[voiserPlayer]
Psikolog Dieter Duhn’un “Kapitalizmde Korku” başlıklı eserinde “korkudan korku” diye bir kavram ortaya atar ve bu kavramı rasyonel nedeni olan, yani örneğin, sonucu ölüm olabilecek kaza ve hastalık gibi korkulardan ayırır. “Korkudan korku” kişinin aslında vergisini ödeyerek tesis ettiği güçlerden korkmasıdır. Başka bir ifadeyle bu korku, kişinin sınıflı toplumlarda kendi gücüne yabancılaştırılmasından doğar. Bu yabancılaşma dolayısıyla örneğin bireyler, kendi oylarıyla iş başına gelmiş siyasetçilerden korkabilirler. Hatta bu korku, üniformalı olan herkesten korkmak şeklinde de tezahür edebilir.
Aklıma ilk elden gelen örnek, “Hükümet Kadın” filminde Ankara’dan gelen zarfı kimsenin açmak istemeyip yoğun bir telaşla birbirine açtırmak istediği o nükteli sahne oldu bu satırları yazarken. Yani, kişinin kendisi için var olan ve kendisinin var ettiği otoritenin kurduğu hiyerarşi ve bu hiyerarşiye bağlı olarak toplumsal ve siyasal süreçlerden dışlanmışlık hâlinin yaratmış olduğu bir yabancılaşma durumundan bahsediyoruz. Bu korku hâlini besleyen ise maddi, hukuki ve sosyal yaptırımların varlığıdır. Bunun sonucunda insanlar; özgürlüklerini kaybetmeme, işlerinden olmama, maddi bedeller ödememe ve toplumun verili değer yargılarına aykırı görünmeme kaygısıyla dürtülenerek kendilerine anayasal haklarından dahi çok daha kısıtlı biçimde çizilen bir çerçeve dâhilinde eylerler.
Son 20 yıl içinde mevcut iktidarın çizdiği sınırları ve demokraside yarattığı tahribatı kamusal olarak eleştirmekten çekinen, ancak özel alanda eleştirilerini sıralayan kişilerle hepimiz mutlaka karşılaşmışızdır. İşte tam da böyle bir hâlden bahseder Duhn’un eseri. Bugün geldiğimiz noktada ise Altılı Masa, Türkiye’ye daha fazla demokrasi vadeden “Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem” önerisiyle karşımızda. Kurumsal olarak Willy Brandt’in deyimini uyarlayarak söylersek “daha fazla demokrasiye cesaret eden” bu metin, başlı başına Türkiye’yi demokratikleştirmek için yeterli değil. Çünkü Türkiye’de demokrasiyi boğan şey, başlı başına anayasa ya da kurumlar olmaktan çok, Türkiye’nin siyasi kültürü. Farklılığa tahammülü olmayan, karşıt düşünenin görüşünün de en az kendi görüşü kadar saygın olduğu gerçeğini gözden kaçırıp muhalifini adeta “münafık” gören bu anlayış değişmedikçe Türkiye demokratikleşemez. Demokrasi, yalnızca başka siyasi elitlerin korkudan korkuttukları bir kadifeden kılıf olarak kalmaya devam eder.
Bugün vardığımız noktada, 20 yıldır bu rejimin ne havuç ne de sopa politikasına taviz vermemiş ve cepheden meydan okumuş kişilerin muhalefetin stratejisine ya da olası adaylarına itirazının da anormal karşılandığını görüyoruz. Öyle ki bu isimlere neredeyse birer “takıntılı meczup” muamelesi yapılırken, birçok kişi de bu muameleyi görerek marjinalize olmama kaygısıyla kamusal alanda sessiz kalırken özel alanda veryansın ediyor. Yani yine aynı şey oluyor: 20 yıldır muhalifliğini koruyarak rejimin bu kadar otoriterleştiği bir noktada dahi muhalefetin kazanma umudunu diri tutan ve muhalefeti var eden insanlar, var oluşunu kendisine borçlu olan siyasi elitler tarafından dolaylı olarak susturuluyor. Bu noktada demokratik tartışma zemininin olmazsa olmazı olan argüman ve karşı-argüman doğmazken, bunun yerini karşısındakini çeşitli ahlaki ya da psikopatolojik sıfatlarla marjinalize eden ad hominemler alıyor.
Türkiye’yi demokratikleştirmek istiyorsak önce bu kültürümüzü bir kenara bırakarak başlamak zorundayız. Çünkü Türkiye’de çeşitli dönemlerde çeşitli toplum sözleşmeleri yürürlükte kalsa da bu metinlerden vardığımız yer demokrasi değil, askeri ya da sivil vesayet oldu. Bunun nedeni, bağlı olunan toplum sözleşmesi değişse de takip edilen siyasi kültürün bir türlü değişmemesiydi. Mümtaz Soysal’ın “Suçsuz Anayasa” başlıklı makalesinde ifade ettiği gibi suç, anayasada değildi:
“Sorumsuz önderlikler ve aslında bütün millete mal edilebilecek kusurlar, Anayasadan doğmuş değildir; karanlık unsurlara yaranıp koca meydanlarda kurban kesme yarışına girişenleri, devletin en sorumlu makamlarında akla, bilgiye, çalışkanlığa yüz çevirenleri ve nihayet bütün bunlar olurken susanları, küçülenleri, 1924 Anayasası yaratmamıştır”.
Dolayısıyla muhalefet, Türkiye’de siyasi elitler ikamesi değil de bir demokratikleşme yaratmak istiyorsa öncelikle her görüşün saygınlığını kabul edecek erdemi gösterip kamusal tartışmanın önünü açarak başlamalıdır. Aksi durum, Türkiye’nin makûs bumerangına hizmet etmeye mahkûmdur.
Fotoğraf: I.am_nah