[voiserPlayer]
Rusya’nın Ukrayna işgaliyle iki hakaretamiz tabir hızla kullanıma girdi: “Rusçuluk” ve “NATOculuk”. Elbette kimse bu tabirleri üzerine almamakta ve yaka silkerek, ne münasebet diyerek karşı tarafa iade etmektedir. Haksız da değildirler, zira aslında bu tabirler; alegoriler, kodlamalardır. Sağdan sola kendilerince anti-emperyalistler için NATOculuk, Batı kapitalizminin/emperyalizminin çıkarlarını sorup sorgulamadan sefilce savunan güruhun en adi ve saf halde, halinin çıplak teşhiridir; zira Avrupa Birliği, liberal demokrat evrensel değerler gibi yaldızlı cilalar söküldüğünde geride kalan kaba bir arsız militarist yayılmacılıktır. Aynı şekilde, Rusçuluk yakıştırmasından murat edilen de kanların mavi-kırmızı-beyaz akmasından öte, suçu ve saldırganlığın failliğini bulandırarak ve dolaylayarak tarafsızlık ve ahlaki üstünlük kılıfı altında savunma reflekslerinin açık ettiği, Rusya’nın ve otoriter değer dünyasının yanında hevesle hizalanma iştahıdır. Öyle ki bu laftan çok sıkılan birçok sosyalist bir noktada “siz bizim Rusya’yı sosyalist mi sandığımızı düşünüyorsunuz?” gibi retorik sorulara başvurma ihtiyacı duymaktadır. Elbette aklı yeten herhangi bir kimsenin ve üzerine alınanların Rusya’yı sosyalist gördüğünü, ya da uykuya yattığı için hala SSCB’nin çökmediğini sandığını düşündüğü yoktur. Ancak SSCB’nin otoriter-hiyerarşist değerleriyle, oligarşik bir devletin esas rant dağıtıcısı olduğu kleptokratik Putin rejimi arasındaki siyasal kültürel devamlılık, kastedilmeyen bu algı kaymasına neden olmaktadır. Bir kültürel jeopolitik örtüşmesi söz konusudur. Esasen de Türkiye’de “Rusçuluk” bu mevzunun dallanıp budaklandığı şekilde sosyalistlerden çok ülkenin kültürel-ideolojik kodlarına içkin, genel ve ortak-kesen bir tavırdır ve aslında bu sözde-tartışma mevzunun esas odaklarını ve muhataplarını gözden kaçırtmaktadır (ve bu bakımdan Rusçulukta tali kalan solu merkeze alan tartışmalar pekala counter-productive‘dir).
Haklılık iddiaları birçok mekanizma üzerinden çalışır. Elbette en alışılageldiklerden biri eşitlemektir; ahlaki eşitleme, sorumluluk eşitlemesi gibi. Yine benzer bir mekanizma ilgisiz ama bazen de ilgili kıyaslamaların devreye sokulmasıdır. Bir başkası, bağlamları keyfi tanımlayarak kaydırmaktır. Bu retorik mekanizmalar her tartışmada her taraf tarafından kullanılagelmiştir. Ancak tüm dolaylamalar ilk reflekslerin motivasyonlarını, hele muarızlarının gözünde, saklamamaktadır. Açıktır ki insanların birbirleriyle çatışan duyguları ilk ilhamdır, gerisi gerekçelendirmedir; kabaca ve en galiz olarak NATOcu ya da Rusçu olarak ifade edilen iki duygu evreni.
Zira söz konusu olan anlık konjonktürden ibaret bir gerilim değildir. Kalıcı ve yüz yıllık mazisi olan ideolojik bir fay hattının yüzeye çıkarak çizilmesidir. Burada Rusçuluk pekala 19. yüzyıl sonu ya da 1930’larda Almancılık ile yer değiştirebilir. NATOculuk ise Tanzimat’tan ABD’nin dünya sisteminde hegemon haline geldiği döneme kadar İngilizcilikle. 1910’larda İstanbul’da siyasi elit ve entelektüeller İngilizci, Almancı ve Fransızcı olarak damgalanmakta ve hatta bıyık ve sakal biçimlerinden, yani estetik eğilimlerinden ifşa oldukları üzere, bu yakıştırmalar anlık uluslararası hizalanmadan fazlasını imlemekteydi. Benzer -cı/cu ithamları Türkiye tarihinde kalıcıdır. Burada amacım anakronik benzeştirmeler ve zorlamalar yapmak değildir. Ancak uluslararası çatışma ortamlarında taraflanma tercihleri hiçbir zaman temelde jeopolitik değildir. II. Dünya Savaşı sırasında devlet katında çatışan Almancı ve İngilizci fraksiyonlar, Türkiye’nin jeopolitik çıkarının rasyonel olarak hangisiyle hizalanmadan geçtiğine dair bir reelpolitik tartışma vermemişlerdir. Kendi değer dünyaları ve özlem duydukları Türkiye tahayyülüne uygun hissiyatlarını bu bağlılıklar üzerinden ortaya koymuşlardır. Nitekim, savaşı faşizmin kaybetmesinin ardından Türkiye de demokrasiye geçmiştir. Almancılar elbette kalıcı bir sağ-Kemalist otoriter rejimi savaş galibi Almanya üzerinden tesis edebilecekleri beklentisindelerdi ve savaş bu kadronun CHP içinde de, ordu içinde de güç kazandığı, akim kalan bir süreci tetiklemişti. Bunu (yine hasımlarının taktığı ve egemen tarih anlatısına, kendi sesinden savunması alınmadan dahil olduğu şekilde) Mahmud Nedimoff’lu ve karşısında isimlerinin başlarına “de” eklenmemiş Fuat-Âli Paşaların Osmanlı konteksine çekersek yazı hepten uzar.
Hatta “Rusçuluk-NATOculuk” ideolojileri aşan bir cephelenmedir. Muhafazakarlarda da, sosyalistlerde de, Türkçülerde de, hatta giderek liberallerde de birbirlerine tezat iki siyasal-kültürel tahayyül eşzamanlı ayyuka çıkmaktadır. İYİ Parti lideri Akşener’in de kürsüden sahiplendiği üzere, gayet “NATO”cuyken, Avrasyacı emekli generaller ve Türkçü sosyal medya hesaplarının özellikle açtıkları “woke savaşı”nda Putin’in alfa, erkek, ayıya binen imajından mest halde alt-right bu tavırları dip dalgadır. Sosyalist cenahta sosyalizmi hakiki demokrasinin derinleşmesiyle eşleyen Batı sosyalizminin peşindeki cenahla, sosyalistliklerinin temeline anti-emperyalizmi koyan sosyalist tahayyülün çatışması, 1970’lerin sonlarındaki Eurocommunist nüvelerden beri süregitmekte ve bir sol-içi iç savaş verilmektedir. Muhafazakar cenahta da Batı’ya düşman ve Rusya’yla uyumlu toplumsal-siyasal projeyi tatbike koymak isteyen ana akım reisçilik ve entelektüel-siyasi kompleksine karşı, iktidar yapısının içinde dahi açığa çıkan şekilde bu deli gömleğine sığmayan karşı-tavırlar, dolaylanmış bir güç mücadelesinin ifadesidir. Ulusalcılık ülkedeki en keskin, adanmış ve işgali pek dolaylamadan gayet haklı ve anlaşılır bulan “Rusçu” hatken ve tıpkı yüz yıl önce olduğu gibi işbirliği halinde sayısız iç ve dış düşmanla mücadele ederken, Atatürk’ü bir Batıcı lider olarak, Batı’yla siyasi-kültürel uyumluluğun pusulası gören ana akım-merkezci Atatürkçülük için istikamet tam tersidir. Atatürk imgesi tam zıt anlam yükleriyle yine ortadadır. Hatta her ne kadar liberal demokrat merkez haliyle Batı’yla hizalanmanın en doğal adresi varsayılsa da Tayvan/Litvanya/Ukrayna/İsrail bayraklı klasik liberal amentüyü Amerikan sağı değerleriyle harmanlamış sosyal medya hesapları, NATO’nun temsil ettiği müesses nizamın kaba kuvvetinden ve metal yığınından adeta cinsel haz aldıkları gibi başları “ılık” değerlerle hoş değildir ve bu noktada bir karikatür olarak “aşırı NATOculuk” Rusçuluğa varabilmektedir. Balistik füzelerin, askeri aksamın ve mühimmatın verdiği hazzın (Her lastiğini altıma almak/Tükrüklü dilim bakır telleri yalıyor/ Damarlarımda kovalıyor/ Oto-direzin ler lokomotifleri!) doğal sonucu olarak İsrail’den Rusya’ya… Zira bir fetiş olarak “Hür Dünya”ya, tüm dünyaya hükümranlığını kurmuş karşı çıkılmaz bir kudret olarak büyülenerek bağlanmışlar (bakınız İsrail imgesi) için de kurucu öteki bazen gevşek “ılık” değerler olabilmektedir. Bu zihinsel kozmolojinin önceliği liberal demokrat değerler değil müesses nizamın kudretinin cazibesidir. Hatta bu bakımdan denebilir ki farklı değerler dünyasına referans veren iki NATOculuk vardır. Zaten NATOcu Türkçülük de tam bu kesişimlerden beslenir. Özetle, Rusçuluk-NATOculuk en saf halinde birbirleriyle uzlaşmaz iki değer dünyasının çatışmasında yüklenen anlamlardır.
“NATOculuk” pozisyonu bir psikolojiye de dayanmaktadır. 1990’ların hem demokratik derinleşme hem de ekonomik zenginleşme vaatleriyle yükselen beklentilerinin, iyimserliğinin ve coşkunluğunun ardından özellikle 2008 ekonomik krizinin sonrasında kutsanan değerlerin kofluğunun, daha doğrusu vaatlerinin yarım kalmasının yaratığı hayal kırıklığı yaşandı. Avrupa Birliği halkların itirazları neticesinde derinleşemeyerek Türkiye’yle mültecilerin Kapıkule’nin doğusunda tutulması karşılığı para almak gibi müzakerelerde görüldüğü üzere ancak at pazarlığı yapan realist bir ortak çıkarları koruma örgütünden ibaret kaldı. Avrupa ülkelerinde popülist partiler ya iktidara geldiler, ya da bu eşiği zorladılar; zaten ana akım sağ ve sol partiler de bu seçmen davranışı karşısında cafcaflı söylemlerini bırakarak egemenlikçi ve savunmacı tavırlara döndüler. Özellikle Suriye’den mülteci korkusu dünyanın sert gerçeklerinde çiçekli böcekli söylemleri hepten fantezi kıldı. Yükselen gelir adaletsizlikleri özgürlük söylemlerini sermayeyle iç içe dar bir meritokrasinin oyuncağı haline getirdi. İşte böyle bir konjonktürde Rusya’nın en temel uluslararası hukuk normlarını, değerler ve ilkelerle alay edercesine küstahça çiğnemesi ve ırgalamayarak pazılarını göstermesi “Hür Dünya”nın yokluğunda bu soyut ideanın tam karşısında olana karşı kenetlenmesini getirdi. Hür Dünya’nın sahibi yoktur; sahipsiz ve yetimdir ama ana hasmı, temsil ettiklerinin tam zıttı bellidir ve güç gösterisi yapmaktadır. Rusya’nın Ukrayna’yı işgaline karşı gösterilen yoğun dayanışma ve duygusal tepki de (savaşın her geçen gününde daha da dehşet uyandıran bombalanmış şehirlerin görüntüleri daha önümüze düşmeden) bu hissiyattan kaynaklanmaktadır. (Bir soyutlama/idea olarak) Hür Dünya’nın kendisi ortada yoktur ama kendini bir türlü olamayan bu projenin deccali tanımlayan siyasi muktedir ve kültürel-ideolojik-entelektüel sacayakları küstahça ortadadır.
Dolayısıyla Rusçuluk ithamı, sözde tarafsızlık ve eşit sorumlu tutma iddiaları altında gösterilen apolojetik tavırların arkasında görülen, daha geniş bir dünya görüşüne verilen ve -çu ekinin verdiği damgalayıcı güçten faydalanan bir yargıdır. Tıpkı NATOcu gibi. Zira duygusal ve anlık refleksif tepkiler muhataplarında külyutmaz edayla belli niyetleri okuma ve yapıştırma eğilimini doğurur. Elbette itham edenlerin nazarında NATOculuk da sadece bir bölgesel/küresel çatışmada bir tarafta yer almayı imlememektedir. Zaten bu çatışmanın bir tarafı NATO olmadığı halde çatışmanın geniş bağlamına NATO’yu yerleştirerek tarafları bu şekilde tanımlamak da aynı eğilimin yansımasıdır. Burada hayal edilen ve zihinde bütünleştirilen Batı’nın siyasal, ekonomik ve kültürel hegemonyasına boyun eğmiş bir kitle ve onun gönüllü ve süfli siyasal ifadesi, sözcülüğüdür. Bu husumetin sosyalist biçimleri de, sağ-milliyetçi biçimleri de, ulusalcı-Kemalist biçimleri de, İslamcı biçimleri de, kendi ideolojik filtreleri doğrultusunda ses vermektedir. Elbette Putin ve Putinizmle en organik uyuşan, Avrasyacı genel şablon etrafında sıralanan milliyetçi ve egemenlikçi kültürel dünyayı paylaşan siyasi hatlardır. Öyle ki; Türkiye’de Kızılelma koalisyonundan önce 1990’larda Rusya’da Kızıl-Kahverengi ittifakından bahsedildiğini hatırlamak faydalı ve anlamlı olabilir. Bu Kırmızı-Kahverengi ittifakın 1990’lardaki derin hoşnutsuzlukların üzerine oturan (ama kendini asla bu ideolojik hatla özdeşleştirmeyen) Putin, başından itibaren kendini küreselleşmenin saldırganlığına, mütecavizliğine, kültürel yerleşik, geleneksel değerleri tarumar eden doğasına karşı bir sığınak olmayı temsil etmektedir. Zaten egemen demokrasi bu tavrın manifestosudur ve Ukrayna’ya saldırmadan hemen önceki manifesto niteliğindeki uzun konuşmasında da bu pozisyonu bir nevi işgalin mazereti olarak altını çize çize hatırlatmıştır. Putinizm de cezbedici ve tüm Batı sağının (ve Batı’nın siyasi-kültürel dünyasından hoşnutsuz egemenlikçi solun) duygu dünyasını kavrayan bir post-ideolojiye dayanmaktadır ve Rusçuluk bu post-ideolojinin yamasıdır.
Özetle kimsenin kelimelerin literal anlamlarıyla Rusçu olduğu da yoktur; NATOcu da. Dünyadaki tüm jeopolitik hizalanmalar ve savaşlar da ideolojik eksenlere oturur. Söz konusu olan Rusya’nın temsil ettiği siyasal-kültürel tahayyülün sunduğu efsunlaştırıcı cazibe ve mest eden kaba kuvvete dayanan haşmet iddiasının karşı cenahta uyandırdığı endişe ve hatta çaresizlik hissidir. Bu ikili duygusal hizalanma Türkiye’nin geleceğinin ne olacağına dair birbirleriyle çatışan iki önermede düğümlenmektedir. Rusya’nın on yıldır Gürcistan Savaşı’yla belirginleşen artan bölgesel yayılmacılığı arka planında, Avrupa’nın yeniden tanımlanması ya da bir şakadan ibaret olması meselesi masadadır. Aynı şekilde Türkiye’nin de… Nerede olacağı değil; yani “Avrupa’da” ya da ”Avrasya’da” gibi bir klişe cevap anlamında değil. Türkiye’nin nasıl bir değerler sistemi üzerine oturacağı ve aslında bizim hangi değerler sistemine bağlı olduğumuza… Bir insani zafiyet olarak kurgulanmış alfa erkeklik gösterilerinden büyülenmeyecek kadar olgunluk, minimal bir erdem olmalıdır.
Fotoğraf: Mario Dobelmann