[voiserPlayer]
Geçtiğimiz gün kendisine İslam Devleti diyen terör örgütünün lideri Ebubekir el-Bağdadi ABD’nin düzenlediği bir operasyon ile öldürüldü. Binlerce masumun kanına giren, insanları yurtlarından eden ve asırlık tarihi eserleri yok eden bu örgüt, böylelikle alandaki askeri hakimiyetinden sonra liderini de kaybetmiş oldu. Bundan sonra bu örgütün geleceğinin nasıl olacağını zaman gösterecek. Bu yazıda odaklanacağım nokta şu: Neden Orta Doğu’da çok sayıda radikal silahlı örgüt var? Neden bunlara karşı kısa süreli başarılar elde edilmesine rağmen yenilerinin ortaya çıkmasına engel olunamıyor?
Bu çetrefilli sorunun cevabı elbette kolay değil. Ancak bu meselede en önemli etkenin vatandaşlık temelli ulus bilincinin bu bölgede henüz yerleşmemesi olduğunu düşünüyorum. Ulus kimlikleri yeterince güçlü olmadığından ulus-ötesi (El Kaide, IŞİD gibi) veya ulus-altı örgütler (aşiret milisleri, mezhepçi silahlı örgütler) rahatlıkla kurulup organize olabiliyor. Peki neden Orta Doğu’da ulus bilinci hiç değilse radikal silahlı örgütlerin devletin gücünü bastırmasına engel olacak kadar güçlü değil? Bu soruya verilen cevap genellikle şu oluyor: Modern devlet, vatandaşlık, milliyetçilik gibi kavramlar Batılılar tarafından bölgeye sokuldu ve bunlar yabancı fikirler olduğu için Orta Doğu’da kök salamıyor. Bu gülünç iddia sadece günümüzde yaşananları açıklamakta eksik kalmıyor aynı zamanda Orta Doğu’nun 19. yüzyıl boyunca yaşadığı büyük değişimleri ve bundaki Osmanlı etkisini göz ardı ediyor. Mısır’da, Irak’ta, Filistin’de, Suriye’de insanlar vatan, vatandaşlık, vatanseverlik gibi kavramlardan habersiz değildi.[i] Tanzimat ile başlayan süreçte değişik seviyelerde de olsa bu fikirler bölgeye yayılmıştı. Bu yüzden yukarıda sorduğum sorunun cevabını daha yakında aramak gerekiyor. Orta Doğu’da ulus kimliğinin gelişmemesinde rol oynadığını düşündüğüm faktörler şunlardır:
Transnasyonel Hareketler
Transnasyonel hareketler, özellikle de Arapçılık ve İslamcılık özü itibariyle devletlerin egemenliğine ve territoryal milliyetçiliğe karşıdır. Bunlara göre bir kişinin sadakati ya “hayali” bir ümmete ya da “hayali” bir Arap birliğine olmalıdır. Irak ve Suriye Baasçılığının pan-Arap milliyetçiliği, İran ve diğer İslamcıların çabaları aslında etnisite, din ve ideoloji üzerine kurulu kimlikle inşa etme politikalarıydı. Bunların sonucu vatanseverlik, vatandaşlık gibi kavramların erozyona uğraması ve devletin siyasi kimliklerin oluşumundaki önemini yitirmesi oldu.[ii] Bütün Müslümanları ya da bütün Arapları birleştirmek gerçekleştirilmesi mümkün olmayan ve çoğu zaman yönetici elitlerin kendi halklarını uyutmak ve haklı taleplerini bastırmak için kullandığı altı boş bir fikirdi. Bir keresinde Kaddafi buldozer ile Libya-Mısır sınırını yıkmış ve bu iki ülkeyi hiçbir sınırın ayıramayacağını söylemişti.[iii] Buram buram hamaset kokan ve hiçbir kurumsal altyapıya dayanmayan bu hareket elbette siyasi bir gösteriden başka bir şey değildi. Bu yüzden Almanya ve Fransa arasındaki sınır başarıyla kaldırılmışken Libya ve Mısır sınırının kaldırılması söylem düzeyinde kalmıştı. Aynı sebepten dolayı bunca birleşme çabalarına rağmen Orta Doğu’da gerçekleşen tek birleşme vakası Kuzey ve Güney Yemen oldu. 2015’ten beri Yemen’de yaşananlara bakınca bu birleşmenin ne kadar başarılı olduğu da tartışılır.
Üstelik bahsi geçen transnasyonel hareketler yöneticilerin elinde kendi halklarını baskıladıkları bir araca dönüşmüştü. Örneğin Filistin meselesi bir ulusal bağımsızlık meselesi olarak değil bir Arap meselesi olarak görülüyordu. Haliyle Filistin’de yaşanan her şey diğer ülkeleri de etkiliyordu. Pan-Arabist rejimler bunu bir fırsata çevirmekte gecikmedi. Filistinlileri İsrail saldırılarından koruyamayan Araplar, patronuna kızıp evde karısını döven adam gibi hınçlarını kendi Yahudi vatandaşlarından çıkardı. Örneğin, Irak Yahudileri ülkelerinden kovuldu. Halbuki bunlar Irak’ın aslî unsuruydu. Filistin dışındaki en eski Yahudi topluluğu bunlar olup Babil sürgününde buraya gelenlerin soyundan geliyorlardı. Irak kültürünün, sanatının ve ekonomisinin gelişmesinde büyük rol oynamışlardı. Iraklı Yahudi münevver Enver Şa’ul Mısır’da basılan ders kitaplarının okutulmasını eleştirmiş, Iraklılık bilincinin gençlere aşılanması için Irak merkezli ders kitaplarının yazılmasını savunmuştu.[iv] Çoğunluğu ticaretle uğraşan Yahudiler orta sınıfın önemli bir kısmını oluşturuyordu. Yahudi varlığının yok edilmesiyle orta sınıf da ortadan kalkmış ve rejim ekonomiyi tamamen kontrol eder hale gelmişti. Bunun sonucunda Irak herkes için daha baskıcı bir ülke oldu.
Kısacası, Arapları veya Müslümanları birleştirme fikri sadece başarısız olmakla kalmadı; ulus bilincini de zayıflattı ve ulus-üstü ve ulus-altı kimliklerin güçlenmesi için uygun bir ortam oluşturdu. Bu kimlikler etrafında kümelenen kişiler ellerine silah alınca da mevcut terör örgütleri ortaya çıktı.
Lider Kültü
Yazılı kanunlar üzerinden yürüyen, yerleşik bürokrasi ile idare edilen, kurumsal altyapısı sağlam olan ülkelerde halkı motive etmek ve aralarındaki birliği sağlamak için bir lider kültü oluşturmak çoğu zaman zararsız hatta faydalıdır. Ancak lider kültü oluşturmak için bu saydıklarım inşa edilmiyor hatta var olanlar yok ediliyorsa felaket kaçınılmazdır. Orta Doğu’da olan tam da budur. Orta Doğu’da tek adam rejimleri ulus bilincinin gelişmesine mâni olmuştur. Modern devlet, soyut devlettir. Tek bir kişinin varlığına bağlanamaz. Eğer bir milletin kimliği tek bir kişiye endekslenirse bu kişiye olan tepki ülkenin kendisine yönelmiş olur. Meseleyi daha iyi anlatabilmek için Saddam Hüseyin’in hayatından örnekler verelim. Bu anlatacaklarım diğer Arap ülkelerine de rahatlıkla uygulanabilir.
Saddam kendini siyasetin merkezine yerleştirmişti. Irak bayrağına kendi el yazısıyla Allah-u Ekber yazısı eklemiş, Iraklıların Saddam’a sadakatlerini sunduğu Beyat Günü adında bir ulusal gün icat etmiş, doğum gününü Irak’ın en önemli günlerinden biri yapmıştı. Saddam’ın doğum günü birçok açıdan Peygamber’in doğumunun kutlanmasına benziyordu.[v] Hal böyle olunca Irak’ı sevmek Saddam’ı sevmek haline geliyor, Saddam’a yapılan her eleştiri sanki Irak’a yapılmış sayılıyordu. Rejime muhalif olduğu tespit edilen kişilerin karılarına kocalarından boşanmaları için baskı yapılıyordu. Böyle bir ortamda Iraklılık kimliği gelişebilir mi? Saddam’ın Irak’taki Şiiler ve Kürtler ile olan ilişkisi de yine kendi kültü üzerinden ilerliyordu. Yeri geliyor kendini Selahaddin Eyyübi’nin temsilcisi olarak resmediyor, yeri geliyor posterlerini Hz. Ali’nin türbesine astırıyordu. Yani vıcık vıcık bir sembolizmle, altı boş bir edebiyatla ülkede sosyal barışı sağlamaya çalışıyordu. Oysa bir ülkede sosyal barışı hukuk devleti ve eşit vatandaşlık temeline dayalı bir sistem sağlar. Arka planına Saddam’ın gizlendiği Selahaddin ve Ali romantizminin hiç kimseye bir faydası olmadı.
Üstelik burada bir başka sorun daha var. Lider kültünün baskın olduğu ülkelerde gücü elinde tutan kişi kendi çıkarlarını korumak için bütün kanun ve kurumları istediği gibi eğip bükebilmektedir. Örneğin, Irak Baas Partisi’nin temel amaçlarından biri ülkedeki kabileciliği bitirmektir. Bu, ilk bakışta iyi bir hedef olarak görünüyor çünkü ulus kimliğinin güçlenebilmesi için aşiret ve kabile bağlarının zayıflaması, insanların önce birey olup sonra da bireyler olarak ulus kavramına dahil olması gerekiyor. Ancak kâğıt üzerinde kulağa hoş gelen bu uygulama Saddam’ın çıkarları doğrultusunda eğilip büküldü. Aşiretlerin desteğine ihtiyaç duyan Saddam aşiret geleneklerine resmiyet kazandırdı, hatta namus cinayetlerini bile meşrulaştırdı.[vi] Yani bir aşiret üyesi namus sebebiyle birini öldürdüğünde ceza almıyordu. Yani aşiret bağlarını ulus bilinciyle değiştirmek için harcanan onca emek bir kişinin kısa vadeli çıkarları için heba ediliyordu. Oysa ulus inşa süreci uzun ve çetrefillidir. Bir süreklilik ister. Lider kültünün baskın olduğu yerlerde bu süreklilik sağlanamaz.
Devletin İşlevsizliği
Orta Doğu’da devletlerin halklarına gerekli hizmetleri sağlayamaması büyük bir sorundur. Hala elektrik, altyapı, ulaşım, eğitim, sağlık gibi temel alanlarda bile oldukça geri olan ülkeler var. Devlet kendisinden beklenenleri sağlayamayınca bu işlere talip olan başka gruplar devletin önüne geçiyor. Olayın teknik kısmının önemini inkâr etmiyorum, ancak bu yazıda bahsetmek istediğim başka bir boyut var. Devlet kurumları sadece uhdelerindeki işleri yapmazlar, aynı zamanda ulus bilincinin oluşmasında önemli rol oynarlar. Birbirini daha önce hiç tanımamış, farklı inançları olan insanlar devlet kurumlarında birlikte aynı amaç doğrultusunda çalışırlar ve böylelikle aralarında farklı bir bağ oluşur. Milletlerin ortaya çıkışında orduların büyük rolü vardır. Birçok insan bunun nedenini ordunun militarist yapısı sanıyor. Temel işlevi savaşmak olan bir kurum elbette militarist olacak; ancak asıl mesele daha önce köyünden çıkmamış, akrabalık, arkadaşlık, dindaşlık, komşuluk, hemşerilik ilişkilerinden başka bir bağa sahip olmayan insanların ilk defa bir araya gelmesi ve bu bağlar dışında başka bir bağ (vatandaşlık) geliştirmesidir.[vii] Ancak devlet kurumlarına sadece bir grubu dahil ederseniz o zaman bu bağın oluşmasına engel olursunuz. Yani adam kayırmacılık sadece halkın devlete olan inancını azaltmaz, devletin doğrudan temellerine saldırır. Tam bu noktada kadınların iş gücüne katılması büyük önem taşıyor. Nüfusun yarısını evine kapattığınız bir ülkede ulus bilincini yerleştiremezsiniz. Çünkü millet olmanın ilk şartı milleti oluşturan bireylerin eşit olmasıdır. Bu yüzden kadın-erkek eşitliği sadece sosyal değil siyasi bir meseledir.
Her ülkenin içinde farklı gruplar arasında anlaşmazlık olabilir. İşte bu anlaşmazlıkları çözecek hakemler devlet kurumlarıdır. Kurumlar bu sebeple tarafsız olmalıdır. Uzay boşluğunda birbiriyle dövüşen iki kişi hayal edin. Eğer bunlar tutunacak bir şey bulamazlarsa sonsuza kadar dönüp durmaya devam edecekler ve bu şekilde öleceklerdir. Devlet kurumlarının sadece bir gruba hizmet ettiği yerlerde insanların bu kurumlara güveni kalmayacağından farklı arayışlara gireceklerdir. Güvenlik için mezhepçi bir milisten, adalet için radikal bir şeyhten, sosyal hizmetler için İslamcı bir gruptan medet umacaklardır. Bu grupların hepsinin gayesi kendi çıkarlarını korumak olacağından toplumdaki ayrışma, bölünme ve rekabet daha da artacak ve radikal grupların sömürmesi için elverişli bir ortam doğacaktır.
Fotoğraf: Dave Herring
[i] Örneğin bu kitap vatanseverlik kavramını Mısır özelinde inceliyor: Adam Mestyan, Arab Patriotism: The Ideology and Culture of Power in Late Ottoman Egypt (Princeton and Oxford: Princeton University Press, 2017)
[ii] Lisa Anderson, “The State in the Middle East and North Africa,” Comparative Politics 20, no. 1 (1987): 13.
[iii] Alasdair Drysdale, “Transboundary Interaction and Political Conflict in the Central Middle East: The Case of Syria,” in The Middle East and North Africa World Boundaries, eds. Clive Schofield and Richard Schofield, 22 (New York and London: Routledge, 1994).
[iv] Orit Bashkin, New Babylonians: A History of Jews in Modern Iraq (Stanford: Stanford University Press, 2012), 42.
[v] Joseph Sassoon, Saddam Hussein’s Ba’th Party: Inside an Authoritarian Regime (New York: Cambridge University Press, 2012), 184.
[vi] Joseph Sassoon, Saddam Hussein’s Ba’th Party: Inside an Authoritarian Regime (Cambridge: Cambridge University Press, 2012), 255
[vii] Örneğin Khaled Fahmy’nin şu muhteşem eseri bu konuyu açıklamaktadır: Khaled Fahmy, All the Pasha’s Men