[voiserPlayer]
“Nisan ayının soğuk, ama açık bir günüydü; saatler on üçü gösteriyordu.” Winston Smith oturduğu apartmanın yedinci katındaki dairesinde masasına oturmuş ve küçük bir antika dükkanından aldığı eski bir deftere o günün tarihi düşmüştür: 4 Nisan 1984.
Günlük tutacaktı. Ve bu, Winston’ın yaşadığı Okyanusya’da büyük bir suçtu. Yakalanırsa en az yirmi beş yıllığına zorunlu çalışma kampına gönderilebilir, hatta ölüm cezasına bile çarptırılabilirdi. Neyse ki yazı masası dairesindeki tele ekranın görüş alanın dışındaydı. Bir günlük tuttuğu görülemezdi. Ancak içten içe korkuyordu. Belki günlük görülmüyordu. Ancak ya aklından geçen düşünceler? Defterin sayfasına istemsizce dökülen düşünceler? Deftere Kahrolsun Büyük Birader yazmış ve sayfanın yarısını bu cümle ile doldurmuştu.
Bu düşünce suçuydu. Okyanusya’nın en ağır suçu. Tüm suçları içine alan suçu. Bu öyle bir suçtu ki sonsuza dek gizlenemezdi. Sadece bir süre saklanabilir, ama eninde sonunda açığa çıkarılırdı. Ve bu olduğunda suçlunun evi bir gece ansızın basılır, omzundan kaba bir elle dürtülür, gözlerine ışık tutulur ve uykudan sarsılarak uyandırılırdı. Yargılama yapılmaz, tutuklama için gerekçe gösterilmezdi. Ve bir gece ansızın ortadan kayboluverirdi. Adları ve varlıklarının tüm delilleri silinirdi. Tabir-i diğerle buharlaştırılırlardı.
Winston’ı bu çılgınca ve aslında tamamen manasız girişime, günlük tutmaya, iten olay o gün yaşanmıştı. Çalıştığı Doğruluk Bakanlığı’nda yapılan o günki iki dakikalık nefret töreninde iki kişi gözüne takıldı. Bu tören Okyanusya’yı demir yumrukla idare eden totaliter Partiye sadakat ve Partinin düşmanlarına karşı nefret gösterisiydi. Ancak Winston’ın nefreti, diğerlerinin aksine, Partinin düşman bellediklerine değil, Partinin kendisine ve onun lideri Büyük Birader’e yönelikti. Ancak buna rağmen Winston bile törende kendini kaybediyor, nefret nöbetindeki kalabalıkla bütünleşiyordu.
Törende Winston’ın dikkatini iki kişi çekti. Birincisi bakanlık binasında sürekli karşılaştığı bir kızdı. Adının Julia olduğunu sonradan öğreneceği, ilk gördüğü andan itibaren hoşlanmadığı bir kız. Aslında Winston kadınlardan hoşlanmazdı. Özellikle genç olanlarından. Ancak cinsel eğiliminden ötürü değil. “Partinin en gönüllü, kendilerini adamış elemanları hep kadınlar” ve “özellikle sloganları yutarcasına belleyenler, amatör ispiyoncular, Partiye taparcasına bağlı kişiler, genç olanları” olduğu içindi. Winston evliydi. Karısı Katherine böyle bir tipti. Tam bir Parti kadını. Winston’a karşı sevgisi de yoktu, yakınlığı da. Cinselliği bile çocuk doğurmak, böylelikle Partiye hizmet etmek amacıyla yaptığını söylerdi. Çocukları olmayınca ikili bir müddet sonra ayrı yaşamaya başladı. Öyle ki Winston, Katherine’i yıllarca görmedi.
Winston’ın törende gördüğü ikinci kişi tam olarak ne iş yaptığını bilmediği, ancak büyük bir yakınlık duyduğu O’Brien’dı. Winston, Julia’da Partiye sadakatı görürken, belirgin bir sebebi olmasa da, O’Brien’da Partiye isyanı görüyordu. Nefret töreni sonunda O’Brien’la göz göze geldiklerinde, o göz göze gelmeyi O’Brien’la alakalı düşüncesinin olumlanması olarak yorumladı. “Seninleyim” diyordu ona sanki O’Brien. “Neler hissettiğini çok iyi biliyorum. Karşı koyduğunu, nefretini, tiksinmeni, hepsini biliyorum. Ama kaygılanma, senin yanındayım.”
Julia ve O’Brien… Uyandırdıkları zıt düşünceler ile Winston’ın günlük yazmaya başlamasının tetikleyicileri oldu. Ancak daha derinde farklı bir etken yatıyor sanki. O’Brien’ın ondaki isyancı duyguları canlandırdığına şüphe yok. Ancak soru şu: Winston’un isyanı neden günlük tutmak olarak tezahür etti?
Winston, Doğruluk Bakanlığı’nın Arşiv Daire’sinde çalışıyordu. Ve işi, tarihi Parti’nin kurguladığı şekilde yeniden yazmaktı. Bunun için de gerekirse belge üretmesi, kurguya dair şüphe uyandıracak gerçek belgeleri yok etmesi, hayali kahramanlar yaratması, gerçek kahramanları haine dönüştürmesi veya tamamen tarihten silmesi gerekebiliyordu. Ve tarih sadece bir kez kurgulanmıyordu. Tekrar tekrar kurgulanıyordu ve her defasında yeni belgeler üretilmesi, eskilerin yok edilmesi gerekebiliyordu.
Winston nihayetinde Partinin tarih kurgusunu doğru kabul ediyordu, ancak içten içe de gerçeği hayal meyal de olsa hatırladığı oluyordu. Winston için günlük tutmak değişmeyecek bir tarih yazmak için fırsattı. Okyanusya’nın tarihini değil. Winston’ın hedefi, alternatif, değişmeyen bir tarih kitabı yazmak değildi. Winston sadece kendi hayatında olanları, olduğu şekilde, hatırladıkları kadarıyla yazmaktı. Winston sadece düşünce suçu işlemiyordu. Winston sadece kendi mesleğine değil; tarihi, şartlara ve gereksinimlerine göre tekrar tekrar kurgulayan, değiştiren, çarpıtan Partiye de ihanet ediyordu.
Günlük yazmak Winston’ın isyanıydı. Ancak yalnızdı. Yapayalnızdı. Hem günlüğü kimin için yazıyordu ki? Düşünce polisinden başkasının okuması olanaksızdı. Ama olsundu. “Önemli olan, sesini duyurmak değildi; aklını koruyarak, insanlığın mirasını sürdürmekti.” Daha sonra günlüğü O’Brien için yazdığını düşünmeye başladı.
Ancak yazdıkça, isyankar duygularını ve düşüncelerine günlüğe döktükçe, Winston yalnız olmadığını daha fazla hissetmek, Partinin bir gün elbette yıkılacağına ve birilerinin bunu gerçekleştirmek için çabaladığına inanmak istedi. Bunu ise ancak işçi sınıfı başarabilirdi. Parti içten değil, ancak dışarıdan bir güç tarafından yıkılabilirdi. Ve bu güç sadece Okyanusya nüfusunun yüzde seksen beşini oluşturan işçiler arasından çıkabilirdi.
Gel gör ki işçiler gücünün farkında değildi ve hayatın küçük sorunları üzerine kavga etmekle meşguldü. Bir gün işçilerin yoğun olarak yaşadığı bir bölgede yürürken kadınların teneke tava satın alma kavgasına şahit oldu. Birbirleriyle didişmelerine, birbirlerine bağırmalarına… Düşünmeden edemedi: “Bu insanlar neden önemli sorunlar için de böyle bağırmıyorlardı?” Cevabını günlüğüne yazdı: Bilinçlenmeleri gerekti.
Yine işçi mahallelerinde dolaştığı bir gün günlüğünü yazdığı eski defteri satın aldığı antika dükkanına girdi. Antikacıda içinde mercan parçası olan cam bir küreyi çok beğendi ve pazarlık bile yapmadan satın aldı. Bu antikacının hoşuna gitti ve ona dükkanın üstündeki gizli bir odayı gösterdi. Eski eşyalarla dolu bir oda. Ve daha da önemlisi içinde tele ekran olmayan bir oda. Şayet Winston isterse odayı arada sırada kalmak üzere kiralayabilecekti. Dükkandan çıktığında Doğruluk Bakanlığı’nda çalışan, ancak Düşünce Polisi için çalıştığından şüphelendiği Julia’yı gördü. Julia kesin onu takip ediyordu ve antikacıya girdiğini mutlaka görmüştü. Bir anlığına dahi olsa Julia’yı yakalayıp öldürmeyi bile düşündü, ancak vazgeçti.
Winston dört gün sonra Julia’ya koridorda rastladı. Aralarında üç-dört metre kala kızın, yüzü koyun yere kapaklandığını gördü. Ayağa kalkmasına yardım etti. Kız yoluna devam ederken, Winston eline bir kağıt tutuşturulduğunu fark etti. Kağıtta “seni seviyorum” yazıyordu. İkilinin gizli ilişkisi böyle başladı. Taşrada gözlerden uzak bir evde buluştular. Daha sonra da antika dükkanının üst katında.
Julia da Winston gibiydi. Kamusal alanda partinin mümini gibi davranıyordu. Özel alanında ise partinin kafiri. Her hal-ü karda münafık. Mesela, seks karşıtı örgütün sembolü al kuşak takıyordu. Ancak Parti üyeleri ile ilişkiye giriyordu. Ancak Julia ve Winston arasında önemli bir fark vardı. Julia’nın sisteme isyanı onu yıkmaya yönelik değildi. Julia’nın öyle bir derdi de yoktu. Julia’nınki tamamen bireyseldi, var olandan olabildiğince keyif almaktı.
Derken bir gün Winston, Bakanlıkta O’Brien’la karşılaştı. O’Brien, Winston’un yazdığı bir makaleyi okumuş ve beğenmişti. Ancak Winston makalede Partinin kaldırdığı iki sözcüğü kullanmıştı. Arşiv Dairesi halen daha Partinin hazırladığı sözlüğün dokuzuncu baskısını kullanıyordu. O’Brien onuncu baskının çıktığını ancak kısıtlı sayıda dağıtıldığını söyledi. Şayet isterse yeni baskıyı Winston’a yollayabilirdi. Veya daha iyisi Winston’ın onu evinde ziyaret etmesiydi. Winston için bu kısa konuşma O’Brien’la alakalı düşüncelerini teyit eder mahiyette idi. “Ne olursa olsun, kesin olan tek şey, düşünü kurduğu gizli bir örgüt vardı ve onunla ilişkiye geçmişti.”
Winston, O’Brien’ın evine Julia ile birlikte gitti. Kendini O’Brien’ın parti düşmanı olduğu fikrine iyice inandırmış olan Winston hemen açıldı: “Partiye karşı çalışan gizli bir örgüt olduğuna ve sizin de bu örgütün üyesi olduğunuza inanıyoruz. Örgüte katılmak ve örgüt için çalışmak istiyoruz.” Neyse ki O’Brien Winston’ı haksız çıkarmadı. İkiliye Kardeşlik adlı örgütten bahsetti ve örgüte katılmanın koşullarından. Winston ve Julia öldürme ve öldürülme dahil her zor koşulu kabul etti. Tek bir koşul hariç. Birbirinden ayrılmama koşulunu…
Bu ziyaretin üzerinden bir haftadan fazla bir süre geçti. Winston ve Julia’nın antika dükkanının üst katında buluştuğu bir gün, odada duvarda asılı resmin arkasından bir ses geldi: “Siz ölüsünüz”. Ses bir kez daha geldi. “Siz ölüsünüz”. Ve bir ses daha. “Olduğunuz yerde kalın ve emir verilmedikçe yerinizden kıpırdamayın”. Resmin arkasında bir tele ekran vardı. Evet, antika dükkanının sahibi Düşünce Polisiydi ve tabi ki O’Brien da.
Winston ve Julia takip eden haftalarda ağır bir işkence sürecinden geçirildi. Yeni oluşum adı verilen bu süreci de bizatihi O’Brien yönetti. Öyle ağır işkenceden geçti ki bir süre sonra aynaya baktığında istemsiz bir çığlık attı. “Eğrilmiş, gri renkli iskelet” görüyordu. Sadece o iskelet kendisi olduğu için ürkmemişti. Görünen şeyin kendisi de korkunçtu. Tutuklandığından beri 25 kilo vermişti. Saçları dökülüyordu ve dişleri. Varisi daha da azmış, derisi yüzülüyordu. Bacakları öyle incelmişti ki dizleri baldırından daha kalındı.
Sonra şartlar iyileşti. Hatta kilo aldı. Daha da güçlendi. Kalan dişleri söküldü, yerine takma diş takıldı. Düzenli yemek verildi. Ancak son bir işkence daha vardı. Hayattaki en büyük korkusu ile karşı karşıya kalacağı işkence: fareler. Ve bu son işkencede Julia’ya ihanet etti.
“Julia’ya yapın! Julia’ya yapın! Bana değil, Julia’ya.” Ona ne yaparsanız yapın! Umurumda değil! Yüzünü yırtın, etlerini parçalayın. Bana değil! Julia’ya! Bana değil!”
Ve Winston salıverildi. Hatta tekrar Doğruluk Bakanlığında çalışmaya başladı. Ancak eski dairesinde değil. Önemsiz bir görevde. Öyle ki haftada sadece iki gün işe gitmesi gerekiyordu. Artık hiçbirisiydi. Bir hayalet. Bir gün hep gittiği Kestane Ağacı kahvesinde tele ekrandan haber bültenini izlerken Okyanusya’nın Afrika’da tarihi bir askeri zafer kazandığı haberini işitti. Zafer haberi onu da heyecanlandırdı, sevince boğdu. Ve bakışlarını Büyük Birader’in gülümseyen yüzüne yöneltti. O gülümsemenin anlamını anlamak kırk yılını almıştı. Kendini koruyan o şefkatli kucaktan neden kovulmuştu ki? O inatçı kafası yok muydu?
“İki cin kokulu gözyaşı, yanaklarından süzüldü. Ama olsun, her şey yolundaydı, çekişme son bulmuştu. Kendisine karşı zafer kazanmıştı. Büyük Biraderi seviyordu.”
* * *
“Nasıl bir dünya yaratmaya çalıştığımızı anlamaya başlıyor musun? Korkunun, acının, işkencenin dünyası. Kendini geliştirdikçe daha da acımasızlaşan bir yer… Bizim dünyamızda korku, kin ve övünmeden başka duygulara yer yok. Bunun dışında her şeyi yok edeceğiz her şeyi…
Partiye karşı olandan başka bağlılık bulunmayacak. Büyük Biradere karşı duyulandan başka sevgi duyulmayacak. Bir düşmanın yenilgisine gülmekten başka kahkaha olmayacak. Sanat, edebiyat, bilim diye bir şey kalmayacak. Her şeye egemen olduğumuzda, bilime gerek kalmayacak. Güzellikle çirkinlik arasında bir ayrım bulunmayacak. Merak ve yaşama sevinci ortadan kalkacak. Tüm zevkler parçalanacak.
Ama şunu hiçbir zaman unutma ki Winston, günden güne büyüyen ve kurnazlaşan, kendinden geçmiş iktidar, hep var olacak. Her an, zafer coşkunluğu ve zayıf bir düşmanın ezilmesi duyguları taşınacak. Geleceğin nasıl olacağını bilmek istiyorsan, bir insanın yüzünü aralıksız çiğneyen bir çizme düşle…
Şunu asla unutma, her zaman üzerine basılacak bir yüz bulunacaktır. Partinin düşmanı olan çılgın biri olacak ve o hep aşağılanarak, defalarca yenilecektir. Elimize düştüğünden bu yana yaşadıkların, başkaları için de sürecek, daha da kötüleşecektir. Casusluklar, ihbarlar, tutuklanmalar, işkenceler, idamlar, ortadan kaybolmalar, asla son bulmayacak. Parti güçlendikçe acımasızlaşacak; muhalefet zayıfladıkça, despotluk güçlenecektir. Goldstein ve onun yolundan gidenler sonsuza dek var olacak. Her gün, her an yenilgiye uğrayacak, aşağılanacak, gülünç duruma düşürülecek, ama hep yaşayacaklardır. Seninle yedi yıldır oynadığım bu oyun kuşaklar boyu yinelenecek, her seferinde daha da ustalaşacak. Doğru yoldan ayrılanlar burada acınma dilenecek, kendilerini yitirecek, acıyla bağıracak, ayaklarımıza kapanacaklar. İşte hazırlamakta olduğumuz dünya bu. Zaferle olduğu kadar, dehşetle de dolu bir dünya olacak. Utkuların ve zaferlerin birbirini izleyeceği bir dünya… Görüyorum ki, dünyanın nasıl olacağını anlamaya başladın. Sonunda anlamaktan öte, kabullenecek ve onun bir parçası olacaksın.”
George Orwell, 1984, Çev. Celal Üster, Can Yayınları, 2000.
Fotoğraf: Ibrahim Rifath