Aclan Sayılgan, komünistlikten vazgeçmesinin ve o dönem illegal çalışmak zorunda olan Türkiye Komünist Partisi üyeliğinden ayrılmasının hikâyesini İnkar Fırtınası adını verdiği kitabında ayrıntılı bir biçimde kaleme alır. 1962 yılında yayınlanan ve içinde gerek gerçek gerekse şifreli biçimde çok sayıda isme yer verilen kitap, yayınlandığı dönem ciddi tartışmalara yol açar.
1924’te dünyaya gelen Aclan Sayılgan, çocukluk ve ilk gençlik yıllarını İzmir’de geçirir. Tanık olduğu cinayetlerle, uyuşturucu deneyimleriyle, fakirlikle geçen bu yıllar yazarın birtakım savrulmalar yaşamasına sebep olur. Sık sık okuldan kaçar ve kendi deyimiyle boş bir hayat yaşar. Aynı yıllarda edindiği en iyi arkadaşı, “İ” biçiminde şifreli yazmayı tercih ettiği ancak aynı kitabın sonunda ismi açıkça verilen İhsan Kapkın’dır.
Tabir yerindeyse beraber avarelik yaparak geçen bu yakın dostluk, İhsan Kapkın’ın farklı arkadaşları vasıtasıyla edindiği politik bilinç sebebiyle kesintiye uğrar. Bu arkadaşlar arasında Sayılgan’ın “Şair” dediği Attila İlhan da vardır ve dostluklarını bozduğu için kendisine son derece öfkelidir.
“İ’nin o güne dek kasabamızda varlığını pek umursamadığım, hatta kendileri hakkında duyduklarım yüzünden tasvip de etmediğim iki gençle samimi münasebetleri olduğunu gördüm. Bu iki kişiden biri bugünün ünlü şairlerinden biridir. Öbürü ise, aslen İran Azerbaycan’ından olan ve 1946 yılında Türk hükumeti tarafından hudut dışı edilen Cemşid Ceyhun isminde bir komünist anarşisti idi. Şairle ikisinin bir müddet önce bir hadiseleri olmuş, 2 ay kadar da hapis yatmışlardı.” (s.18)
Yazar, İhsan Kapkın ile arasının bozulmasından duyduğu acıyı kitabında açıkça yazar. Belli bir süre geçtikten sonra iki dostun arası bir tesadüf sonucu tekrar düzelir ve belki de bir daha bozulmaması için Sayılgan, sol fikirlerle ister istemez tanışmış olur. Komünizm üzerine neredeyse hiç bilgisi yoktur. Kitabında okuduğunu belirttiği ilk kitaplar zaten sol ideolojiyle alakasızdır. İhsan Kapkın ile barışmasının ardından arkadaşının kendisine verdiği ilk sol tandanslı eserlerden de pek bir bilgi edinemediği, kitabın ilerleyen sayfalarında yer verdiği anılarında görülür.
1944’ün Ekim ayında üniversite eğitimi için Ankara’ya giden Sayılgan, İzmir’deki arkadaşlarının teşvikiyle başkentin solcu aydınlarıyla temas eder. Sabahattin Ali bu aydınların başında gelir. Tıpkı Atilla İlhan gibi Sabahattin Ali’den de kitapta iyi bir şekilde bahsedilmez. Sayılgan’a göre Sabahattin Ali, eski Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel ile birlikte milliyetçileri kışkırtan ve Turancılık davasına sebep olan biridir.
“Sabahattin Ali, Turancılık tevkifatında başrolü oynadığı ve o zamanki siyasetçilerin müttefiklere hoş görünmek gayesi ile giriştiği Alman aleyhtarı tertibine aracılık ettiği için iyiden iyiye şımarmıştı. Devrin ileri gelenleriyle senli benli konuşuyor, sol çevrelerle iktidar siyasetçileri arasında haberler getirip götürüyordu.” (s.25)
Oysa gerçek tam tersidir. Başta Nihal Atsız olmak üzere ırkçı-milliyetçi yazarlar, İkinci Dünya Savaşı yıllarında sol görüşlü kim varsa, onları komünizmle özdeşleştirmiş, özellikle üniversitede görev yapan aydınların görevden alınması için Hasan Ali Yücel üzerinde baskı kurmaya çalışmışlardır. Turancılık davasının ana sebebi de Nihal Atsız’ın Sabahattin Ali’ye ettiği hakarettir.
Sayılgan’ın iddia ettiği bir diğer olgu, Turancılık davası ile paralel olarak devletin solun gelişmesi için bütün imkânları hazır etmesidir. Bu iddia da ilki gibi yanlıştır ve yazar bu iddiasını kendi yazdıklarıyla çürütür. İlerleyen satırlarda sözünü ettiği 1944 komünist tevkifatı ve bu sebeple partinin büyük darbe alması, devletin solu geliştirmenin aksine yok etmek için çalıştığının kanıtıdır.
Ankara’da aydınların yanı sıra TKP’lilerle de bağlantı kuran yazar, katıldığı bir toplantıyı anlatır. Toplantıda bilgisizliği nedeniyle hiç konuşamadığını, kendisini konuşturmak için sorulan soruya ancak abuk sabuk cevaplar verebildiğini belirtir. Bu durum Sayılgan’ın yakınlaştığı ideoloji hakkında halen hiçbir bilgiye sahip olmadığını gösterir.
Toplantı çıkışında kendisini toplantıya getiren arkadaşı ile yaptığını iddia ettiği konuşma ise pek inandırıcı sayılamaz. Buna göre arkadaşı kendisine heyecanlı bir biçimde Kızıl Ordu’nun Türkiye’yi işgal etmesini beklediğini anlatırken, yazar buna şiddetle karşı çıktığını söyler.
“Bana bak dedim. Sosyalizmi, komünizmi kabul edebilir ve tahakkuku için çalışabilirim belki. Ama Kızıl Ordu da Ruslar da avucunu yalasınlar. Komünist olacaksak, casus, vatan haini olacak değiliz ya.” (s.29)
Arkadaşının söylediği belirtilen sözlerin henüz partiye uzak olan ve toplantıda da ideolojik bakımdan eksikliği net olarak görülen birine karşı açıkça sarf edilmesi mantığa aykırıdır. Bu durumda bu satırlar, ancak ve ancak yazarın o yıllarda bile ne kadar milliyetçi olduğunu okura göstermek istemesiyle açıklanabilir.
Bunun yanında, “Ankara’da iyiden iyiye komünizmi benimsemiştim” (s.39) diye yazabilen birinin, partili arkadaşına milliyetçi çıkışlar yapması, Ankara’da tanıdığı sol görüşlü kişilerden genelde hoşlanmamış olması, girdiği ortamlarda duyduklarını ve gördüklerini eleştirmesi mantık dışı olan bir diğer noktadır.
İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle birlikte Türkiye, Sovyet yayılmacılığı tehlikesine karşı ABD’nin yanında yer alır. Missouri zırhlısının Türkiye’ye gelmesiyle resmileşen bu politika ülkede çok partili düzene geçiş hamlesine de yol açar. Yeni partiler arasında Milli Kalkınma Partisi ve Demokrat Parti’nin yanı sıra iki de sosyalist parti vardır.
Aclan Sayılgan bu iki partiden Şefik Hüsnü’nün liderliğini üstlendiği Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi’ne yakındır. Herksin bildiği gibi Şefik Hüsnü, 25 yıldır yeraltında olan Türkiye Komünist Partisi’nin önemli isimlerinden biridir. Ancak Sayılgan’ın bu durum hakkında da bilgisi yoktur.
“Ben safça sordum: Genel başkanımız kim? Hepsi kahkahaları koyuverdiler. Nihayet Ahmet Bilge: Doktor Şefik Hüsnü Deymer dedi. İstanbul’da TSEKP’in kurulduğunu gazetelerde okumuştum ama bunun TKP olduğunu aklıma bile getirmemiştim.” (s.51)
Legale çıkmak o dönem birçok kişi için güzel ve umutlu bir gelişme olarak görülür. Sayılgan da partinin gençlik örgütlenmesi için çalışmalar yapar, yazılar kaleme alır. Diğer partililerle ve sempatizanlarla daha yakın ilişkiler kurar.
Fakat Türkiye’de demokrasinin sınırlarının daraltılması çok uzun sürmez. Sosyalist partilere yeni düzen içinde de yer yoktur. TSEKP’in, Esat Adil’in kurduğu Türkiye Sosyalist Partisi ile birlikte kapatılması uzun sürmez. Parti sadece altı ay legal çalışma yapabilmiştir.
TSEKP’in kapatılması Sayılgan’ın ciddi anlamda korku yaşamasına sebep olur. Polis kendisi Ankara’dayken İzmir’de yaşadığı evini arar. Bu olaydan sonra siyasi polisin baskısını arttıracağı ve bir gün mutlaka tutuklanacağı düşüncesi aklından çıkmaz.
Bu dönemde Ankara’da en yakın olduğu kişi Raci Dinçer’dir. Tekrar yeraltına inen Türkiye Komünist Partisi’ne üye olma teklifini de aynı kişiden alır. Yaşadığı korkuya rağmen bu teklifi kabul eder.
“Bir zamanlar duymuştum. Uçak kazasını yarasız beresiz atlatan öğrenci pilotları sıcağı sıcağına hemen başka bir uçağa bindirerek uçururlar, böylece korkuyu öldürürlermiş. Ben de 1946 tevkifatı korkusu içinde iken 1947 yılı başlarında gizli TKP saflarına davet edildim. Sanki, kazadan yarasız beresiz kurtulmuş pilottum. Başıboş kalsa idim bir daha komünistlerin yanına yanaşamayacaktım. Bunu bildiklerinden beni apar topar partilediler.” (s.56)
Sayılgan’ı komünizmle tanıştıran asıl sebep, İzmir’deki arkadaşı İhsan Kapkın ile olan dostluğunu korumak içindir. Oysa kendisinin ne böyle bir niyeti ne de komünizmi benimsemeye yetecek donanımı vardır. Aynı şekilde, yaşadığı korkuya rağmen partilileşmeyi kabul etmesini sağlayan asıl sebep, o dönem en iyi anlaştığı kişi olan Raci Dinçer’e duyduğu yakınlık ve bu arkadaşıyla da uzak kalmak istememesidir. Sayılgan, zaafları sebebiyle komünist olduğunu ve yine zaafları sebebiyle partiye girdiğini kendisi de gizlememektedir.
Partili olmasının ardından belli aralıklarla toplantılara katılan yazarın üç kişiden oluşan hücresinin başında Raci Dinçer vardır. Bu tür toplantılar zamanla kendisine anlamsız ve komik gelmeye başlar. Zaman zaman uyarı veya cezalar alır. Gerçekten de parti üyelerinin hareket alanı son derece dardır. Polis takibi çekincesi sebebiyle çalışmalar kısır ve yetersizdir.
Bu durum Sayılgan’ın zamanla içinde bulunduğu duruma yabancılaşmasına yol açar. Partili olmasından iki yıl sonra artık komünist olmadığını kendisine itiraf eder. Buna rağmen partili olmayı sürdürür. Hatta ünlü tiyatroculardan Ulvi Uraz’ı da eşiyle birlikte partili yapar. Yer yer disiplin dışı davranarak partinin kendisini atmasını bekler ancak bu beklenti gerçekleşmez.
Parti üyelerinin takip edilme riski nedeniyle temkinli ve olağandışı hareket etmeleri sonucunda partiye ve ideolojiye yabancılaşan yazar, bu şekilde davranılmasının sinsilik olduğunu vurgulamaktan çekinmez. Ancak neden bu şekilde hareket edildiğini, polisin baskısını, devlet tarafından hangi sebeple vatan haini olarak görüldüklerini ve neden legal bir şekilde siyaset yapamadıklarını sorgulamak aklına gelmez. Bu durum teorik yetersizliğinin partili olduktan sonra da devam ettiğinin kanıtıdır ve burada yazar kadar bu gerçeği göz ardı eden parti de hatalıdır.
Komünist düşünceden vazgeçmesinin ardından partiden bir şekilde uzak kalmaya çalışan fakat bunu başaramayan Sayılgan, 1951 yılında başlayan yeni tevkifat dalgasının Ankara’ya sıçramasıyla 1952’nin Eylül ayında gözaltına alınır.
Kendisini gözaltına almak için evine gelen polisler son derece kibar ve nazik davranırlar. Yazara evde suç unsuru bulunamadığına dair belge imzalatılır. Yanına yatak ve yorgan alabileceği söylenir. Bu nezaket karakola götürüldüğünde ve oradan İstanbul’daki işkenceleriyle meşhur Sansaryan Han’a nakledildiğinde de devam eder.
Bütün bu nezakete şahit olan yazar, kitabında bu fırsatı kaçırmayarak geniş bir polis övgüsüne girişir. Komünist arkadaşlarının polisler hakkında yalan yanlış fikirlere sahip olduklarını ve onların da kendileri gibi birer insan olduklarını vurgular. Kendisine yapılmasa bile yıllarca beraber olduğu arkadaşlarına, yoldaşlarına yapılan işkenceler, bunun yanı sıra takipler ve baskılar unutulup gitmiştir.
“İlk defa polis denen memurun da benim gibi bir insan olabileceğini hissettim. Evine gidecek, çocukları, karısı, annesi onu karşılayacaktı. İçim burkuldu. Oysa ki, komünist partisinin yaptığı telkinlere göre siyasi polisler bambaşka hamurdan yapılmış, manastıra çekilmiş birer zebani idiler. Onların dostları yoktu, arkadaşları, sevdikleri yoktu. Onlar kendi kendilerini bile takip eden, iki ruhlu varlıklardı. Halbuki, şimdi bu memur normal olarak mesaisini bitirmiş evine gidiyordu.” (s.109)
Aclan Sayılgan 40 günden fazla süre hücrede kalır. Bu süreçte kendisi geniş kapsamlı bir sorguya alınmaz. Sadece birkaç defa kısa sorular sorulur. Usul dışı olmasına rağmen ailesiyle görüştürülen, sağlık problemi dolayısıyla hastaneye sevk edilen, sonradan yerleştiği bir başka hücrede Galata Köprüsü’nü ve denizi izleyebilen yazar, bu rahatlığın verdiği etkiyle olacak, kendisini ilk sorgulayan polis şefinin ismini sonradan doğacak çocuğuna verir.
40 günlük sürecin ardından sorguya alındığında kendisine ilk olarak daha önce ifade veren arkadaşlarının beyanları gösterilir. İfadeleri okuyan Sayılgan, söylenenlerin hemen hepsini onaylar ve kendisi de kapsamlı bir ifade verir. Bu süreç işkencesiz ve nispeten rahat bir biçimde geçmiştir fakat sorguya alınmadığı 40 gün süresince arkadaşlarının ifade verirken neler yaşadığı ve kendisinin neden bekletildiği belirsizdir.
Hücrede bulunduğu günlerde hiçbir biçimde işkence görmeyen Sayılgan, arkadaşlarına yapılan muameleler üzerindeki şüpheleri gidermek için mi bilinmez, siyasi kısımda zaten işkence olmadığını iddia eder. Yazara göre, işkence adli suçlular içindir, siyasi kısma geçildiğinde işkence sesi duyulmamaktadır. Duyulanlar ise arkadaşlarının kendilerini yumruklamaları ve duvara kafa atmalarından ibarettir.
“Kemal o gün, el yazısı ile polise ve hakime itirafta bulunmuş fakat sonra hücresine kapanınca vicdan azabı çekmeye başlamış, ben arkadaşlarımı ele verdim diye, kendi kendini yumruklayarak gözünü şişirmişti. Kafasını da duvara çarpmış.” (s.120)
Aclan Sayılgan bir yıllık tutukluluğun ardından cezaevinden çıkar ve eski ahbaplarıyla iletişimi tamamen kesilir. Çünkü artık kendisiyle birlikte tutuklanan birçok kişi tarafından ajan olarak görülmektedir. Kitabında bunu vurgular ve komünistler tarafından ajan olarak görülmesinden ziyade, sonradan yaklaşmaya çalıştığı milliyetçiler tarafından da aynı muameleye maruz bırakılmasının canını oldukça sıktığını belirtir. Artık komünist fikirlerinden dönmüştür ve daha önce düşman olduklarından kendisine kucak açmalarını beklemektedir.
Zaten kitabın tümüne bakıldığında birçok yerde bu kabul edilme arzusunun izleri görülebilir. Belki de bu sebeple kitap baştan aşağıya günah çıkarmalarla doludur. Ancak buradaki farklılık, kendisinden ziyade eski arkadaşlarının eksiklerini, kusurlarını, günahlarını vurgulayarak aklanma çabasında olmasıdır.
Bu beklenti yakından tanıdığı birçok kişi için akıl almaz iddialarda bulunmasına yol açmıştır. Sayılgan’a göre Muzaffer Şerif Başoğlu açıkça yazmasa da ABD ajanıdır, Sabahattin Ali Turancılık davası ile milliyetçileri kışkırtmıştır, Behice Boran üniversitedeki milliyetçi öğrencilere kan kusturmaktadır, Sevim Tarı (Belli), Yıldız Sertel, Ulvi Uraz gibi isimler ise aristokrat kökenli olup tehlikeli ve haindiler. Bir başka deyişle Sayılgan için bütün komünist tanıdıkları kötü, bencil ve sinsi insanlardır.
Bireylerin, hayatlarının herhangi bir döneminde belli bir fikirden, ideolojiden veya yapıdan ayrılmaları son derece doğaldır. Düşünceler değişebilir; kişi kendisine farklı yollar arayabilir. Fakat kopuş gerçekleştikten sonra kendi geçmişini de topyekûn çöpe atmak pahasına yıllarca omuz omuza mücadele verdiği insanları çoğu zaman uçuk anılarla ve duyumlarla kötülemek adil ve tutarlı bir davranış sayılamaz. Sayılgan’ın bu bakımdan Rıza Nur’un başarısız bir kopyası olduğu, ancak Nur kadar ses getirmediği söylenebilir.