[voiserPlayer]
“Annem çıkıp gitmeden önce, bana sımsıkı sarılmamıştı bile. Tek bir tatlı söz bile bırakmamıştı ardında.”
Kafka Tamura, annesi onu evin evlatlık kızı (Kafka’nın üvey ablası) ile birlikte terk ettiğinde henüz dört yaşındadır. Babası tarafından suçlanarak, Oedipus laneti ile lanetlenir. Kafka da içten içe hep kendini suçlar, annesi onu asla sevmemiştir. Kafka, on beşinci doğum günü evi terk eder ve bir otobüsle Şikoku adasındaki Takamatsu şehrine gider. Orada Komura kütüphanesinde çalışmaya ve kalmaya başlar.
Bir akşam bilincini kaybeder ve kendini üzerine kan bulaşmış halde bulur. Bir gazete haberinden babasının öldürüldüğünü öğrenir. Babasının öldürülme zamanı ile Kafka’nın bilincini kaybettiği zaman çakışmaktadır. Öyleyse babasını kendisi öldürmüştür. Babasının lanetinin ilk maddesi gerçekleşmiştir.
Kafka’nın kütüphanede kaldığı odaya geceleri 15 yaşlarında bir kızın hayaleti gelmeye başlar. Kafka odada asılı bir resme bakaduran kıza aşık olur, ancak daha sonra hayalet kızın kütüphane müdürü Saeki Hanım’ın genç kızlık hali olduğunu düşünür. Kafka, kıza olan aşkını Saeki Hanım’a yöneltir.
Saeki Hanım 50’li yaşlarındadır ve kütüphanesinin sahibi Komura ailesinin oğlu ile gençliğinde büyük bir aşk yaşamıştır. Ancak aşkı öğrenci olaylarında feci bir şekilde öldürülmüş, Saeki Hanım da hayata tamamen küsmüş ve uzun bir süre ortadan kaybolmuştur. Uzun yıllar sonra geri dönen Saeki Hanım, Komura kütüphanesinin müdürü olmuştur.
Komura kütüphanesi, Saeki Hanım’ın kaybettiği aşkının evidir ve Kafka’nın odasında asılı resim de onun sahilde oturduğu bir halde çizilmiş halini kaydeder. Resmin adı ise “Sahilde Kafka”dır. Saeki Hanım, Kafka Tamura’yı kaybettiği büyük aşkı yerine koyar ve onunla birlikte olur. Kafka açısından durum farklıdır: Bazı bilgi kırıntılarına dayanarak, Saeki Hanım’ın kendisini küçükken terk eden annesi olduğuna inanır. Babasının lanetinin ikinci maddesi de gerçekleşmiştir. Kafka kütüphanede çalışma arkadaşı Oşima’nın ormandaki evine gider. Orada iken rüyasında yolculukta tanıştığı ve evinde bir akşam kaldığı Sakura ile birlikte olur. Kafka, Sakura’yı üvey ablası olarak hayal etmiştir. Böylece babasının lanetinin son maddesi de gerçekleşir.
Kafka’nın ormanda kaldığı sürede, Satoru Nakata önemli bir misyon üzerinedir. Nakata 60’lı yaşlarında, çocukluğunda yaşadığı esrarengiz bir olaydan ötürü akıl kıtlığından muzdarip bir adamdır. Ancak Nakata’nın olağanüstü bir yeteneği vardır: Kedilerle konuşabiliyordur. Bu özelliği yüzünden kedileri yakalayıp canice öldüren Johnnie Walker’la yolu kesişir. Kedileri bu cani adamdan kurtarmak isteyen Nakata, Johnnie Walker’ı öldürmek zorunda kalır.
Hemen ardından Nakata “giriş taşını” aramak üzere Şikoku adasına gitmek üzere yola koyulur. Nakata, en son bindiği kamyonun şoförü Hoşino’nun ve onun rastladığı bir kadın satıcısının yardımıyla bu taşı bir tapınakta bulur. Nakata taşı kullanarak giriş kapısını açar. Daha sonra, yine Hoşino’nun yardımıyla, Komura kütüphanesine gider ve Saeki Hanım ile görüşür. Saeki Hanım ruhunu o görüşmede teslim eder.
Nakata, Hoşino ile birlikte kaldıkları apartman dairesine döndükten sonra, uzun bir uykuya dalar, ancak bir daha uyanmaz. Nakata’nın açtığı giriş kapısını kapamak artık Hoşino’ya kalmıştır. Bir kedinin yol göstermesiyle Hoşino, giriş kapısını kapatır ve apartman dairesinden ayrılır.
Takamatsu’da bunlar olurken Kafka, ormandaki evde derin bir ruhi bunalıma girer ve intihar etmek niyeti ile ormanın uçsuz bucaksız derinliklerine dalar. Ormanın içinde ölüler diyarına geçer. Orada Saeki Hanım ile karşılaşır. Onu halen annesi olarak görmektedir. Saeki Hanım da Kafka Tamura’yı halen gençlik aşkı olarak görmektedir. Ancak bir endişesi vardır. Ölüler diyarının sakinleri kısa bir süre sonra dünya hayatında yaşananları unutuyorlardır. Saeki Hanım da kısa bir süre sonra her şeyi unutacaktır. O unutulmak istemiyordur. “Senden beklediğim yalnızca bir şey var” der Saeki Hanım Kafka’ya. “Beni anımsamanı istiyorum. Yalnızca senin anımsaman yeter. Başkalarının unutması hiç umurumda değil.”
Ancak bunun için Kafka’nın ölüler diyarının giriş kapısı kapanmadan geri dönmesi ve hayatına kaldığı yerden devam etmesi gerekir. Kafka Tamura, annesi olarak gördüğü Saeki Hanım’ı kendisini terk ettiği için affeder ve ölüler diyarından ayrılır. Kafka, ilk önce ormandaki eve sonra da kütüphaneye uğrar. Saeki Hanım’ın kendisine bıraktığı “Sahildeki Kafka” isimli resmi alan Kafka Tokyo’ya döner.
* * *
Haruki Murakami’nin Sahilde Kafka’sı gerçek ile gerçek-üstünün, normal ile anormalin, fizik ile metafiziğin birbiri ile iç içe geçtiği bir roman. Bu geçişlerin teklifsizce, kısıt olmaksızın, doğallıkla ve fark edilmeksizin olması, yazara hikayesini kurgularken hayal gücünü kullanmada neredeyse sınırsız bir imkan sağlıyor ve okuyucusunu sürükleyici, olağanüstü ve acayip bir hikayenin içine sürüklüyor.
Öte yandan hikayenin son derece gerçekçi öğeler de barındırması okuyucuya dört dörtlük bir fantezi içinde olma rahatlığını vermiyor. Örneğin, Nakata kendi dünyasında bir kedi katili psikopatı öldürürken, aslında gerçek hayatta Kafka Tamura’nın heykeltıraş babasını öldürmüş oluyordu.
Karakterlerin sübjektif dünyalarında ve objektif dünyalarında olan bitenler ve bazen bu iki dünya arasındaki ilişki-örtüşme-etkileşim, nihayetinde okuyucuyu kaçınılmaz olarak romanın yoğun sembolizm dünyasında anlam aramaya itiyor. Bu ise romanın ayrıca heyecan veren başka bir yönü. Mesela, Nakata’nın çocukluğunda yaşadığı ve İkinci Dünya Savaşı sırasında geçen esrarengiz olay ve olayın Nakata üzerindeki derin etkileri ile yazar, acaba Japonya’nın savaştaki ağır yenilgisinin birey ve toplum üzerinde bıraktığı uzun süreli etkilere mi gönderme yapmaktadır?
Ancak yazarın yoğun sembolizm dünyası şaşırtıcı olduğu kadar da puslu. Mesela, Nakata’nın kedilerle konuşabiliyor olması ne anlama gelmektedir? Giriş taşı, o taşı kullanarak öte dünyaya kapının açılması, Albay Sanders karakteri, gökten yağan şeyler, Nakata’nın hayatının sonunda edindiği görev, öldükten sonra ağzından çıkan şey ve saire… Bu geniş sembolizm dünyasının her öğesinin, büyük veya küçük, bir anlamı var mı cidden? Murakami okuyucuya neredeyse sınırsız bir yorumlama alanı bırakıyor. Ancak roman boyunca, en azından benim açımdan, akan tek bir ağır tema var. Birinci sayfadan sonuna kadar boğazda bir yumruk olup, kalbi acıtan…
Çağrışımlar
O ağır temayı sebebini tam olarak kavrayamasam da en yoğun şekilde Mine Koşan’ın yıllar önce yorumladığı “Senin Eserin” şarkısında da hissettim. Romanı okurken de bu şarkıyı defalarca dinledim.
“Gönlümde ayrılığın açtığı yara derin,
Bir hançerden beterdi o gün senin sözlerin.
Gitme diye yalvardım dönüp bir kez bakmadın.
…”
Ancak şarkının sözleri kadar, daha çok melodisi… Ve elbette Mine Koşan’ın o melankolik sesi…
Kontrolümüzde olmayan şeylerin kıskacında boğulan bir benlik ve daraldıkça daralan bir dünya. Bir girdabın içine, bir bataklığa düşme; çırpındıkça, çabaladıkça, daha da boğulma; batma, nefes alamama… Kafka Tamura’nın ve Saeki Hanım’ın içine düştüğü cendere… Bu ikili ile kıyaslandığında daha az trajik bir hayatı olmayan, aklı kıt Nakata daha huzurlu. Yoksa insanı evrimde diğer bütün canlıların ötesine geçiren yeti, yani hatıra toplayıcısı akıl, aynı zamanda insanın trajedisinin de kaynağı mı? Peki, hatıraların olmadığı bir öte dünya gerçekten cennet mi? Masumlar Apartmanı’ndan bir sahneyi hatırlattı.
“-Uyandın mı baba? İyi misin?
– Sen söyle Han, nasılım ben?
– Valla turp gibisin bence.
– Safiye dedi ki, senin arkadaşın olan o hanımı buraya ben getirmişim. Niye böyle bir şey yapıyım ki. Kızdırmak için söylüyor dimi oğlum?
– [Sessizlik]
– Doğruyu söyle bana Han.
– Önemi yok baba. İyisin şimdi.
– Safiye’ye de hizmetçi demişim. O da doğru mu?
– [Sessizlik]
– Artık kendi çocuklarımı tanıyamaz hale geldim demek.
– Yok baba olur mu öyle şey.
– Unutacağım dimi her şeyi? Sizi, kendimi, eski günleri… Ben böyle yaşamak istemiyorum Han.
– Baba neler söylüyorsun sen?
– Ne kalacak benden geriye. Hepsini unutacağım. Yaptıklarım, yapamadıklarım. Ama siz hatırlayacaksınız. Safiye hatırlayacak. Yine ben bu evde, yine bir hayalet olacağım. Baba değil. Hayalet.”
Haruki Murakami, Sahilde Kafka, Çev. Hüseyin Can Erkin, Doğan Kitap, 2015.
Fotoğraf: Marek Piwnicki