağırmalarıdır. Postmodernist Siyasal İslamcılık tam da bu, postmodernist yöntemlerle moderni yıkıp yerine pre-moderni iktidar kılma çabasıdır. İddia şöyledir: Batı’nın modernine alternatif olarak kurduğumuz, yerli ve milli değerlerimizin(pre-modern) üzerine inşa ettiğimiz iktidarımız en iyisi, en güzeli, en doğrusudur ve bunu göremeyenler ancak ve ancak kökü dışarıda(Batı’da) olan düşmanlardır. Ve takdir edersiniz ki; düşmanlarla konuşulmaz, ancak ve ancak üzerlerinde tahakküm kurulur.
İşte tam da bu bakış açısı sebebiyle, AKP kültürel ve sosyal hegemonya üretememektedir. Çünkü kültürel-sosyal hegemonya tahakküm araçları (polis, asker, yargı) kullanılarak değil, ancak ve ancak yönetilenlerin rızası oluşturularak kurulabilir. Yönetilenler, iktidardakilerin istediği gibi yaşamaya özendiklerinde, kendi istekleri ile yönetenlerin istediği gibi yaşamayı tercih ettiklerinde iktidarın kültürel hegemonyasının altında girmiş olurlar. Fakat böyle bir hegemonyanın ortaya çıkabilmesi için öncelikle tahakküm araçlarının etkin biçimde kullanılması önünde bazı kısıtlar olmalı, bu araçları rahatça kullanmak zorlaştığından ek güç ihtiyacı gereği güncel durumun eğrisiyle doğrusuyla topyekûn tespit edilebilmesi ve tahakkümü tamamlamaya yardımcı olmak açısından en uygun varoluş biçiminin üretilebilmesi gerekmektedir. Var olan sorunları dile getirenlerin sadece düşman olarak görüldüğü ve cezalandırıldığı, iktidarın sürekli olarak övülmek zorunda olduğu bir durumda pratikte yaşanan hayata uygun, özenilecek hayat biçimlerinin ortaya çıkması ve bunların hegemonya olabilmesi mümkün değildir. Çünkü yapılması gereken tek şey zaten cenneti dünyada kurmuş olan iktidarın övülmesinden başka bir şey değildir. İktidarı övmeyenler ise zaten düşman olduklarından tahakküm araçlarıyla bastırılacaklardır. Hâl böyle olunca da, iktidar tarafından kültürel hegemonya kurulması için düzeltilmesi gereken eksiklikler asla konuşulamamakta ve çözümleri asla üretilememektedir.
Fotoğraf: Bruno Oliveira