“Savaşların kazananı yoktur” ifadesi, yalnızca insani bir yargı değildir, aynı zamanda ekonomik ve stratejik açıdan da derin bir gerçeği yansıtır. Bu yazı, oyun teorisinin temel yaklaşımlarını esas alarak savaşın ve çatışma politikalarının yalnızca doğrudan değil, dolaylı ekonomik sonuçlarına da dikkat çekmeyi amaçlıyor.
Günümüzde dış politika hamlelerinin ve iç siyasetin ekonomi üzerindeki etkileri artan şekilde hissediliyor ve silahlanma yarışları, jeopolitik rekabet ve yanı sıra izlenen otoriter politikalar bir yandan piyasa güvenini zedelerken diğer yandan toplumsal refahı azaltıyor. Aslında ekonomi teorisinin bize sağladığı genel çerçeve bu sebep-sonuç ilişkisinin sürpriz bir tarafının olmadığını zaten ortaya koyuyor.
Mahkûmun İkilemi: Rasyonel Tercihler, İrrasyonel Sonuçlar
Oyun teorisi, rasyonel aktörlerin stratejik etkileşimlerini modelleyerek, çeşitli politika tercihlerini analiz etmede etkili bir araç sunar. Uluslararası ilişkiler ve ekonomi alanında sıklıkla kullanılan bu yaklaşım, özellikle kriz ve savaş dönemlerinde devletlerin davranışlarını çözümlemeye olanak tanır.
Oyun teorisinin en bilinen senaryolarından biri olan Mahkûmun İkilemi, iki rasyonel aktörün iş birliği yerine karşılıklı güvensizlik nedeniyle çatışmayı tercih ettiği klasik bir senaryodur. Taraflar, karşı tarafın silahlanma ya da güç toplama kapasitesinden emin olamadığında kendi güvenliklerini artırmak amacıyla savunma bütçelerini ya da güç biriktirme eğilimlerini artırır. Ancak bu tercih, diğer aktörde de benzer bir reaksiyon yaratarak bir silahlanma yarışını başlatır. Bu durum, toplumsal refah için ayrılması gereken kaynakların savunma ve güvenlik harcamalarına yöneltilmesine neden olur.
Senaryo, çoğu zaman sadece tedbiren artırılan savunma harcamaları ile de bitmez. Taraflardan birinin geri adım atmaması durumunda her iki tarafın da büyük zarar göreceği durumlar karşımıza çıkar. Nükleer caydırıcılık stratejilerinden uluslararası diplomatik restleşmelere kadar birçok durumda bu model geçerli olur. Devletler, geri adım atmamanın kısa vadeli politik kazançlarını maksimize etmeye çalışırken, uzun vadeli ekonomik ve sosyal maliyetleri göz ardı etme eğilimindedir. Nasılsa…
“Uzun Vadede Hepimiz Ölüyüz”
J. Maynard Keynes’in ünlü yorumu, aslında kısa dönemdeki sorunları aştığımızda denizin durulduğu yeni bir dönemin geleceğini hatırlatır. Dünyanın ya da bir ekonominin yüzyıllar öncesinden gelen ve yüzyıllar sonrasına giden, çağlar atlatan tarihinde bu doğru gibi gözükebilir. Ancak bu noktada hatırlanması gereken, insan ömrünün sınırlı olduğudur. Toplumların yaşanan çağda sahip oldukları refah seviyesi, o toplumun fertlerinin hayatını hangi koşul ve standartlarda geçireceğini belirler.
Dolayısıyla taraflar, hangi adım atılırsa atılsın en iyi sonucu vereceğine inanarak savunma harcamalarını sürekli artırmayı seçerlerse, silahlanma ve güvenlikleştirme yarışının topluma getirdiği maliyetler hem bütçeleri hem de ulusal/uluslararası istikrarı tehdit eder. Tabii bunlar işin görünen maliyetlerini oluşturur.
Görünmeyen Maliyetler Görünür Hale Gelince
Bir iktisat öğrencisine ilk anlatılan şeylerden biri, maliyetlerin muhasebeci gözlüğü takarak hesaplanmasının yeterli olmadığıdır. Nitekim, o gözlük takıldığında genellikle birkaç adımdan ötesini görmeyi sağlamaz. Oysaki söz konusu olan ekonomi ise sınırsız ufukları görebilmek gerekir…
Ekonomide görünmeyen maliyetler, doğrudan bütçe kalemlerinde yer almayan ancak uzun vadede toplumsal refahı derinden etkileyen faktörleri kapsar. Bunlar arasında çevresel tahribatın temizlenme maliyeti, çatışma kaynaklı psikososyal travmanın işgücündeki verim kaybı, göç ve özellikle beyin göçü, dolayısıyla kaybedilen beşerî sermaye ile zayıflayan kurumsal güven gibi yükler sayılabilir. Taraflar arasındaki savaşın negatif toplamlı doğası, bu dışsal etkilerin ölçümsüz kalması nedeniyle esastaki gerçek maliyetin daha da büyümesine yol açar.
Sürdürülebilir Kalkınma Amaçlarının 16. maddesi olan “Barış, Adalet ve Güçlü Kurumlar”, çatışmasız ve kapsayıcı toplumların ekonomik kalkınma için elzem olduğunu vurgular. Taraflar arasındaki çatışmaya yönelik harcamalar, eğitim, sağlık, altyapı ve sosyal hizmetlere ayrılması gereken kaynakları tüketirken; aynı zamanda sürdürülebilir kalkınmanın temelini oluşturan kurumsal güveni zedeler. Bu bağlamda barış, yalnızca insani değil, ekonomik ve çevresel sürdürülebilirliğin de önkoşuludur.
“Yurtta Sulh Cihanda Sulh”: Evrensel Bir Kalkınma Reçetesi
Cumhuriyetimizin kurucusu Büyük Önder M. Kemal Atatürk’ün büyük bir vizyonla miras bıraktığı bu söz, aslında “Savaşların Kazananı Olur Mu?” sorusunun cevabını üstü örtülü biçimde ve peşinen bize veriyor. Toplumların neden barış, uzlaşı ve huzura ihtiyaç duyduğu, bunların ortadan kalktığı zamanlarda görülen sorunlarla varlık sebebini açıklıyor.
Ukrayna Savaşı, Gazze’deki çatışmalar veya Tayvan dolaylarındaki gerilimler gibi örnekler, doğrudan askeri çatışmalara dönüşmese bile küresel piyasalarda büyük dalgalanmalara yol açıyor. Enerji fiyatları, tedarik zincirleri ve döviz kurları bu tür gerilimlerden doğrudan etkileniyor. Bu, enerji ithalatçısı ülkeler için cari açık baskısını artırmakla kalmayıp enflasyonu körüklüyor ve büyümeyi yavaşlatıyor.
Peki, gerilimler sadece silahlanıp sahaya döküldüğünde mi bu zararları ortaya çıkarıyor? Bu tür gerilime dayalı politikaların, dış ticaret ilişkilerine zarar verdiği de aşikardır. Dünya ülkeleri, İkinci Dünya Savaşı sonrasında uluslararası ticaretin dibe vurduğu dönemleri aşabilmek için büyük çabalar sergiledi. Ülkelerin uluslararası ticarete dayalı olarak sahip oldukları üretim yapıları, bu tür dönemlerde alternatif pazar bulma zorunlulukları yaratabiliyor ve bu geçiş süreçleri hem zaman hem de maliyet açısından ekonomiye ek yükler bindiriyor.
Popülizm, Otoriterlik ve Kırılgan Ekonomi
Bir devletin dış politikada sürekli olarak sert güç unsurlarını öncelemesi, uluslararası yatırımcılar nezdinde siyasi istikrarsızlık algısını artırır. Bu algı, kredi risk primlerini yükseltir, ülkeye gelen doğrudan yatırımların azalmasına yol açar. Bunun sonucunda iç borçlanma artar, bütçe açığı büyür ve ekonomik büyüme potansiyeli azalır. Bu da sürdürülebilir kalkınmayı sekteye uğratan önemli bir etkendir. Ama muhtemel sorunlar bununla sınırlı değildir.
İktidarların, güvenlik gerekçeleriyle toplumu mobilize etmesi, kısa vadeli siyasi kazanç sağlayabilir. Ancak bu strateji, kaynakların savunma ve güvenlik harcamalarına aktarılmasına, eğitim, sağlık ve altyapı gibi uzun vadeli refah alanlarının ihmal edilmesine yol açar. Ayrıca demokratik gerileme, hukukun üstünlüğünün yitirilmesi ve yargı bağımsızlığındaki yapısal sorunlar, ekonomik belirsizliği ve öngörülemezliği kalıcı hale getirir.
Demokratik kurumların zayıflaması, özellikle merkez bankası gibi bağımsız kurumların siyasallaşması, para politikasının etkinliğini sınırlar. Bu da enflasyonun kalıcı hale gelmesine, kur şoklarına ve yatırım kararlarında belirsizliğe yol açar. Bunların yanına eklenen iç siyasetteki kutuplaşma, ekonomik reformların toplumsal destek bulmasını engeller. Toplumun sosyal sermayesinin zayıflaması, işgücü piyasasında verimsizliği artırır ve ekonomik koordinasyon bozulur.
Kutuplaşma, ortak akılla politika üretiminin önünde engel teşkil eder ve kalkınmanın ön koşulu olan toplumsal uzlaşıyı imkânsız kılar. Dolayısıyla iç siyasetin sürdürülebilir kalkınmaya etkisi yalnızca kamu politikaları üzerinden değil, aynı zamanda toplumsal yapının bütünlüğü üzerinden de okunmalıdır. Yolsuzluk, kamu kaynaklarının etkin olmayan kullanımı ve toplumsal dışlanma gibi olgular hem sosyal eşitsizliği artırır hem de çevresel duyarlılığı azaltır. Bu da sürdürülebilir kalkınmanın temel üç ayağı olan ekonomik, sosyal, çevresel boyutları zayıflatır.
“Savaşların Kazananı Yoktur”
Oyun teorisi, çatışma gibi görünen durumlarda bile iş birliğinin uzun vadeli kazançlarının bireysel stratejilerden daha yüksek olduğunu gösterir. Çatışma zemininde taraflar sessiz kalmayı seçtiklerinde her iki taraf da daha az ceza ya da zarar alabilmektedir. Devletler için de bu metafor geçerlidir: Silahlanma ve gerilim yerine diplomasi, çatışma ve mücadele yerine ticaret ve yatırımlar, güvenlik harcaması yerine eğitim ve sağlık alanlarına yönelim tercih edildiğinde toplumsal refah artar.
“Savaşların kazananı yoktur” sözü, sadece yıkılan şehirler ve ölen insanlar üzerinden değil, kaybedilen fırsatlar, bozulan çevre, artan eşitsizlik ve zayıflayan kurumlar üzerinden de teyit edilebilir. Sürdürülebilir kalkınma perspektifi, yalnızca çevreyi korumayı değil, barışın ve kurumların korunmasını da kapsar.
Sonuç olarak, geleceği düşünen bir kalkınma vizyonunun, çatışmadan değil iş birliğinden geçtiğini vurgulamak gerekir. Dünya tarihinde acı tecrübelerle taşları döşenmiş yolları, yerine ne koyacağını bilmeden söküp atmanın, irrasyonellikle açıklanabilecek bir olgu olarak bile değerlendirilmesi güçtür.