[voiserPlayer]
Netflix ve Blu TV gibi üyelik gerektiren ve internetten yayın yapan medya platformlarının RTÜK tarafından denetlenmesini öngören bir yönetmelik yayınlandı. Bunun üzerine birçok sosyal medya kullanıcısı tepkisini dile getirdi ve bu yönetmeliğin açıkça bir sansür mekanizması olduğunu iddia etti. Öte yandan durumdan memnun olanlar da vardı. Vatan Partili bir kullanıcı şöyle yazıyordu:
“Batının bize dayattığı, sözde ‘özgürlük’ denilen, gençleri neoliberal ve apolitik yapan sözde özgürlük günlerinin sonuna geldiniz. İşgale uğrama tehdidi altında savaşa giden bir ülkede tekmil millet birleşecek başka yolu yok.
ABD tipi demokrasi mavalları, istediğim her şeyi yaparım bencilliği, halktan daha değerliyim megalomanlığı bitecek artık. Köklerimize döneceğiz. Üreten, başı dik, onurlu bir ülke ve onun halkı olacağız. Onun için alışkanlıklarımızdan vazgeçmemiz gerekecek. İsteseniz de istemeseniz de. Çocukları bile gay olmaya özendiren Netflix için ağlıyorsunuz. Ben ötesini söyleyeyim. Birkaç yıla kendi twitter ve facebook’umuzu kullanacağız. Öyle sahte hesapların arkasına saklanıp devlet düşmanlığı yapanlar yürekleri yetiyorsa bunu kendi kimlik bilgileriyle yapsınlar. Hem batının, emperyalist sistemin propaganda amaçlarını seyredeceğiz, hem de üzerine para vereceğiz. Yok öyle yağma. Önümüzdeki dönem zehirlenmiş gençliği kurtarıp vatan çizgisine çekmek için söylediklerimin hayata geçtiğini göreceksiniz. Amacım korkutmak değil, sizi hazırlamak.”
Bunlar ürkütücü sözler çünkü bireylerin tercih yapma özgürlüğünü kolektif bir güvenlik ve ahlak kaygısıyla ortadan kaldırmayı amaçlıyor. Bununla da yetinmiyor, Netflix gibi platformların gençleri apolitikleştirdiğini ve zehirlediğini iddia ediyor. Onların aydınlatılması ve kurtarılması gerekiyor. Bu yüzden, ihtiyaçları olan politik bilince kavuşmaları için onları bencilleştiren yayınların yasaklanmasını elzem görüyor. Bu görüşleri radikal zırvalar olarak görebilirsiniz. Ben öyle görmüyorum. Hatta oldukça ciddiye alıyorum çünkü politik tavır denilen şey aslında budur ve özü itibariyle birden fazla insanı ilgilendirmeli ve zorlayıcı olmak zorundadır. Bununla birlikte, siyasal olan kaçınılmaz bir şekilde “biz-onlar” veya “dost-düşman” tanımı üzerinden hareket eder. Bu kutuplaştırıcı hat, politik ideolojiler tarafından farklı yorumlanabilir ancak bir ayrım mutlaka var olmalıdır. İşçinin bir komüniste, Müslümanın bir İslamcıya, Türkün bir milliyetçiye dönüşmesi politik ideolojilerin önerdiği programların benimsenmesi sayesinde olur. Böylece, politik ideolojiler sosyal ve siyasal dünyayı kavramsallaştırmamıza, onları tutarlı bir şekilde analiz etmemize ve normatif bir amaca sahip olmamıza yardım eder. Dolayısıyla, politik eylem bireyin kendisini ilgilendiren ve sonuçları sadece kendisini etkileyen tercihlerini kapsamaz. Bir zor mekanizması olmayan ve dost-düşman ayrımına dayanmayan kolektif hareketler de politik eylem çerçevesine girmez.
Dürüst olmak gerekirse liberalizm, bir siyaset teorisi olarak, hem politiktir hem de apolitikliğe yaslanmak zorundadır. Politiktir çünkü bireyler için tanımladığı hakların garanti altına alınması için bir siyasal organizasyona ihtiyaç duyar. Bu siyasal organizasyon devlettir ve ondan beklenen toplumsal düzeni, mülkiyet haklarını ihlal etmeyecek şekilde, garanti altında almasıdır. Böylece bireyin mülkiyetinin, hem diğer bireylerden hem de devletin kendisinden korunması amaçlanmıştır. Liberal yaklaşım, bütün bireyleri, bir bedene sahip oldukları için, mülkiyet sahibi olarak kabul eder. Bireylerin karşısına ise onların mülkiyetlerini ihlal etmeye eğilimli aktörleri koyar. Bu noktada bir sorun ortaya çıkar. Bireylerin mülkiyetini diğer saldırgan bireylerden korumaya yetecek kadar güçlü bir devlet oluşturmak, aynı bireyleri devlete karşı güçsüz bırakmaktadır. Dolayısıyla, devleti dizginleyecek mekanizmalar gerekir. Liberaller için bunun çözümü anayasa ve parlamento oldu. Böylece, anayasa ile garanti altına alınan haklar yürütme erkinin ilgi sahasından çıkartılıyor ve vatandaşlar da kendi hayatlarına etki edebilecek yasal düzenlemeleri yapacak temsilcileri vasıtasıyla hükümete etki edebiliyordu.
Ne var ki, aynı arabaya bağlanmış bu iki güzel at hareket etmeye başladıkları anda farklı yönlere gidebilirler. Liberalizmin öngördüğü siyaset buna benzer bir tecrübe yaşadı. Alternatif politik yaklaşımlar parlamentoda etkili olmaya başladıkça anayasanın getirdiği sınırlamalar ile bir çatışma kaçınılmaz hale geldi. Sosyalist ve milliyetçi partiler parlamentoda güç kazandıkça liberal anayasalar ve anayasal kurumlar devrilmesi gereken bir siyasi paradigma haline geldi. Hiç kimse liberallerin çizdiği dar alanda oyun oynama arzusunda değildi. Schmitt’in “parlamenter demokrasinin krizi” olarak adlandırdığı şey tam olarak buydu. Schmitt, liberalizmi hem anayasacı hem de parlamenter sistemi savunduğu için iki yüzlü davranmakla itham ediyordu. Ona göre, Marxistler, bir sınıf diktatörlüğü kurma amacını savundukları için en azından daha namuslu ve dürüstü. Açıkçası Schmitt haklıydı.
İkinci Dünya Savaşı ile milliyetçiliğin, Soğuk Savaş ile devrimci sosyalizmin sonuçları bizzat tecrübe edildi. Politik önerilerinin, hem uluslararası hem de insani krizlere yol açtığı görüldü. Liberalizmin tavsiye ettiği anayasal çerçevenin ihlal edilmesi durumunda, bireylerin, politikacıları hem iç hem dış politikada dengeleme ve denetleme imkanını yitirdiği ortaya çıktı. Bu durum ise, politik söylemler ile iktidara gelen yöneticilerin kısa zaman içinde otoriterleşmesine ve kendi siyasal programlarını toplumun tamamına dayatmasına yol açtı. Bu durumu, liberal anayasanın topluma dayatılmasından farklı düşünmeyenler pek de haksız sayılmazdı. Liberal ilkeler etrafında örgütlenmiş bir devlet, kendi anayasasını korumak için cebre başvurma hakkına ne kadar sahipse, sosyalist, milliyetçi veya teokratik bir devlet de aynı hakka sahip olmalıydı. Mamafih, bu düşünceyi savunanlar liberalizmi diğer rejimlerden ayrıştıran bir noktayı gözden kaçırdılar.
Bahsi geçen ideolojiler, kurdukları rejimleri sürdürebilmek için halkın politize olmasına ihtiyaç duydular. Bunun için örgütlü bir propaganda ve endoktrinasyon kampanyası başlattılar. Üstelik, bu konuda bir tekel yarattılar ve alternatif sesleri kurulan rejimin selameti açısından susturdular. Daha da vahimi, başlattıkları sürecin başarısını test edebilecekleri rekabetçi bir seçim sistemi kurmadılar ve kendilerini halkın onayına sunmadılar. Öte yandan, liberal anayasalar, liberalizm karşıtı propagandanın var olmasına imkan sağladı ve ifade hürriyetinin, liberalizmi desteklemeyen insanlar için de bir vatandaşlık hakkı olduğunu teyit etti. Ancak yine de bu durumun samimiyetini sorgulamak gerekiyor. Zira, milliyetçi, sosyalist veya teokratik bir siyasi partinin oy oranının, liberal anayasayı tehdit etmeyecek kadar zayıf olduğu durumlarda bu özgürlüğü sağlamanın hiçbir maliyeti yoktur. İfade hürriyeti, liberal anayasayı tehdit edebilecek oluşumlar ciddi bir popülarite kazandığı zaman maliyetli ve riskli bir hal alır. Dolayısıyla, liberalizmin, hem ifade hürriyetini muhafaza edip hem de kendisini koruyan anayasal sistemi muhafaza edebilmesinin yolu, halkın olabildiğince apolitik olmasından, siyasi tutkularından arınmasından ve kolektif/kimliksel heyecanlarından sıyrılmasından geçmektedir. Diğer bir ifadeyle, insanların kendi küçük hikayelerine odaklanmaları, kendilerini doğrudan etkileyen mikro konular üzerinden örgütlenmeleri, soyut ve ütopik bir gelecek tasavvurunun peşinden gitmemeleri gerekir. Böylece, liberal anayasayı tehdit edecek politik akımlar hem marjinal ve güçsüz kalacak hem de ifade hürriyeti gibi temel bir liberal prensip korunmuş olacaktır. Liberalizm sırtını apolitizme dayar.
Apolitik bir toplumun ortaya çıkması için vatandaşların iktisadi refaha sahip olması ve tercih özgürlüğü aynı anda var olmalıdır. Mamafih, iktisadi refahın kaynağı üzerinde durmak gerekir. Hayek’in de ısrarla altını çizdiği gibi kamu otoritesinin refah dağıtım sürecinde etkin olmaması bireylerin hem siyasal hem de özel hayatlarındaki tutumunu belirler. Piyasa ekonomisi sayesinde, her birey kendi refahını kendi beceri, emek ve öngörü yeteneği nispetinde arttırır veya arttıramaz. Bu durum onlara bir otonomi sağlar. Refahlarını arttırmak için hükümet ile aynı siyasi görüşte olma zorunluluğunu ortadan kaldırır. Hükümetteki grup ile aynı çizgide olduğunu gösteren gündelik hayat pratiklerini bu sayede reddedebilir. Yani, hükümetin refah dağıtım sürecinde etkin olmaması sadece eleştirel ve muhalif görüşlerin ortaya çıkmasına yardım etmez aynı zamanda insanların, onların refahlarına olumlu veya olumsuz bir etkisi olmayan, politikadan uzaklaşmalarını da beraberinde getirir. Öte yandan tercih özgürlüğü, sadece talep özgürlüğünü değil aynı zamanda arz özgürlüğünü de içermek zorundadır. Bu sayede, piyasaya tüketilmek üzere sayısız mal ve hizmet sürülmesi serbest bırakılır ki tüketicilerin de kendi rasyonel faydalarına hitap eden her hangi bir ürünü seçmekte özgür olabilmeleri mümkün hale gelir.
Ikenberry’nin “global middle class” (küresel orta sınıf) dediği kitle bu sihirli formülasyon sonucu ortaya çıkmıştır. Bu sınıf yerel hükümetinin siyasi pozisyonundan bağımsızdır, ona kayıtsızdır. Diğer insanlar için bir cennet yaratmayı vaat eden siyasi projeler yerine kendi hayatıyla ilgilidir ve mevcut ekonomik sistemin avantajlarından faydalanarak refahını arttırmayı arzu eder. Üretim tarzları ve tüketim alışkanlıkları değişmiş, yerellikten uzaklaşmış ve standartlaşmıştır. Bir yönüyle bireyseldir ama aynı zamanda beynelmilel bir kimliği vardır. Liberal demokrasilerin teminatı bu apolitik sınıftır zira kendi özel alanını ve tercihlerini politik saldırılara karşı koruyacak kadar önemseyen bir haldedir.
Türkiye Apolitik Nesillerden Nefret mi Ediyor?
Türkiye siyasi hayatının en büyük ötekisi “apolitik” gençlerdir. Bütün ideolojiler, kendi halinde yaşayan ve kendi mutluluğu için çabalayan insanların dünyasına hoyratça girmeye çalışır. Mesela Nihal Atsız’ın “Topal Asker” şiiri milliyetçilerin apolitikliğe bakışını en iyi özetleyen metinlerden birisidir.
“Neyim? Bir hiç… İşe güce yaramaz topal…
Sen sağlamsın, senin hakkın, dünyadan zevk al!
Çünkü orda düşmanlarla boğuşurken biz
Siz muhteşem salonlarda şarap içtiniz!
Ey gözünün rengi bana yabancı güzel,
Her yolcunun uğradığı ey hancı güzel!
Sen yabancı kucaklarda yaşarken her gün
Yapıyorduk bizde kanla, barutla düğün.
Sen o sıcak odalarda cilveli, mahmur
Dolaşırken… Biz de tipi, fırtına, yağmur,
Kar altında kanlar döktük, canlar yıprattık;
Aç yaşadık, susuz kaldık, taşlarda yattık.
Sen açılmış bir bahardın, biz kara kıştık;
Bizden üstün ordularla böyle çarpıştık…
Gülme öyle bana bakıp pek arsız arsız
Sen ey dışı güzel, fakat içi çamur kız!
Sana karşı haykıranı, mecbursun dinle;
Bugün hesap göreceğiz artık seninle.”
İslamcıların da apolitizm ile mücadelesi oldukça şanlıdır. Özellikle hidayet romanlarında, batının ahlaksızlığı ile zehirlenmiş, köklerinden kopmuş ve hayatın tadını çıkartan genç erkek ve kadınlar acımasızca karikatürize edilir. Zengin, şımarık ve seküler gençler ile fakir, mütevazi ve dindar insanlar arabesk bir karşılaşma yaşarlar. Bu tip karşılaşmalar, apolitik bir kadın kahramanın tesettüre girmesi ile veya apolitik erkek kahramanın dindarlaşıp mücahitleşmesiyle sonuçlanır. Şule Yüksel Şenler’in Huzur Sokağı romanında kadınlı erkekli düğünlerin mesele edilmesi ve yargılanması bu yüzden bizleri şaşırtmaz.
“Bugün düğün denilince bir salon içinde kadın erkek karmakarışık, birbirine sarılmış, orkestranın çaldığı alafranga parçalarla dans eden çiftler, oyunlar, eğlenceler, bir bardaki çılgınca kahkahalar ve dinimizce yasaklanmış her türlü hareketin mubah sayıldığı bir cemiyet geliyor insanın aklına. Lakin acaba hiç düşünebiliyor muyuz ki bütün bu hareketler, bizim Müslümanlık ve Türklük haysiyetimizle asla bağdaşmamaktadır. Ne yazık ki bunu düşünemiyor ve batıdan esen bir rüzgârla bize uymayan, bizim olmayan batıl ve çirkin bir âdetin arkasından sürükleniyoruz.”
Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun temsil ettiği Kemalizm yorumu da apolitikliğe oldukça mesafeli durur ve Cumhuriyet’in kuruluşunun ardından Ankara ahalisinin yaşadığı rahatlamayı idealizmden uzaklaşma olarak değerlendirir. Ankara’nın başkent oluşu ile beraber bu kentte oluşan mütevazi fakat şaşalı cemiyet hayatı Karaosmanoğlu’nun tepkisini çeker. Bu aslında onun, Milli Mücadele günlerinde Anadolu köylüsünün kayıtsızlığına duyduğu tepkinin bir benzeridir. Bencilliğin, ulusun kurtuluşu ve yüceltilmesinin önünde en büyük engel olduğunu hem Yaban hem de Ankara romanlarında vurgular. Karaosmanoğlu, bir Ankara balosundan ayrılan Selma Hanım’ın dilinden şöyle yazar:
“Demin otelin merdivenlerinden çıkarken tuhaf bir baş dönmesi hissettim. Bana öyle geldi ki, ayağımı bastığım her basamak, halkla benim aramdaki uçurumu bir parça daha derinleştiriyor. Ters yüzü geri dönüp arkamda bıraktığım bu uçuruma atılmak istedim; ta ki onlara karışayım ve içinde bulunduğumuz bu sunî âlemi, onların arasından, onların gözüyle uzaktan seyredeyim diye.”
Sol geleneğin bazı fraksiyonlarının da apolitizm nefreti dikkate şayandır. Türkiye Komünist Partisi’nin web sayfasında yayımlanan “Yaşamın Her Alanını Politikleştirelim” başlıklı bir yazı bunu tereddüte mahal vermeyecek şekilde gösterir. Şöyle diyor:
“Apolitikleştirme sistemli ve hissedilmeyen bir süreç olarak işler. Burjuvazi bunun için tüm olanaklarını seferber etmiştir. Üretim araçlarının mülkiyetini elinde tutan burjuvazi, doğal olarak insani gelişim araçlarını da tekeline almıştır. Bu durum işçi sınıfı ve emekçi kitleleri ilkin zaman ve enerji yönünden gelişim koşullarından yoksun bırakır. Zamanı ve fiziki gücü üretim sürecinde tüketilen işçi kendini geliştirmek için ne zaman bulabilir, ne de takat… İkinci olarak, burjuvazi işçi ve emekçileri gelişme araçlarından da yoksun bırakarak ilerlemelerini engeller. İlkokuldan üniversiteye, tiyatrodan edebiyata, sinemadan basın-yayına, basım işletmelerinden etkinlik alanlarına hemen her şey sermayenin elinde ya da “piyasa”nın hizmetindedir.
Kısacası her araç kitlelere apolitizm yaymanın hizmetine koşulur. Sınıf ve emekçi kitlelerin sürekli apolitik bir edilgenlik içinde tutulmaları ideolojik, kültürel, estetik, ahlaki tüm silahlar kullanılarak sağlar. Günümüzde bunun için içi boş sayısız “edebi eser”, çeşit çeşit görsel ve yazılı “sanat” ürünü “piyasa”ya sürülür. Gelinen yerde özellikle de yazılı ve görsel burjuva medya ile sanal alem apolitik edilgenliği sürekli kılmanın en temel araçları olarak iş görmektedirler. Haberler, filmler, diziler, yazılar vb. üzerinden tüm toplum sürekli bir uyuşturulma operasyonuna maruz kalır.”
Benzer şekilde, Aydınlık gazetesi yazarı Yıldırım Koç, “Apolitik Gençlere Sorular” başlıklı makalesinde, sadece kendisiyle ilgilenen gençlere bazı uyarılarda bulunurken şöyle yazıyordu:
“Tek amacınız çok para kazanıp daha iyi ve daha gösterişli bir evde oturup, iyi elbiseler giyip, havalı bir arabaya binip, bol bol yemek yemek mi? Diyelim bu amacınıza ulaştınız, bir biçimde bol para kazandınız. İçinde yaşadığımız kapitalist düzende hayatınız nasıl olacak? Altınızdaki araba nedeniyle aldığınız fazla kiloları, yükselen tansiyonunuzu ve hareketsizlikten kaynaklanan diğer sorunlarınızı çözmek için özel doktorlara taşınacaksınız, sizin için özel olarak hazırlanmış diyetler yapacaksınız, spor salonlarına devam edeceksiniz. Daha fazla, daha fazla, daha fazla tüketebilmek için daha fazla, daha fazla, daha fazla para kazanmanız lazım. Bunun için de işinizde arkadaşlarınızın kafalarına basa basa daha yükseklere tırmanmanız gerekecek. İnsan insanın kurdudur (homo homini lupus) anlayışıyla hareket edeceksiniz. Yapayalnız kalacaksınız. Herkesin herkese her an kazık atmaya hazır olduğu bir ortamda, bunalıma gireceksiniz; kazandığınız paranın epeyce bir bölümünü, diyetisyenler ve spor salonlarından sonra, psikologlara vereceksiniz. Belki uyuşturucu tuzağına düşeceksiniz.”
Derdimi yeterince anlattığımı düşünüyorum ancak ülkedeki siyasi akımları ziyaret ederken Öcalan’ın apolitizme olan alerjisinden de bahsetmek ihtiyacı duyuyorum. Zira, Öcalan için apolitizmin sorumlusu kapitalizmdir. Onu kapitalizm üretir. Apolitikleşen bireylerin kendilerini etnik kimliklerinden bağımsız olarak tanımlama eğilimi artar. Bu durum, aslında siyasetsizliğin değil tam tersine derin bir siyasetin sonucudur. Zira, ulus devlet, piyasa ekonomisi sayesinde uysallaştırdığı, apolitikleştirdiği bireylerin rızası ile meşrulaşır. Bu durumda, kendisini etnik kimlik ile tanımlama ve etnik mücadeleye katılma eğilimi azalacaktır. Kapitalizm ve ulus devlet el ele vermiş apolitizmi ve kendi ikbalinden başka bir şey düşünmeyen sefil bireyleri yaratmıştır. Şöyle der:
“Günümüzde birey ve toplum kapitalist modernite karşısında sürekli güç kaybetmektedir. Bireyin kutsanması ve dokunulmazlığı, liberalizmin temel gıdasını oluşturan bir saptırmadır ve toplumun parçalanıp eritilmesi böyle yürütülmektedir. İnsan insanın, insan kendi varoluş biçimi olan toplumsallığın kurdu haline getirilmektedir. Bu anlamıyla, bu söylemlerde göze çarptığı gibi kapitalist modernite sürecinde birey haklarının gerçekten korunması söz konusu değlldir. Bunun üzerinden topluma karşı en etkili bir savaş yürütülmektedir. “Birey dokunulmazlığı” ve “bireysel özgürlük” en kutsal değerler olarak sunulmaktadır. Kapitalist sistem, bunlar üzerinden insanlığın tüm değerleriyle, yaşam çevresiyle, bilinciyle, emeğiyle, özlem ve özgürlüğü dahil her şeyiyle oynamaktadır. Toplumdan kopuk, sahte bir özgürlük algısıyla dolmuş birey gerçeği kutsandığında ortaya çıkan, kendi var oluş koşullarını ortadan kaldıran bireycilik olmaktadır. Bu en büyük toplum kırımıdır. En yıkıcı insan eylemi, bu tür bireylerin oluşturduğu kitlelerin eliyle gerçekleşmektedir. Paracı, karcı, hazcı, sorumsuz, değersiz, saldırgan ve bencil bireylerden oluşturulan böylesi kitleler günümüzün en tehlikeli gerçeğidir. Böylesi kitlelerden oluşan simulakr toplumlarda özgürlük, demokrasi, eşitlik gibi kavramların içeriği boşalmakta ve demagojik bir propoganda aracına dönüşmektedir.”
Farklı ideolojik gruplardan alıntılar yaparak yansıtmaya çalıştığım görüşlerin ortak bir paydası var. Hepsi, insan hayatının kutsal bir ideal veya dava ile anlam kazanacağını düşünüyor. Zevk arayışının, kariyer hırsının, mutlu olma hevesinin kişiyi soysuzlaştıran, bayağılaştıran ve topluma karşı olan vazifelerinden uzaklaştıran anomaliler olduğunu iddia ediyor. Bu anomalilerin düzeltilmesi için ise kendi önerdiği siyasi ülkülerin benimsenmesini talep ediyor. Böylece, insanın bireysel çıkarı, soyut bir milli beka, güvenlik, kalkınma, toplumsal sorumluluk veya din gibi amaçlar için rahatlıkla kenara itilebilecek bir teferruat seviyesine indiriliyor. Politik gruplar, insanın önündeki seçenek listesini sınırlandırmayı başaramadığı için onun tercih filtresini kontrol etmeyi amaçlıyor. İnsanın kurtuluşu bu listeye uyum sağladığı sürece mümkün oluyor. Bu gruplar, eğer kendi ideolojilerine ihtida eden insan sayısını arttırmayı becerir ve iktidarı ele geçirebilirse kamu gücü vasıtasıyla insana sunulan seçenek listesini de düzenlemeyi planlıyor.
Apolitizm Türkiye’nin Garantisi mi?
Türkiye bağlamında uzun süre bireylerin tercihleri ve onlara sunulan seçenek seti politik ideolojiler yerine resmi ideoloji tarafından belirlendi. Resmi ideoloji, birçok liberal tarafından eleştirilse de esasında liberal demokrasinin ruhuna yakınsayan bir yöntem izledi. Vatandaşları politik aşırılıklardan, etnik kimliklerden, cemaat aidiyetlerinden arındırmayı arzu eden bir yol haritasıyla ilerledi. Bu yüzden, işinde gücünde, politikaya mesafeli ancak devletin güvenlik paradigmasına sadık vatandaşlar yaratmak için çabaladı. Ne var ki, köylünün sorun çıkarmayan cahilliği ile şehirlinin rahatsız etmeyen züppeliği arasında yeni şehirleşen, köyden kente göç eden milyonlarca insanın arayışı ve dinamizmi vardı. Politika aguşunu açmış bu insanları bekliyor, onlara sınıf atlamanın, şehirleşmenin formülü olarak kamu kaynaklarını işaret ediyordu. Bu kaynaklara erişmenin en kısa yolu, bir politik ideolojiye bağlanmak ve partiyi desteklemekti. Özellikle geleneksel hayat tarzı ile bir sorunu olmayan sağ ideolojiler bu sınıfı hırslı bir şekilde dönüştürmeyi başardı. Bu siyasallaşma hareketi zemin buldukça, cumhuriyetin yaratmak istediği apolitik, devletine sadık ve uysal vatandaşlık tanımını da siyasallaştırdı. Kamu kaynaklarına eriştikçe kentli orta sınıfları, cumhuriyetin memur tabakasını ve onların eğitimli çocukları ile yaşanan gerginlik gün yüzüne çıktı. Sabit kamu kaynakları için rekabet başladı. Cumhuriyetin yarattığı hayat tarzı ve insan modeli başlı başına meydan okunması gereken siyasal bir ideolojiye dönüştü. 2000li yılların başında sıkça duyduğumuz “beyaz Türk” kavramı orta sınıf, seküler, cumhuriyetçi apolitizmin ısrarla politize edilmesinden başka bir şey değildi.
Bu politik savaş sağ muhafazakar ideolojiler tarafından kazanıldı. Mağlup edilen sadece Kemalizm ve sol ideolojiler değil aynı zamanda apolitik orta sınıflar oldu. AKP’nin iktidarı tekelleştirme çabası onu popülist bir patikaya, geniş halk kitlelerin fanatik desteğini kazanma mecburiyetine ittikçe herhangi bir kelimeyi, nesneyi, tarihi şahsiyeti, simgeyi politikleştirmek adeta farz oldu. AKP’nin kendi kitlesini bir arada tutabilmesi için onu ülkenin gerçek sahibi olan halk olduğuna kendisini de yıllarca hor görülen, bastırılan halkın sesi olarak göstermesi gerekiyordu. Bunun için, yarı şehirleşmiş, taşralı, yaptığı işin uluslararası karşılığı olmayan, orta eğitimli sınıfların gündelik pratiklerini kutsadı, düşünce tarzlarını yüceltti, kullandıkları dili filtrelemeden siyasete dahil etti ve bunlardan politik bir ideoloji yarattı. Bu politik ideolojinin karşısına ise şehirli orta sınıfların apolitik yaşam pratiklerini yerleştirdi. Diğer bir ifadeyle, AKP Kemalizm ile, sosyalizm ile, siyasal Kürtçülük ile yaşadığı çatışmaların benzerini her hangi bir politik hülyası olmayan ve sadece kendisiyle ilgilenen insanlarla da yaşamayı tercih etti.
Kürtaj ve aile planlaması karşıtlığı, porno sitelerin sansürlenmesi, içki satışına kısıtlama getirilmesi, milli içkinin rakı yerine ayran olarak tanımlanması, kız ve erkek öğrencilerin aynı evde kalması, televizyon yayınlarının toplumsal ahlaka uygun olacak şekilde denetlenmesi, metroda öpüşen çiftler, pride yürüyüşleri, genç kızların giydiği dar kot pantolonlar, kadınların kahkaha atarak gülmesi, internet üzerinden abonelik usulüyle yayın yapan platformların denetlenmesi gibi konular bu dönemde sıkça gündeme geldi. Bu konuların her biri, apolitik ve sadece kendisiyle ilgilenen insanların hayat sahalarını kamusal tartışmaya açtı ve bazıları siyasi müdahaleye maruz kaldı. Bir insan, toplum ve devlet normunu tutkulu bir şekilde savunmayan, bunu siyasi bir dava olarak benimsemeyen insanlar kendilerini kutuplaşmanın, laf dalaşının ve politik angajmanlara girme ihtiyacının içinde buldular.
Birçok sol ve Kemalist grup için apolitik kitlenin ortaya çıkan mutsuzluğu bir fırsat olarak algılandı. Gezi Parkı protestolarına katılan yüzbinlerce apolitik genç bu gruplar tarafından potansiyel bir pazar olarak görüldü. Öte yandan, iktidar da bu gençleri politik aktörler olarak tanımladı ve bundan memnun oldu. Zira sayıları milyonları bulan protestocuları hızlı bir şekilde sol gruplarla ilişkilendirmek, bu grupları radikal ve korkutucu olarak gören Türk muhafazakarlarının desteklerini kazanmak adına oldukça kazançlı bir stratejiydi. Günün sonunda, hem aniden kalabalık bir apolitik kitleyi yanında bulan sol politiklik hem de kendisine meydan okuyan yüzbinlerce genci şeytanlaştıran sağ politiklik bu durumdan memnundu.
Apolitik insanlar zaman içerisinde Gezi Parkı protestolarından çekildiler. Birçoğu ülke siyasetine karşı geleneksel kayıtsızlığının içine gömüldü veya zararsız bir pozisyonda konumlanmayı seçti. 7 Haziran sonrası süreçte görünür olmamayı tercih etti ve tepkisini seçim sandığında göstermek dışında politik bir aktivizm içerisinde olmadı. Zaten 24 Haziran 2018 seçimlerinde yaşadıkları hayal kırıklığı ve Erdoğan liderliğinde uygulanmaya başlanan Başkanlık Sistemi onlar için toplumsal ve siyasal hedefleri hem gerçekçi olmaktan uzaklaştırdı hem de bir değişimi arzu edip başarısız olmanın yaşattığı moral bozukluğunu bir daha yaşamak istemediler.
Tam bu moral bozukluğu yaşanırken, seküler apolitiklerin safına yeni bir apolitik kitle eklendi. Muhafazakar gelenekten gelen, taşra yerine büyük şehirlerde yaşayan ve AKP döneminde yaşanan ekonomik büyümeden dolaylı olarak faydalanan insanlar da memnuniyetsizliklerini ifade etmeye başladılar. Onların, apolitik alanları yaşam tarzları ve tüketim alışkanlıklarından ziyade, azalmaya başlayan refahlarından başka bir şey değildi. Uzun süre dış kaynaklarla büyümeye alışmış Türk ekonomisi en sonunda patladı ve AKP makinesinden doğrudan faydalananlar ile dolaylı olarak faydalananlar arasındaki uyum kayboldu. Uzunca bir süre AKP’ye destek veren bu insanların partili fanatikler olmadıkları, AKP’ye sadece yönetim kapasitesinden memnun oldukları için oy verdikleri ortaya çıktı. AKP’nin yerel seçimlerde aldığı ağır yenilgi, muhalefet adaylarından hiç mi hiç memnun olmayan, onları yeteri kadar politik bulmayan, ortayolcu olduklarını düşünen, hatta yer yer boykot çağrısı yapan politize olmuş Kemalistler ve sosyalistler sayesinde olmadı. Tam aksine, AKP ve MHP’nin kaba ve mütecaviz üslubuna inat son bir kez istemeye istemeye sandığa giden apolitik orta sınıf sekülerler ile ekonomik krizden dolayı hayatı olumsuz etkilenen ve uzunca bir süre AKP’ye oy vermiş olan pragmatik muhafazakarlar bu mağlubiyette önemli rol oynadılar. Kutuplaşan ve politize olmaya zorlanan toplum seçim tarihinin en coşkusuz ve apolitik figürlerinden birisi olan Ekrem İmamoğlu’na büyük bir seçim zaferi yaşattı. Yerel seçim sonuçları, ülkedeki bütün politik önerilere verilen bir cevaptı. Erdoğan’ın, Bahçeli’nin, Öcalan’ın, Perinçek’in, ayrıca İmamoğlu’nu kimliksiz ve kişiliksiz bulduğu için desteklemeyen sol aydınların, toplumu politize etme çabaları işe yaramamıştı.
Ez Cümle
Günümüzün huzurlu ve müreffeh ülkelerini nasıl tanımlarız? Ben ortak özelliklerine odaklanma taraftarıyım. Bu ülkelerde devletin kurumsal bir işleyişe sahip olduğunu görürüz evvela. Kanunlar öznelerinden ve nesnelerinden bağımsız bir şekilde uygulanır ve hiç kimse bu kanunların etkisinden muaf değildir. Bu ülkelerin insanlarının birbirleriyle medeni ilişkiler içinde olduğunu da söyleyebiliriz. Toplumsal gruplar arasında ideolojiler, etnik veya mezhepsel kimlikler, yaşam tarzları, cinsel tercih ve eğilimler bir çatışma sebebi değildir. Farklılıklarını güç yoluyla, birbirlerini sindirerek çözme yoluna gitmezler. Son olarak, bu ülkelerin vatandaşları tercihlerinde özgürdür. Hem tercih edecekleri mal ve hizmetlerin sunulduğu piyasa hem de tüketicilerin tercihleri olabildiğince serbest bırakılır. Bu durum, huzurlu ve müreffeh ülkelerin vatandaşlarının apolitik olma hakkını ve özel alanlarını garanti altına alır. Vatandaşlar apolitkleştikçe devlet hayatlarından uzak durur ve devlet uzak durdukça apolitikleşirler. Laclau, batı demokrasileri için siyasetin öldüğünü iddia ederken haksız sayılmazdı. Yaratıcı olmayan, insanları heyecanlandırmayan, merkezin çok yakınında konumlanmış sağ ve sol partilerin olduğu sistemlerin artık politik bir rekabet barındırmadığı doğrudur. Bunu eleştirebiliriz ancak yükselen sağ ve sol popülist dalganın aşırılıkları ile yüzleştikçe, sonuçlarına maruz kaldıkça huzur ve refah için bu projenin gerekliliği yine takdir edilecektir. Bu tip bir popülizmin pençesinde boğuşan Türkiye için de durum farksızdır. Popülizmin yarattığı boğucu politik atmosferden başka bir politik macera ile kurtulmakta ısrar etmenin anlamı yoktur. Sadece kendi hayatı ve koşullarıyla ilgilenen apolitik bireylerin birbirlerinden habersiz bir şekilde bir araya gelmeleri, özel alanlarını savunmaları, “hayatıma karışma”, “refahıma musallat olma” demeleri yeterlidir. Yeter ki, apolitik insanların refahını korumasının yolu diğerlerinin hayatına karışmaktan geçmesin. Bu da başka bir yazının konusu.