[voiserPlayer]
Türkiye hep bir kronik depremler ve krizler ülkesi idi zaten. Sözcüklerin hem düz hem de mecazi anlamlarında. Son zamanlarda yaşadığı dünya ölçeğinde büyük depremleri ve başta siyasetteki olmak üzere, türlü krizleri ile koca bir “enkaz ülke” oldu şimdi.
Krizleri fırsata dönüştürmek çok duyulmuş bir sözdür. Fakat bu, toplumda genellikle iş, finans veya ekonomi dünyasında girişimcilik bağlamında kullanılır. Çoğunlukla da “talihsiz” veya “aleyhte” gibi duran koşulları (başkalarını istismar pahasına bile olsa) kendi lehine dönüştürme uyanıklığını çağrıştırır. Yani çıkarcı ve olumsuz anlamdaki bir pragmatist araçsalcılığa işaret eder.
Nitekim 11 ildeki depremin hemen akabinde, salt temel barınma gereksinimi açısından bile, fırsatçılar anında türedi. Evinden olup büyük şehirlere göç edenlerin artan talepleriyle birlikte konut fiyatları iyice tırmandı. Yerini yurdunu terk etmek istemeyen depremzedelerin çadır ve diğer elzem taleplerini üçüncü haftaya girerken bile halâ karşılamayan en büyük fırsatçıların ise Kızılay gibi kamu kurumları olduğu anlaşıldı. İktidar, depremin yarattığı büyük felaketi zaten sallanmakta olan koltuğunu sağlamlaştıracak bir fırsata dönüştürmeye girişti.
Bir yandan her zamanki popülist siyaset mühendisliğini sürdürdü. Diğer yandan lâyıkıyla yapılamayan arama-kurtarma işlemleri dahi bitmemişken, kepçelerle enkaz kaldırmalara ve yeni inşaat ihalelerine başlandı. Zaten kamunun talebine arz edilmeyip rantsal amaçla boş tutulan konutlar veya başka makul çözümler dururken üniversite yurtları boşaltıldı. Asbestli molozlar tarım arazilerine döküldü. “İstanbul’u taşımak” dahil, pek çok ilde yeni rantsal inşaat ekonomisi fırsatları konuşulmaya soyunuldu.
Listeyi uzatmak gereksiz. Bu toplumun iyi yönetilemediği konusunda iktidar veya muhalefet yandaşı hemen herkes esasen ve uzun zamandır hemfikir. Fakat ülkeyi kurumsal siyasetteki iktidar ve muhalefet partileri ile tüm toplumun birlikte yönettiği konusunu ise, demokratik yurttaşlık görevlerini yerine getirmek ve haklarının takipçisi olmak şöyle dursun, hala tahayyül bile edemeyen çok insan var.
Kesin olan şu ki, Türkiye bir yandan bizzat yerinde bilfiil veya uzaktan, sosyal medya veya TV kanalları aracılığı ile tanıklık ederek son derece derin bir ızdırabı ve çöküntüyü paylaşıyordu.
Diğer yandan da ülkenin acı gerçekleri karşısında bile yeterince empatik olamayan bazı siyasetçileri izliyordu. Çünkü onlar da, zaten yıkılmak üzere olan iktidarın TAS (Tek Adam Sistemi) devlet yönetimini, halka “tereciye tere satarcasına” şikayet etmesini biliyorlardı ancak. Sadece iktidara yüklenerek ve üstlerinden kendi muhalefet ediş sorumluluklarını da atarak, “kazanacak CB adayı” gibi siyasi açmazlar, MV koltuk ve oy hesapları yaparak, demokratik siyasetten ne anla(ma)dıklarını sergiliyorlardı.
Siyaset sahnesinde Cumhuriyet’in 100. yıl seçimi yaklaşırken, halkın muhalefetten olan kronik “kurtuluş” umutları iyice artmıştı. Dahası, özellikle de Millet İttifakının Altılı Masayı kurarak ve açıkça da “ülkeyi bu bataklıktan biz çıkarıp, yeniden demokrasi inşa edeceğiz” vaatleri üzerine beklentiler yükselmişti. Hatta bunu, hem “tek adam CB ve hükümetsiz sistemini yıkıp yerine, liyakatli ekip işi yönetim anlayışını, hem de nezaketli, saygılı, karşılıklı güvenli ve temiz ahlaklı siyaset tarzını getireceğiz” demeleri üzerine iyice tırmandırmış idi.
“Di’li geçmiş zaman” kullandım. Zira umutları, sabrı ve dayanma gücü adamakıllı tükenmiş bu toplumda gündeme, Millet İttifakına ve milletin bu naif ve iyimser umuduna Akşener eli ile vurulmuş olan darbe yerleşti. Oysa, siyasetin yüzey(sel) tabakasında görülen bu son durum tipik bir “yapay kriz”. Yani, hala muhtelif “amatör arabuluculuk görüşmeleri” ve “uzlaşma veya ayrışma çağrıları” ile mekik dokunup, liderler tekrar bir araya getirilince türlü yorumcular bu mesele sanki yara bandı gibi çabalarla tamir edilebilirmiş gibi varsayılabiliyor.
Böylece yine ilk başvurulan, Türkiye’nin kolektif demokratik özne-öncülünün kronik ilkel inkar savunma mekanizması. Sıcak toplantının sonunda ne çıkarsa çıksın, önümüzdeki günler hatta yıllar hakkında biraz fikir veriyor. Açıkçası, burada, yani o sonuçtan önce çıkacak yazımda, diyeceklerimi geçersiz kılmıyor.
Başka bir anlatım için, deprem söylem ve metaforlarının dillere egemen olduğu şu günlerde işe yarayabilir: Zira yer kabuğunun üst/lider düzlemindeki bu çatlak, çok derinlerdeki siyasî kültürel tektonik ve en az iki eksenli yarılmasının, tarihsel devlet nizamının “dönemsel darbeci” faylarının dipten vuran bir sallamasının ifadesi. Yani kaç yılda bir ve ne kadar düzenli yinelendiği ayrı mesele. Fakat hangi hazırlayıcı koşullarda olacağının öngörülebilir ve önlem alınabilir olması apayrı mesele.
Şu son olan bitenlerin de yine iktidarın işine yaracağından neredeyse emin olan, zaten “doğarken kaybetmeye” alışmış, arabesk kültürlenmesi baskın halk kesimlerinin kafası iyice karıştı. Midesi bulandı, tribünlerden çıkan uğultularla endişesi yine körüklendi. Hem yurt içinde, hem yurt dışında izleyenler muhalefetten bir “altın vuruş” beklerken, çok büyük hüsran yaşıyor.
Tabii ki, Türkiye’nin nasıl bir tarihsel-toplumsal-kültürel gerçekliğe tekabül eden bir toplum olduğunu uluslararası camia da artık kolay kavrayamıyor. Akademik yazındaki tartışmalar veya uluslararası diplomatik ilişkiler bir yana, en son çarpıcı örnek yine güncel deprem vesilesiyle geldi: Bizimkilerin “yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesinden çoktan sapmış olduklarını bildikleri için dünyanın dört bir yanından kendi kamusal kurumlardan çok daha çabuk gelen yardımlara şaşırmaları ayrı hikaye. Fakat esas önemlisi ve daha dokunaklısı veya acıtanı ise “yabancı” arama-kurtarma ekiplerinin çökükler altında halâ canlı ve umutla bekleyenler varken bölgeye enkaz toplama kepçelerinin dalmasını havsalaları almayıp ülkeden ayrılmak zorunda kalmaları oldu.
Elbette kendine yardım etmekten aciz veya etmek istemeyen hiç bir bireysel veya kolektif özneye başkaları da alışılmış mantık veya olağan yöntemlerle ulaşamazlar. Çünkü artık bu tablo, daha önce başka mecralarda yazıp “uyarmış” olduğum gibi, kolektif karakter altyapısı sınırda/borderline olan toplumun bu son doğal depremler, siyasî darbeler ve kültürel tektonik hareketler ve yönetemediği krizler ile tam bir “şizoid toplum”a dönüştüğünün resmidir.
Yine uzunca zamandır ülkedeki entelektüel ve siyasi medyatik tartışmalarda oldukça sığ toplumsal analiz ve sığ siyasi retorikler ile olumlanan “kutuplaşma” söylemi ile derin yarılması sürekli popülizmle kaşınmış ve “otoriteryen” diye diye azdırılmış bu toplum, artık lime lime ve paramparça.
Velhasıl, ülkede her yer moloz, her yer çöplük, ne yazık ki. Hiç bir horoz da sadece kendi çöplüğünde filan değil, her yerde ve köşede; şafak vakti falan değil, sabah akşam ötüyor. Böylece zaten halkın bir yandan TAS ile tepesinin tası atarken, daha küçük bir insansever, gezegensever, çağdaşlıksever, yaşamsever ve barışsever kesimde de şafak attıkça atıyor.
Tabii başlıkta da kullandığım “horoz” ifadesi “eril zihniyeti” işaret ediyor -ki bunun cinsiyetle filan hiç ilgisi yok. Nitekim, bugün kurumsal muhalefette epeydir sismik sinyalleri alındıktan sonra nihayet patlak veren (bu halkın çok iyi tanıdığı “vurdum mu oturturum” tipi) “Babalık darbe”, aynı eril siyasi taktikleri bırakamayan bir kadın siyasi liderin eli ile geldi. Yani, en başından beri “yerli ve milli” söylemli Cumhur İttifakının AKP+MHP tabanlarından oy devşirip Millet İttifakına taşırım demiş, “ideolojisiz, ilkesiz ve sözde yeni” pragmatist araçsalcı siyaset yapan İYİP liderinin.
Fakat, anketler İYİP taban oylarının, tıpkı park yerindeki araç deposundan çekilen akaryakıt gibi, AKP veya MHP alerjili ve kentli modern CHP seçmeninden olduğu anlaşılınca, ne olacak şimdi deniliyor.
Bu ülkede artık, yani ne yeraltındaki beylik veya dünyalık, ne yer üstündeki Babalık veya devletlik son depremlerden sonra, hiç bir şey eskisi gibi olamaz. Olmamalı. “Kendi ayakları üzerinde özerk durabilmek ve hem büyüyerek, hem küçülerek, özgür yaşamını idame ettirebilmek istiyorsa eğer, halk buna daha fazla izin vermemeli.
Çünkü ezelî olarak araftaki bu toplumun, şu nihaî ölümcül sıkışmışlığından çıkması için her birey-yurttaş kendi iyi/kötü tarafını seçerek bu hendekten atlayıp toplumun kolektif yarılmasını aşmak zorundadır.
Bunun için de öncelikle prematüre, panikli, entrikacı ve araçsal rasyonelci siyaset alışkanlıklarını mutlaka geride bırakarak olgunlaşmak zorundadır.
İktidar veya muhalefet siyasetçilerinin kişisel veya partizan projeleri ve hesapları her ne olursa olsun, Atatürk’e aşık olsun veya nefret etsin, bu kolektif Cumhuriyet toplumu kendi demokrasi-antidemokrasi paradoksundan çıkmak ve kendi özgür seçimini yapmak zorundadır.
Türkiye’nin tüm toplumsal bileşenleri bu önemli süreçte sorumluluk almak ve büyük krizi çok ciddiye alarak en önemli demokratikleşme fırsatına dönüştürmek zorundadır.
İronik olarak, öncelikle de aydın/entelektüel kesim “seçkinciliği” bırakıp, maddi ve felsefî anlamda yapı-söküm ve yeniden-inşa için belki de en ideale yakın olanakları sunan bu mevcut enkaz koşulları arasında titizlikle “seçici” olmak zorundadır.
“Dış/iç gözler” gerçekten de üzerimizde: Kolektif ahlak da nitekim, başta “dışardan”, “gözetleyici”, “pusucu”, “komplocu” ve “parçalayıcı” sanılan gözlerin (dış ötekiler) ve “içerde bünyeye yabancı madde” gibi algılanıp dışına atmak için yoğun savaş verilen, enerji ve kaynak tükettiği “unsurların”, temel güven ve huzur ile “içe alınması” ile oluşmaya başlar. “Kolektif vicdan” ve demokratik sorumlu, saygılı, adil, çoğulcu, eşitlikçi, özgürlükçü ortak yaşam ancak böyle bir “içselleştirme” ve “bütüncül özneleşme” ile gelişir.