Kamuda sahtecilik haberleri sahte diplomalı 400 profesör ve doçent şeklinde duyuruldu önce. Kısa süre sonra bu tür haberlerin içeriğinin gerçeği yansıtmadığını anladık. E-devlet ve YÖK sistemine sahte diploma yükleyebilen bir çeteyle karşı karşıyaydık. Gerçekten de sahte diplomalar sisteme tanımlanmış, yasa dışı yollarla bazı kişiler diploma sahibi olmuştu. Ancak sahte diplomalarla yapılmış bir akademik kariyer örneği yoktu.
Bu arada e-hizmet sağlayıcıları aracılığıyla gerçekleşen bu organize suç girişimi sadece üniversiteler ve MEB’i değil, adliye, tapu, ehliyet sınavı gibi çok sayıda başka alan ve hizmeti de hedef almıştı. Sahte diploma haberlerinin yoğunlaştığı bu süreçte bir süredir akademinin gündeminde olan başka meseleler de yeniden tartışmaya açıldı. Parayla doçentlik dosyası hazırlayan, makale bastıran, tez yazdıran şirketleri yeniden hatırladık. Akademik ahlak büyük bir yozlaşma içinde. Bu bir kör kuyu. O kuyudan çıkış yolu var mı? Açık yüreklilikle tartışmaya ihtiyacımız var.
Devletin elektronikleşmesinin kırtasiyeciliği azalttığı ve verimliliği arttırdığı açıkça ortada. Bu bağlamda e-devlet yakın tarihin en başarılı kamu hizmeti. Ancak ortaya çıkarılan bu skandal sistemde güvenlik zafiyeti olduğunu da ortaya koyuyor. Özellikle hizmet sağlayıcılar bakımından bir sorun var. E-imza dağıtımı ve kurulumu noktasında ciddi bir güvenlik denetimi gerekiyor. Her şirket elini kolunu sallayarak e-imza işine girememeli. Üst düzey kamu görevlilerinin bu hizmetten yararlanması noktasında daha sıkı güvenlik protokollerine ihtiyaç var.
Hızlı elektronikleşmeden kaynaklanan sorunlara çözüm bulma noktasında iyimser olabiliriz. Sistemdeki bu kriz sistem içi aktörler tarafından tespit edilip kamuya açıklandığına göre devlet aygıtı e-imzayı yeniden düzenleyen bir dizi çalışmayı gündemine alacaktır. Üniversitelerin merkezinde yer aldığı yozlaşma sorununu kontrol altına almak ise hiç de kolay değil. Çünkü karşımızda insan davranışlarını daha kötüye yönlendiren iç içe geçmiş iki faktör var: Öncelikle toplumsal yozlaşma ekonomik çöküşe paralel bir şekilde çok arttı. Pek çok alan, eylem, aktör ve norm bakımından bir anomi durumuyla karşı karşıyayız. Ayrıca yükseköğrenime şu an egemen olan bakış açısı, sahtekarlık ve yozlaşmayla sonuçlanan bozulma eğilimini güçlendiriyor.
Önce topluma dair bir şeyler söylemek gerekli. Eski Türkiye’den Yeni Türkiye’ye geçerken pek çok kurum ve kural değişti. Yan yana söylendiğinde çelişkili gibi görünse de daha neo-liberal ve bireyci, aynı zamanda daha muhafazakar ve içe kapanmacı bir dünyada yaşıyoruz. İnsani ilişkiler zayıfladı. Akrabalık ve mahallenin hayatımızdaki belirleyici rolü de. Artık her iki evlilikten biri boşanmayla sonuçlanıyor. Evlilik yaşı yükseldi. Evlenmeyen çok sayıda orta yaşlı yalnız birey var. Çocuk sayısı da aile başına bir ortalamasına inmek üzere.
Ekonomik krizin tüm toplumu kasıp kavurduğu gerçeği de unutmamalı. İnsanların çalışarak refah içinde yaşama umudu azaldı. Enflasyon arttıkça ahlak geriledi. Fiyatlamada ölçülülük öncelikli bir amaç olmaktan çıktı. Kimsenin kendisini diğer insanlardan sorumlu görmediği, yanındaki kişiyle konuşmak yerine telefondan internete girmeyi tercih ettiği, verilen sözlerin tutulmadığı, yalan ve iftiranın yaygınlaştığı bir ülkede yaşıyoruz. Toplumun giderek yığına dönüştüğü bir ortamda yozlaşmadan kaçmak imkansız. Para kazanmak için bebekleri öldüren doktorlar, sahte diploma satan iş adamları şaşırtıcı değil bu nedenle. Çeteleşme normalimiz oldu.
Üniversiteler de toplumun bir parçası. Toplumsal çöküşten onlar da nasibini alıyor. Genel bir memnuniyetsizlik var herkeste. Hoca yaptığı işten, öğrenci aldığı eğitimden hoşnut değil. Kurallar sürekli bir şekilde gevşetiliyor. Nitelik ve kalite ise nicelik artışına paralel bir şekilde düşmekte. Bugünün bir üniversite öğrencisi 20 yıl önceki lise mezunu kadar hayata hazır değil. Sadece bilgi düzeyi değil görgü de azalmakta. Tabii sürekli bir şekilde şikayet ederek bir yere varmak mümkün değil.
Hükümet, YÖK ve üniversite rektörleri sorunun asıl nedeni konusunda daha açık fikirli olup bir an önce yeni bir bakış açısı ve tedbirlere yönelmeli. Sahte yayın, intihal ve parayla bilim yapma alışkanlıklarını azaltmak için nicelik artışı sınırlanmalı. Daha fazla üniversite daha iyi üniversite demek değil. Ayrıca öğretim üyelerinin atama koşullarını ağırlaştırdığınızda kendiliğinden bir şekilde bilimi geliştirmiş olmuyorsunuz. Hatta aksi yönde eğilimler ön plana çıkmakta. Herkes zamanla yarışıyor. Kimsenin okumadığı çok sayıda çöp makale var. Hiçbir işe yaramayan sayısız proje zamanı ve emeği tüketiyor. Bu paradigma yerine, yarışmadan kopmadan, ama bilimi de zamana yayarak bilimsel çalışma koşullarını iyileştirmek mümkün.
YÖK’ün doçentlikte bekleme süresi, doçentlikte sözlü sınav, akademik kadro atamalarında daha fazla dil puanı ve daha nesnel yarışma koşulları için yeni mevzuatlara doğru yol alması gerek. Şu anki YÖK yönetimi ve pek çok üniversite rektöründe böyle bir vizyon ve sorunları çözme kapasitesi olduğu açık. Ancak sorunların farkına varmak, onları çözmek için yeterli olmuyor her zaman. Yozlaşma hepimizin ortak sorunu. İşbirliğine gitmeden, birbirimize yardım etmeksizin yabancılaşmadan kurtulmamız ve yenir bir akademi yaratmamız ise imkansız.