Bir ülkenin gelişme yolunda önüne çıkan pek çok engelden bahsedebiliriz. Kiminin coğrafyası zorludur, kimi terörden başını alamıyordur ya da kiminin tarihten getirdiği yükler vardır sırtında… Hangisi olursa olsun, toplumları müreffeh bir gelecekten alıkoyan ama belki bunlar gibi somutlaştıramadığımız önemli bir şey daha var aslında: kaynak israfı.
Kaynak israfı, toplumların kendi kendilerine çıkardıkları bir engel aslında. Davranış kalıpları, tercihler, iş yapış şekilleri ve anlayışlar… Bütün bunların sonucunda ortaya çıkan bir sonuç.
Ekonomi biliminin üzerine inşa olduğu temel düşünce, doğru kaynağın doğru yerde kullanılmasının sağlanmasıdır. Oysaki dünya ilk günden bu yana bu teorik hedefi gerçekleştirebilmiş değil. Gerçekleştirmenin ötesinde yanından geçebilmiş de değil. Bu da ekonomi modellerindeki temel varsayımlara kadar götürüyor bizi. Rasyonel ekonomik birimler vs.
İsrafın Büyüğü
Türkiye İsrafı Önleme Vakfı’nın 2025 raporundaki verilere dayalı olarak yapılan, 23 milyon ton gıdanın her yıl çöpe gittiği ve bunun kişi başına 102 kilo israf edilmiş gıda anlamına geleceğine dair tespitler, Cumhurbaşkanlığı Tarım ve Gıda Politikaları Kurulunun bir üyesinin yaptığı açıklamada yer vermesi ile gündeme taşındı. Buna müteakiben “serpme kahvaltı yasaklanıyor” manşetleri atıldı.
Dünyada israfın büyüklüğünü yansıtan verilere göre, üretilen gıdanın üçte biri yok oluyor. Bu, küresel ekonomiye yıllık yaklaşık 1 trilyon dolara mal olurken, Türkiye’de ekmek israfının sadece yüzde 5 azaltılmasının, yüz binlerce ailenin geçim yükünü hafifletebileceğine dikkat çekiliyor. Kuşkusuz bu konu yalnızca bireysel bir mesele değil, milli gelir, fiyat istikrarı ve toplumsal refah açısından kritik bir konu olarak ele alınmalı.
Gıda israfının büyüklüğünü anlamak önemli, ama yetersiz. Çünkü ekonomide israf sadece mutfaktaki atıkla çerçevelendirmez; emeğin, zamanın, bilginin, finansal sermayenin verimsiz kullanımını da bu çerçevede düşünmemiz gerekir. Nitekim bir ekonomide kaynaklar yanlış alanda kullanıldığında ya da atıl kaldığında, toplam talep ve istihdam potansiyeli zayıflar.
Öte yandan, fırsat maliyeti üzerinden ele aldığımızda ise bir kaynağın bir yere ayrılmış olmasının, o kaynağın başka bir alanda yaratabileceği katma değerden feragat edilmesi anlamına geleceği açıktır. Diğer bir deyişle, alternatif tercihlerimizden vazgeçmeyi kabullenmiş olmamız gerekir. Temel makroekonomik yaklaşımların ötesinde bu sorun; yönetim kalitesinin, liyakatin, şeffaflığın ve koordinasyonun eksikliği anlamına gelir ve bu eksiklikler verimsizliği sistematik hale getirir.
Bunun anlamı ise şudur: Bir restoranda yenmeyen “serpme kahvaltının” artanlarının çöpe gitmesi görünür bir kayıptır, ama siyasi şov amacıyla yapılan projeler görünmez ama milli serveti tüketen kayıplardır. Nitekim, kamuoyuna zaman zaman yansıyan yüksek maliyetli kimi projeler, sadece mühendislik ve mimari açıdan açıklanan devasa maliyetlerin yanında; kamulaştırma, altyapı, çevresel düzenlemeler ve lojistik bileşenlerini de dikkate aldığımızda makroekonomi üstünde ciddi bir baskı yaratıyor.
Maliyetlerin Her Türlüsü
Zihinlerimizi biraz daha zorlarsak eğer, yapılanların getirdiği bu maliyetlerin dışında bir de yapılması gerektiği halde yapılmayan, bazen kriz anlarında bazen de rutin işlerin sürdürülmesinde dahi; liyakatsizlik, adaletsizlik vb. sebeplerle ortaya çıkan kötü yönetimin getirdiği; “yapılamayanların maliyetini” hesap etmeye kalktığımızda, makroekonomiyi baskı altına alan devasa bir kaynak israfı ile karşı karşıya kalırız. Bu durum, kurumlarda, projelerde ve yukarıdan dalga dalga inerek bireysel hayatlarda ve yaşantılarda, aynı işlerin defalarca yeniden yapılmasını gerektiren maddi ve toplumsal maliyetler yaratır.
Kaynak israfı ile mücadele etmek isteyen bir toplumun, her türlü verimsizlikten ve verimsizliği yaratan her türlü şeyden de arınması gerekir. Zira kaynaklar liyakat değil, çıkar ilişkileriyle yönlendirildiğinde, verimsiz yapıların mali yükü topluma yansımaya devam edecektir. Bunun somut sonucu nedir diye soranlara bir ipucu vermek gerekirse; kendinize bir araba alırken “bir tane de devlete almaktır” bu, ya da zaten ödediğiniz bir vergiyi “öyle lüzum görüldüğü için” bir daha ödemektir.
İsraf Sofrada Bitmiyor
İşte tam bu noktada insan zihni, en baştan beri “kurallarına göre oynadığı oyunda” ilkokuldan itibaren girdiği sınavlar, geçtiği süreçler, aldığı eğitimler ve sertifikalar, karşılaştığı mülakatlar, aşamalar derken vakfettiği ömrünün karşılığında ne kariyer ve statü anlamında ne de maddi olanaklar anlamında hak ettiği hiçbir şeyi alamadığını ve fakat, bunun karşısında sahte diplomaların at koşturduğu, verdiği sözleri yerine getirmeyenlerin mahkeme önünde dahi bedel ödemediği, yönettiği kurumdaki öğrencilerin üçte biri kadar bilgiye sahip olmayan kişilerden oluşan bir yönetici ordusu ile donatılmış bir ortamı gördüğünde, “serpme kahvaltının israf edilen zeytinleri” gibi bir tartışma ile karşılaştığında adeta bir belgeseldeki penguen gibi hissetmeye başlıyor olmalı.
Bir ülkede hukuki süreçlerde aylarca dava dosyalarının beklenmesi, bıyıklı-bıyıksız her türlü sermayenin atıl kalması ve sonucunda da bu diyardan kaçması demektir. Bu durumda insan da kaybedilir finansal olanaklar da kaybedilir. Dahası bu süreçte toplumsal güven zedelenir; devlete ve kurumlara güven duyulmaz, milli menfaatler için çabalamak şöyle dursun, bireysel menfaatlerin ön plana çıkması ile ortaklaşa kazanımlar kaybedilir, kayıt dışılık artar, vergi gelirleri azalır. Tahmin edilebileceği gibi, bu, böyle devam eder.
İsrafla Gerçek Mücadele İçin…
Elbette gıda israfı için önerilen bireysel çözümler; ihtiyaç kadar gıda almak, doğru saklamak, porsiyon sistemine geçmek değerli. Ancak aynı uygulama mantığını kamu yönetimi, hukuk sistemi, altyapı planlaması ve kamu-özel iş birliğine de taşımak zorundayız. Mutfakta kurtardığımız her ekmek ne kadar yarınlar için gerekli ise ülkenin geleceğini inşa etmek için kamusal akla da kurumlara da adalete de ihtiyacımız var. Trenin bir yarısı ileriye gitmeye çalışırken diğer yarısı geriye gitmeye çalışırsa, fizik kanunları açıktır; yerimizde sayarız.
Sonuç olarak, Türkiye’de israfla mücadelenin yalnızca sofrada yenmeyen ekmek ya da çöpe giden gıda üzerinden yürütülmesi, resmin çok küçük bir kısmını görmektir. Gerçek bir israf karşıtı politika, yarım kalan projelerden atıl yatırımlara, iç çekişmelerle heba edilen yurtdışı kredilerden rafa kaldırılan altyapı planlarına, siyasi öncelikler uğruna eriyen kamu kaynaklarından liyakatsizliğin ürettiği kötü yönetim performansına kadar uzanan geniş bir alanı kapsamak zorundadır. Zira bu tür yapısal israflar, yalnızca bütçeyi değil, ülkenin üretim kapasitesini, uluslararası itibarını ve en önemlisi toplumsal güveni erozyona uğratır. Unutulmamalıdır ki israfın en vahim boyutu, toplumun; maddi kaynaklarını değil, geleceğe dair inancını ve ortak iradesini tüketmesidir.