[voiserPlayer]
Etnik sorunlar modern devletin belirmeye başlamasıyla beraber baş gösterdi. Geleneksel devletin var olduğu dönemlerde, kimlik gruplarının yönetici sınıfıyla olan ilişkileri mesafeliydi ve bu gruplar kendi içlerinde belirli bir özerkliğe sahipti. Zira, merkezi yönetime belirli miktarda vergi ödendiği takdirde, devlet, belirli bir kimlik grubunun üyelerinin birbirleriyle olan ilişkilerini düzenleme ihtiyacı duymuyordu. Bu kayıtsızlık, tebaanın devletten sistematik olarak belirli hizmetleri sunmasını beklemediği, devletin de tebaadan itaat ve vergi dışında bir talepte bulunmadığı düzeni üretmişti.
Devletin kişiliği, onu yöneten hünkârın kişiliğinde tecessüm ediyordu. Avrupa tecrübesi, kralların üzerindeki kilise baskısının azalması ve feodalitenin zayıflaması ile birlikte, devlet ile kral bütünleşmesinin yoğunlaştığı, mutlakiyetçi bir dönemin yaşandığını gösterdi. Bu durumda, sorulması gereken soru, kralı nasıl denetleneceği oldu.
Bu soruya cevap olarak modern ulus devlet doğdu. Yani, devletin sahibinin hiç kimse ve herkes olduğu bu yeni form, meşruluğunu devlet ile vatandaş arasında yapılan bir sözleşmeye dayandırdı ve bu sözleşme maddelerini kralın kişiliğinin ikamesi olarak sundu. Diğer bir ifadeyle, kral dahil herkesi bağlayan bir kurallar manzumesi ortaya çıktı. Bu durum beraberinde, kişi yerine büroya bağlı olan ve yetki sahası kurallarla çizilmiş gayri şahsi bir bürokrasiyi de doğurdu. Devletin, kişilerden bağımsız olarak ortaya çıkışı ve meşruluğunu vatandaşa dayandırması ise hem devletin hem de vatandaşın bazı sorumlulukları ister istemez üstlenmesine yol açtı. Zorunlu askerlik ve standart vergi kanunu gibi uygulamalar hızla yayıldı. Endüstri devrimi ile gelişen savaş teknolojisine, silah altına alınan milyonlarca genç erkek eşlik etti. Bu durum Avrupa devletlerinin savaşma kapasitesini oldukça yükseltti. Ancak, devletlerin vatandaşlarından talep ettiği yükümlülükleri cevapsız bırakması beklenemezdi. Vatandaşlar, sorumluluklarını yerine getirmenin karşılığında eğitim, sağlık ve altyapı hizmetlerinden sistematik olarak faydalandıkları bir döneme girdiler.
Anlaşılacağı üzere, etnik sorunlar, modern ulus devletin egemenlik sahası içinde yaşayan vatandaşların hayatını standart kanunlar vasıtasıyla düzenlemesi ile birlikte yükselişe geçti. Zira, merkezi otoritenin, kanunları istisnasız uygulama ısrarı kimlik gruplarının yerel özerkliğini ziyadesiyle tehdit etti. Bununla birlikte, milli eğitim sisteminin kaçınılmaz olarak doktrine edici bir yapıya bürünmesi ve medyanın farkında olarak veya olmayarak kullandığı dil, özellikle azınlıkta olan kimlik grubu üyelerini rahatsız etti. Zira devletler, vatandaşların ortaklık duygusunu bir ulus bilinciyle beslemeye çalışıyorlardı. Son olarak, refahın dağılım sürecinde bazı kimlik grupları ayrımcılığa tabi tutulduklarını ve hak ettikleri payı alamadıklarını düşündüler ve merkezi yönetim ile uyumsuz ilişkiler kurmaya devam ettiler.
Bu sorunları modern devlet inşa etme sürecinde birçok devlet yaşadı. Türkiye’deki Kürt sorunu, bu bakımdan şaşırtıcı olmayan bir biçimde Osmanlı’nın son dönemlerinde hızlanan ve Cumhuriyet’in kuruluşu ile birlikte zirveye çıkan modern devlet kurma sürecine bir tepki olarak gerçekleşti. Diğer bir ifadeyle, Kürt sorunu sadece Türkiye’ye özgü istisnai bir olgu değildir. Bu bakımdan, Kürt aşiret ayaklanmaları, Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren yaşanan Şeyh Said, Ağrı ve Dersim isyanı gibi vakıalar, modern bir ulus devlet kurulurken hesaba katılması gereken vakıalardı. Merkezileşme süreci muhakkak kendi tepkimesini yaratır. O halde sorulması gereken soru, Türkiye’nin Kürtler ile tecrübe ettiği sorunun kaçınılmazlığı, bu soruna verdiği tepkiyi de aynı şekilde kaçınılmaz mı kılmıştır? Diğer bir ifadeyle, Türkiye’nin yerinde başka bir devlet olsaydı mutlaka benzer tepkileri mi verirdi?
Bu soruya cevap vermek için, öncelikle Türkiye’nin Kürt sorununa yönelik yaklaşımını özetlemek, hatta mümkünse formüle etmek zorundayız. Ben bu yaklaşımın iki sütuna dayandığını düşünüyorum. Bunlardan birincisi Kürt sorununu bir güvenlik sorunu olarak ele alma eğilimidir. Bu eğilim, sorunu çözmek için başvurulan enstrümanların ve sorumluluk yüklenen aktörlerin de karakterini belirlemiştir. Sorunu bir güvenlik meselesi olarak görmek beraberinde sert güç enstrümanları kullanmayı ve güvenlik sektörü mensuplarını yetkili kılmayı getirmiştir. Kürt sorunu bağlamında bu, ister şiddet içeren eylemler olsun isterse barışçıl ve meşru kanallar içerisinde hareket etsin, Kürt kimliğini siyasal bir hat üzerinden tanımlayan bütün hareketleri aynı sepetin içine koymayı gerektirmiştir. Bu bakımdan, 1925 yılındaki Şeyh Said İsyanı ile 1959 yılında İstanbul’da öğrenim gören öğrencilerin kendi aralarında düzenlediği Kürt Geceleri arasındaki fark ortadan kalkmıştır. Benzer şekilde, Kürt meselesini barışçıl yollardan savunan sivil Kürdistan Sosyalist Partisi ile radikal bir terör metoduyla hareket eden Kürdistan İşçi Partisi arasındaki kalın çizgi de buharlaşmaktadır. İkinci sütun ise Kürt sorununun Ankara elitleri arasındaki iktidar mücadelesinin bir enstrümanı olmasıdır. Zira 1925 yılında, Şeyh Said isyanı, muhalefet partisi olarak kurulan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın kapatılması ve İstanbul basınının susturulması ile sonuçlanmıştı. Benzer şekilde, 1984 yılında gerçekleşen ilk PKK eyleminden sonra, sivil-asker ilişkilerindeki denge askerler ve güvenlik personeli lehine bozulmuş, hatta Türk kamuoyu “derin devlet” kavramını hararetle tartışmıştı.
Etnik sorunlara karşı elbette ki her modern ulus devlet aynı, standart tepkiyi vermedi. Aşağıda görülen tablo, Michael Mann tarafından yapılan araştırma çerçevesinde etnik sorunlara yönelik yaklaşım farklılıklarını ve bu sorunların nasıl çözüldüğünü göstermektedir.[1] Dolayısıyla, Türkiye’nin Kürt sorununa verdiği tepki, alternatifleri olmadığı için vermeye mecbur olduğu bir tepki değildi.
Aslında, 2013 senesinde başlayan çözüm süreci, Kürt sorununa yönelik yaklaşımın esneyebileceğinin işaretlerini verdi. Ancak, çözüm sürecinin de başlı başına bir sapma veya geleneksel politikadan ayrışma anlamına geldiğini iddia etmek zor. Zira, radikal bir sapmadan bahsedebilmek için yukarıda formüle ettiğimiz Kürt politikasının iki sütunun da birden değişmesi gerekiyor.
Şunu rahatlıkla iddia edebiliriz ki, Kürt sorununa yaklaşımın ilk sütunu tartışma götürmez bir şekilde değişmiştir. Yani sorun, güvenlik yerine siyasi bir mesele olarak ele alınmış, Kürdistan İşçi Partisi (PKK) ile siyasi müzakereler yürütülmüş, siyasi bir yol haritası açıklanmış ve bu esnada ateşkes ilan edilmiştir. Dolayısıyla, Kürt sorununu ele alırken sert güç enstrümanları ve güvenlik güçleri yerine sivil politikacı ve bürokratlar ön plana çıkmıştır. Sorun siyasi bir zemine oturmuş ve siyasetin konusu haline gelmiştir.
Öte yandan, geleneksel yaklaşımdan tam olarak uzaklaşıldığını iddia etmek için gerekli olan ikinci faktörün ise gerçekleşmediğini iddia edebiliriz. Çözüm süreci, daha önceki askeri yöntemler ile mücadele dönemlerine benzer şekilde, Ankara elitleri arasındaki mücadelenin bir aracı haline dönmüştür. Bunun sebebi, barış yapma sürecinin inkıtâya uğramaması için barışı yapan tarafların, yani hükümet ile PKK’nın süreç başarıya ulaşana kadar eleştirilerden muaf tutulmak istenmesidir. Zira, hükümet 2013 senesindeki Gezi Protestoları’nı ve muhalefetten gelen demokratikleşme eleştirilerini çözüm sürecini sabote etmeye yönelik girişimler olarak değerlendirmiştir. Dolayısıyla, 1990’lı yılların “savaşıyoruz, susun” söylemi 2013 yılı ile birlikte “barışıyoruz, susun” söylemine dönüşmüştür. Burada dikkat edilmesi gereken nokta, 90’larda askeri mücadele 2013 yılında siyasi müzakere gibi farklı metodları benimsemesine rağmen iktidarın muhalefete susmasını salık vermesidir. Ki aslında bu durum, elitler arası iktidar rekabetinde, Kürt sorununun hala rol oynadığını göstermesi açısından manidardır.
Zaten, 7 Haziran 2015 seçimleri sonrası çözüm sürecinin bitmesi ile beraber Kürt sorununda geleneksel yaklaşıma geril dönülmesiyle birlikte, çözüm sürecinin bir anomali olduğu daha net anlaşılmıştır. Zira, hem sorunun güvenlik çerçevesinde ele alınması hem de Kürt sorunu bahane edilerek muhaliflerin siyasal etki alanının sınırlandırılmaya çalışılması bu duruma işaret etmektedir.
Ancak, bu noktada, bir ayrım yapmanın da yerinde olduğu kanaatindeyiz. Zira, Kürt sorununun uzun yıllar boyunca tutarlı bir paradigma çerçevesinde ele alınması ancak özellikle ordunun siyaset üzerindeki etkisi kaybolduktan sonra bu paradigmada bazı çatlakların oluşması dikkat çekici bir konudur ve mutlaka başka araştırmalarda ele alınması gerekir. Zira, Milli Güvenlik Kurulu’nun populist davranmak gibi bir eğilimi yoktu çünkü meşruluğunu halk oyundan almıyordu. Tam aksine, MGK bizzat meşruluk sağlayan kurumdu. Dolayısıyla, Kürt sorunu konusunda resmi politikanın dışında kalan partileri ve grupları gayri meşru ilan etme tekeline sahipti. Bu tekel, MGK tarafından meşru kabul edilen siyasi partiler arasındaki ilişkilerin kurallı bir şekilde devam etmesini de beraberinde getiriyordu. Milli güvenliğin ne olduğuna ve milli güvenliği tehdit eden aktörün kim olduğuna karar verme tekelinin sivillere geçişi ise maalesef demokratik olmaktan uzak keyfi bir siyaset üretti. Diğer bir deyişle, iktidarda olan siyasi partiler kendi rakiplerini kriminalize etme ve ulusal güvenlik tehdidi olarak tanımlama hakkını kendilerine atfettiler. Özellikle 31 Mart yerel seçimleri önce ortaya çıkan “beka” söylemi, Kürt sorununa yaklaşım açısından MGK vesayeti ile kurumlardan arındırılmış sivil siyaset arasındaki farkı göstermesi açısından enteresandır.
Bu görüşler ışığında, Kürt sorununun aslında beklenmedik ve şaşırtıcı bir gelişme olmadığını söyleyebiliriz. Asıl şaşırtıcı olan bu soruna verilen tepkinin niteliği olmuştur. Bu nitelik, sorunu sadece Kürt sorunu olmaktan çıkartmış ve daha genel ve kronik bir sorun haline dönüştürmüştür. Türk dış politikasının, Kürt sorunu sebebiyle, dış ilişkilerinde yaşadığı gerilimler de hesaba alındığında, aslında bunun modern devletin kuruluşuyla ortaya çıkan bir etnik sorundan ziyade çok katmanlı bir mesele olduğu anlaşılmalıdır. Diğer bir ifade ile anlatırsak, Kürt sorunu ile birlikte bu sorunu algılama biçiminin de başlı başına sorunlu olabileceği hakkında düşünmek gerekir. Zira, bir etnik sorunu, siyasi, ekonomik ve diplomatik sorunlara dönüştüren bu soruna gösterilen hatalı tepkiden başka bir şey değildir.
[1] Mann, Michael. The dark side of democracy: Explaining ethnic cleansing. Cambridge University Press, 2005.