[voiserPlayer]
Demokrasiler ölmez. Kendiliğinden ölmez. Öldürülür. Birisi tarafından, birileri. Önceleri belirli bir tarih, belirli bir olay. Demokrasilerin ölümünün tespiti kolaydı. 1973 yılının 11 Eylül’ü günü. Latin Amerika’nın en güçlü demokrasisinin askeri bir darbe ile öldürülmesi gibi. Günümüzde de demokrasilerin böyle öldürüldüğü oluyor elbette. 2013 yılında Mısır’da, 2014 yılında Tayland’da.
Ancak başka bir yol daha var. Günümüzde daha yaygın bir yol. Daha az dramatik, daha uzun zamana yayılan, demokrasinin tam olarak hangi gün, hangi ay, hatta hangi yıl öldürüldüğünün tespitinin zor olduğu. Ancak aynı derece yıkıcı bir yol. Bu yolu generaller yürümez, tanklar, savaş uçakları ve gemiler sürmez. Bu yolu yürüyenler demokrasi ile o yola çıkanlar. Seçilmiş cumhurbaşkanları, başbakanlar. Tek bir adım değil. Adımlar. Onlarca, yüzlerce küçük adım. Her seferinde demokrasinin böğrüne böğrüne atılan ve nefesinin kesilmesini sağlayan adımlar. Demokrasiyi can çekiştirerek öldüren adımlar.
1998 yılının Aralık ayı. Başkanlık seçimlerinin kazananı eski bir asker. Gerçek demokrasiyi inşa sözüyle hem de. Ülke demokrasisi virüslü imiş. O ise eldeki tek antibiyotik. Demokrasinin altını o oydu. İktidardan tam 15 yıl sonra düştü. Seçimle değil, ölümle. Ancak öldüğünde bile ülkesi hala demokratik sanılıyordu. Öyle ki o öldükten iki yıl sonra muhalif parti seçimi kazanabildi. Meclis kapatılınca demokratik makyaj döküldü ve ülkenin aslında tam otoriter bir rejim olduğu ortaya çıktı.
Artık demokrasiler böyle öldürülüyor. Zamana yayılarak. Ufak tefek adımlarla.. Öylesine yavaşça öldürülüyor ki çoğu zaman öldüğü bile fark edilmiyor.
Demokrasiler nasıl ölür? Nasıl öldürülür? İlk önce demokrasiyi öldürecek olanın, olanların içeri alınması gerek. Nasıl kişi, kişiler onlar? Demokrasiye, demokratik sürece sadakati zayıf, ya da hiç olmayan. Siyasi rakiplerinin meşruiyetini kabul etmeyen, yalanlayan, onların özgürlüklerini kısıtlamaya meyilli. Siyasi gayeler ardında şiddeti teşvik eden veya hoş görebilen.
Kafa olarak, kalp olarak, ruh olarak, demokratik sistemin yabancısı, yabancıları. Kapının, kapıların onlara açılması gerek. Demokratik oyunun meşru aktörleri olarak tanınmaları. Bunu ise demokrasi evininin içindekiler yapabilir sadece. Demokratik meşruiyeti olanlar. Kötü niyetle değil elbette. Belli bir siyasi hesapla. Siyasi ahmaklıktan, geleceği görememekten, demokrasinin altını oyanların siyasi zekalarını hafife almaktan. Yanılırlar. Siyaseten kullanabileceklerini sandıkları tarafından kullanılırlar. “Hayatımın en büyük aptallığını yaptım. Dünya tarihinin en iyi demagogu ile ittifak kurdum.”
Sonrası? Sonrası demokrasinin altının oyulması. Her şey sözle başlar. Sözlerle… Demokrasiyi öldürenler ilk önce siyasi rakiplerini hedefe koyar. En sert ve provokatif ifadelerle saldırır. “Kokuşmuş domuzlar.” “Sefil oligarklar.” “Düşmanlar.” “Hainler.” “Teröristler.” “Uyuşturucu tacirleri.” “Komünistler.” Türlü türlü suçlamalar, hakaretler… Gazeteciler de nasipsiz kalmaz saldırılarından. Düşmandırlar. Hatta terörist.
Bu sert ve provokatif retoriğin esas amacı sindirmektir. Karşı tarafın kendisine çeki düzen vermesini sağlamak. Daha da önemlisi zaten varolan kutuplaşmayı daha da derinleştirmek ve taraf seçmeye zorlamak. Kendi tarafını seçmeyenleri ise ellerindeki siyasi, ekonomik ve kültürel güçlerle karşı adım atmaya zorlamak.
Risklidir. Sistemin yabancısı olarak sistemin yerleşiklerine karşı durmak. Ancak kendini, varolan sistem tarafından kısıtlandığını göstermenin en çarpıcı yoludur da bu. Anayasa. Yargı. Meclis. Medya. Demokrasiyi işler kılan hangi kurum varsa aslında engeldir, gerçek demokrasinin inşasının önünde. Ele geçirilmeleri gerektir. Demokrasiyi öldürecek olanların emrine amade kılınmaları. İlk önce meşruiyetleri sorgulanmalı. Altları oyulmalı. Hatta ortadan kaldırılmalı. Gerçek demokrasinin inşası için, veya başka yüce bir ideal için. Yolsuzlukla mücadele veya milli güvenlik veya terörün belini kırmak için.
Nasıl? Bir futbol maçı düşünün. Maça çıkan taraflardan birinin hakemleri rüşvetle satın aldığını, karşı tarafın yıldız oyuncularının sakatladığını veya transfer ettiğini, oyunun kurallarını kendi lehine değiştirdiğini. Daha da ileri gittiğini ve sahayı değiştirdiğini. Düz bir alanda değil de, maçı bir dağın yamacında yaptırdığını ve kendi kalesini yukarıda tuttuğunu, rakibininkini aşağıda. Kendi kalesini küçülttükçe küçülttüğünü, rakibininkini ise büyüttüğünü. Kendi takımının oyuncu sayısını hesapsızca artırdığını, kendi seyircisini… Karşı takımın oyuncu sayısını ise azalttığını, seyircisini türlü zorlukla maça sokmadığını.
Demokrasinin altının oyulması da buna benzer. Demokrasiyi, demokratik süreci öldürecek olanlar, ilk önce sistemin hakemleri konumundaki kurumları tarafına çekmeye çalışır. Bu kurumların çalışanlarını tarafına çekerek. Zamanla kendi sadık adamlarını yerleştirerek. Biat etmeyenleri ise susturarak veya tasfiye ederek. Rüşvetle, tehditle, yüz kızartıcı suçlarını bularak ve kullanarak. O kurumlar ki temel işlevi mevcut kanunlara aykırı işlemleri tespit ve o işlemleri iptal etmek, o işlemleri yapanlara da ceza vermek. Mahkemeler, polis ve istihbarat teşkilatları, maliye ve devletin diğer gözetim kurumları. Demokratik sürecin, hem iktidar, hem muhalefet için olabildiğince özgür ve adil olmasını sağlayan kurumlar. Demokrasiyi öldürmeye niyetli olanların önündeki en büyük engeller.
1997 yılı. Seçimle iş başına gelen bir devlet başkanı. Hala halk katında popüler. Ancak bir sorunu var. Anayasal bir sorunu. İki dönem sınırına takılı. Üçüncü dönem için aday olmak arzusunda. Anayasa Mahkemesi adaylığını engellemekte. Mahkemenin yedi üyesi var. Başkanın meclisteki partisi harekete geçer ve mahkemenin üç yargıcını anayasaya aykırı davranmakla suçlayarak görevden alır. Başkan yerine üç yeni yargıç atar ve adaylığının yolunu açar. Anayasayı çiğnemek mi? Bir kerecik çiğnenir.
Kurumlar iktidar tarafına çekildikten, ele geçirildikten sonra gerisi artık kolay. Zira artık o taraf kanunlar üstü. İktidarın varolan kanun ve kurallara karşı güvencesi o kurumlardır. Daha da önemlisi, siyasi rakiplerine karşı harekete geçirebileceği en büyük silahlar. Onları cezalandırabileceği aygıtlar. Yasallık makyajı altında hem de. Kendisi ve taraftarları kanunları, hatta anayasayı rahatlıkla çiğneyebilecekken, rakiplerine nefes aldırmayan kurumlar.
Polis. İktidar taraftarlarının gösterilerinde güvercin. Siyasi muhaliflerin gösterilerinde şahin. Maliye. İktidar taraftarlarının yolsuzluklarına karşı kör. Siyasi muhaliflerinkilere karşı hasis ve kılı kırk yaran. İstihbarat. İktidar taraftarlarının aktivitelerine karşı umursamaz. Siyasi muhaliflerin aktivitelerini ise sıkı sıkıya takip ve fişleme. Ve saire… Ve saire…
2011 yılı. O ülkenin en büyük gazetesi o ülkenin seçilmiş başkanını “diktatör” olarak niteler. Başkan hakaret davası açar. Savcının da, hakimin de, şahidin de kendi adamlarının doldurduğu mahkemede. Karar. Davalı davacıya 40 milyon $ tazminat ödeyecektir. Başkan kararı büyük bir sevinçle karşılar. Ülke, hatta bütün Amerika kıtası, “en büyük ve asla cezalandırılamaz güçten, yolsuz medyadan kurtuluş yönünde büyük bir adım” atmıştır.
Ve daha benzer vakalar. Muhalefete destek veren iş adamlarının tutuklanması. Medya sahiplerinin ağır vergi cezalarına çarptırılması. Sanatçıların, kültür insanlarının, akademik ve entelektüellerin en azından susmalarının sağlanması. Korkutularak, rüşvet verilerek.
Ve son darbe. Demokrasi oyununun kurallarının değiştirilmesi. Buna gerek var mı? Evet var. Kazanımların devamlılığı için. Yeni gayri-demokratik sistemin sürdürülebilmesi için. Yıl 2010. O ülkedeki iktidar partisi seçimde meclisin üçte ikisinin çoğunu ele geçirmiş. Bu üstünlük kalıcı olmalı. Yeni bir seçim sistemi kabul edilir. Seçim bölgeleri yeniden çizilir. Özel medyada seçim kampanyası yürütmek yasaklanır. Bir sonraki seçimde partinin oyu yüzde 53’ten yüzde 44.5’uğa düşer, ancak meclisteki üçte ikilik sandalye oranını korur.
Demokrasinin sıhhati ve devamlılığı için kurumların tarafsızlığı hayati. Ancak yeterli mi? Değil. İki önemli demokratik normun varlığı ve siyasi elitlerin o normlara saygı göstermesi de bir o kadar önemli. Bu normlardan ilki karşılıklı tolerans. Demokraside siyasilerin birbirilerini meşru rakipler olarak görmeleri, düşmanlar olarak değil. İkincisi, siyasi gücün kullanımında sabırlı olmak. Siyasi rakiplere karşı. Yasal olsa dahi, siyasi yetkilerin kullanımında özellikle.
Demokrasiyi öldürecek/öldürebilecek olanlar işte bu iki normdan yoksun olanlar. Diğerlerini yok edilmesi gereken düşmanlar olarak görenler. Ve onları yok etmek için siyasi yetkilerini sonuna kadar kullananlar, kullanmakta beis görmeyenler, sabır göstermeyenler. Bu normların etkilerini devam ettirmeleri ancak uygun sosyo-politik-ekonomik şartlarda mümkün. Söz konusu şartların ağır eşitsizlikle malul olduğu toplumlar kaçınılmaz olarak çok katmanlı olarak kutuplaşırlar. Ve derinleşen kutuplaşma demokrasiyi öldürecek olanların yolunu açar, onlara fırsatlar sunar.
Demokrasilerin sıhhati en nihayetinde toplumun sıhhatinin aynası. Sonraki bozukken önceki sağlam kalamaz. Bu açıdan demokrasiyi öldürenler sebep değiller, sonuçturlar. İçinde bulundukları şartların çocuklarıdır, ağır eşitsizliklerin. Onları uzun vadede etkisiz kılacak olan da, o şartların, o eşitsizliklerin düzeltilmesidir. Demokrasi mücadelesi o düzeltilmenin mücadelesidir. Demokrasi eşitliklerin sistemidir.
“Demokrasi eşitliktir. Fakir, zengin ayrımı gözetmeyen. Statü ayrımı yapmayan. O, yolun sağ tarafında oluşan sıradır. O, ‘itelemeyin’deki ‘me’dir. O, gömleğinin deliğinde yavaş yavaş biriken tozdur. O, fötr şapkadaki, sarıktaki, takkedeki yırtıktır. Demokrasi halkın yarısından çoğunun, zamanın yarısının çoğunda yanılabileceğine dair şüphedir. O, oy kullanma kabinindeki yalnızlıktır. O, kütüphanelerde hissedilen cemiyet hissidir. O, her mekanda duyulan canlılıktır. Demokrasi, bir gazetenin, bir derginin editörüne yazılan mektuptur. Demokrasi, nihayetinde bir skordur. Maçın ikinci yarısı başındaki. O, bir fikirdir, halen daha yanlışlanmayı bekleyen. O, sözleri henüz ritmini kaybetmemiş bir şarkıdır. O, sosisin üzerindeki hardaldır. O, kahvenin üzerine dökülen süt tozudur.”(1)
(1) E. B. White’ın bu şiirsel demokrasi tarifini tercüme ederken belki fazlasıyla özgür davrandım. Orijinal hali şu:
“…It is the line that forms on the right. It is the don’t in don’t shove. It is the hole in the stuffed shirt through which the sawdust slowly trickles; it is the dent in the high hat. Democracy is the recurrent suspicion that more than half of the people are right more than half of the time. It is the feeling of privacy in the voting booths, the feeling of communion in the libraries, the feeling of vitality everywhere. Democracy is a letter to the editor. Democracy is the score at the beginning of the ninth. It is an idea which hasn’t been disproved yet, a song the words of which have not gone bad. It’s the mustard on the hot dog and the cream in the rationed coffee…” (The New Yorker, July 3, 1943).
Steven Levitsky ve Daniel Ziblatt, How Democracies Die, Penguin, 2019.
Fotoğraf: Cottonbro