[voiserPlayer]
Ukrayna’nın Rusya tarafından işgal girişiminin başlamasıyla birlikte Türkiye’nin de dahil olduğu tartışmaların ve senaryoların önemli bir kısmı Montrö rejimiyle ilgili oldu. Temelde Möntrö’nün fonksiyonu onun ortaya çıktığı zaman diliminden bağımsız açıklanabilir değildir. 2. Dünya Savaşı’nın hemen öncesindeki siyasi durum, Montrö Anlaşması’nın tarafı olan tüm ülkelerin bu anlaşmadan farklı faydalar elde edebilmesini mümkün kılmıştı. Bugün için aynı ortaklaşmadan bahsedebilmek ise pek de mümkün değil. Bu bağlamda, Montrö gündemi de Ukrayna özelindeki taraflaşmanın getirdiği farklılaşmaya paralel olarak ilerlemektedir.
Türkiye son 2 yıldır Montrö’yü uygularken anlaşmanın 21. maddesi temelinde bir yaklaşım sergiledi. Şüphesiz ki Türkiye’nin kuzeyinde devam eden savaşa ek olarak, doğusunda ve güneyinde birkaç cephede devam eden çatışma alanlarını hesaba dâhil ettiğimizde, Türkiye’nin kendini tehdit altında tanımlaması oldukça gerçekçidir. Türkiye’nin, bu gerçekçi yaklaşıma tezat olarak; fiili bir çatışmanın bulunmadığı batısında da bir gerilim için uzun süre isteklilik göstermesi ironik ve ayrıca konuşmaya değerdir.
Mesele dış politika olunca AKP iktidarının maharetli dönüşlerini ve iktidar temsilcilerinin birbiriyle taban tabana zıt açıklamalarını tekrar hatırlatmanın pratik bir faydası yok. Ancak ‘’büyük resmi’’ anlayabilmek için unutmamak gereken birkaç hadise de var. Çok yakın tarihlerde cumhurbaşkanının NATO zirvesinde Ukrayna’nın üyeliğini gündeme getirmesi ve Karadeniz’e kıyıdaş diğer ülkelerin Türkiye’nin büyük desteğiyle NATO üyesi olmaları bir yanda, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Tatlıoğlu’nun Karadeniz’de NATO varlığını reddeden açıklamaları ise diğer bir yanda duruyor.
Güvenlik ve hariciye bürokrasisi ile siyaset belli ki birbirinden oldukça kopuk ve kimse ne yaptığını bilmiyor. Hatta İletişim Başkanlığı bünyesinde faaliyet gösteren DMM’nin geçen günkü basın bildirisinde Montrö’nün 19. maddesinin işletildiği ifade ediliyor. 19. maddeyi işletiyorsak kıyıdaş olan-olmayan ülkelerin tüm askeri gemi geçiş taleplerini neye dayanarak reddettiğimizi, sanırım kimse pek bilmiyor.
Bu noktada Montrö’nün 19. ve 21. maddeleri arasındaki farktan doğan rejimleri kısaca özetlemek gerekiyor. 19. madde üzerinden işletilen rejimde savaşan tarafların askeri unsurlarının Boğazlar bölgesini geçerek Karadeniz’e girmesi mümkün değil. Bunun tek istisnası, savaştan önce Karadeniz’deki donanma limanlarına bağlı gemilerin tek seferliğine geçiş hakkına sahip olmalarıdır. Bu bağlamda işgal girişiminin başından beri Türkiye 19. maddeyi işletiyor olsaydı Rusya’nın Admiral Grigorovich sınıfı firkateyninin Boğazlardan geçişi mümkün olabilirdi. Ancak Türkiye Rusya’nın bu talebini reddetti. Bu ret kararıyla birlikte Montrö’nün herhangi bir maddesine atıf yapmadan Montrö rejiminin kendisine atıf yaparak bu tür geçiş taleplerinin reddedileceğini tüm dünyaya duyurdu.
Rusya da bu duruma herhangi bir itirazda bulunmadı. En nihayetinde Ukrayna’ya askeri teçhizat desteği veren ülkelerin Karadeniz’de donanma unsurlarının olmaması, Rusya için de daha güvenli bir deniz cephesi anlamına geliyordu. 19. maddeye göre işletilen bir rejim olsaydı Montrö’nün sınırlamalarına tabii de olsa kıyıdaş olmayan ülkelerin askeri gemileri neredeyse barış dönemindeki serbestiyete sahip olacaklardı. Rusya’nın Karadeniz’e sokabileceği unsur sayısı sadece 2 adetken, NATO ülkelerinin Montrö’yü aşındırıcı girişimde bulunmaları da mümkün olacaktı. Bunun yerine Türkiye 21. maddeyi uygulayarak geçişlerle ilgili daha katı bir rejim tesis etti. Böylece Rusya ve ABD arasındaki fiili çatışmanın bir parçası olmaktan kaçınabildi.
Süreçle ilgili dönem dönem düşük tonda tartışmalar yaşansa da Birleşik Krallık’ın Ukrayna’ya 2 adet mayın avlama gemisi hibe ettiğini açıklamasıyla birlikte Montrö’yü yeniden yorumlama girişimleri katılımcı buldu. Türkiye’nin NATO üyesi ülkelerin donanmalarının geçişlerine izin vermemesi üzerinden özellikle Batı medyasında eleştirel içeriklerin sayıları arttı. Mayın avlama gemilerinin askeri nitelikte olmadığı ve Karadeniz’de sürüklenen mayınların (yaklaşık 400 adet) yarattığı tehdidin büyük olduğu gerekçeleri yüksek perdeden dillendirilmeye başlandı.
Ancak tartışma tarafı ülke, kurum ve kişilerin görmezden geldikleri bir gerçek de vardı. Türkiye, NATO üyesi ülkeler arasında ABD’den sonra en büyük mayın avlama filosuna sahip ülkedir. Karadeniz’in tamamında tek başına mayın avlayabilecek kapasiteye sahiptir. Yani herhangi bir hibeye ve desteğe ihtiyaç olmaksızın Karadeniz’deki mayınları etkisiz hale getirebilir. Tüm mesele mayın temizlemekle ilgili olsaydı Türkiye bu görevi tek başına üstlenebilir ve NATO’dan da finansman-teçhizat talep edebilirdi. Böylece elindeki bir yeteneği diplomatik bir kazanıma kolayca çevirebilirdi.
Bu gerçeğin pas geçilmesinin sebeplerine daha sonra geleceğiz. İlk aşamada NATO ülkeleri Türkiye, Romanya ve Bulgaristan tarafından bir MCM (Military Committee Memorandum) grubu kurulması ve Karadeniz kıyıdaşı olmayan iki ülkenin de bu gruba davet edilmesi üzerinden bir sürecin başlayacağı iddia edilse de 11 Ocak’ta İstanbul’da 3 kıyıdaş NATO üyesi trilateral bir anlaşma imzaladılar. Şimdilik bu görevi 3 ülkenin oluşturduğu bir görev kuvveti üstlenecek. Ancak Romanya savunma bakanının 10 Ocak’taki açıklamasına göre kıyıdaş olmayan ülkeler de bu görev kuvvetine katılabilecekler. Bu durumda artık Montrö’nün 19. maddesinin uygulanacağı kesinlik kazanıyor.
Konuya başka bir açıdan bakacak olursak Romanya 2 yeni korvet, 3 hücumbot, 2 adet yeni denizaltı satın alma ve envanterindeki 2 adet eski firkateynin de modernizasyonu için bir sözleşme imzaladı. Savunma bütçesi Türkiye’nin toplam savunma bütçesinin %30 fazlasına ulaştı. Diğer yandan F35 ve modern ana muharebe tankları dâhil olmak üzere ordusunu yeniden teçhiz etme kararı aldı. Siparişlerini 2024 yılında teslim almaya başlayacak. Bu yüksek bütçeli silahlanmanın elbette belli gerekçeleri var.
Bizim gündemimizde olmasa da, Romanya ve Bulgaristan’ın NATO üyeliklerinin sebebi, tamamen Rusya’nın agresyonlarından korunmakla ilgiliydi. Romanya ve Bulgaristan bu anlamda Karadeniz’in güvenliği için sadece Türkiye’ye bel bağlamak istemiyor. NATO güvenlik şemsiyesinin tamamını Karadeniz’de görmek istiyorlar. Üstelik Türkiye’nin Batı ile ilişkilerinin seyrinin pek de pozitif gitmemesi, Romanya ve Bulgaristan’ın kaygılarını arttıran diğer gerekçeler olarak önümüzde beliriyor.
Türk dış politikasının karar vericilerinin belirleyeceği siyaset, müttefik ülkelerle duygudaşlık kurarak tasarlanamaz. Ancak müttefiklerinin ne düşündüklerini göz ardı eden bir anlayışın pratikte başarılı olma şansı da bulunmamaktadır. Diğer yandan, Rusya’ya uygulanan yaptırımların tamamının tarafı olmayan Türkiye, hâlihazırda Batı ittifakının bir parçası olmamakla eleştirilirken ittifaktan reddedilme sesleri de giderek artıyor. Tüm bu süreçlerin ve süreç tarafı aktörlerin eğilimi itibariyle Türkiye’ye yönelik taraf olma baskısının kısa vadede daha da artacağı bariz bir gerçek olarak önümüzde duruyor.
Birleşik Krallık, hibe ettiği mayın avlama gemilerinin Türk karasularından çıkar çıkmaz Rusya tarafından batırılacağını biliyor. Ancak zaten amacı da güvenlik tesisi gibi gündemlerle Karadeniz’de NATO’nun kalıcı varlığa sahip olmasını sağlamak. ABD ve Birleşik Krallık firkateynlerinin Karadeniz’de kalıcı varlık göstermeleri karşılığında 2 mayın avlama gemisinden vazgeçmek ise oldukça kârlı bir takas. Üstelik batırılacak gemiler zaten Ukrayna bandıralı olacak ve Birleşik Krallık vatandaşı personeller için herhangi bir tehdit de söz konusu olmayacak. Montrö ise -fonksiyonu itibariyle en çok Rusya’nın çıkarlarını koruyan bir rejim olmakla birlikte fiilen- ilga edilirken Türkiye, arkasına saklanabileceği zırhı kaybetmiş olacak. Üstelik F16V alabilmek için İsveç’in NATO üyeliğini onaylaması bile yetmeyen Türkiye’den edilecek taleplerin bir sonu da belli ki gelmeyecek.
Peki, Montrö ilga edildiğinde Rusya’nın tepkisi ne olacak? NATO donanmalarını Karadeniz’de hedef alabilecek su üstü platformu kalmayan Rusya, sadece kıyı bataryalarıyla caydırıcılığını sağlayamayacağını da biliyor. Faturayı Suriye’deki Türk askeri pozisyonlarını ve İran’la birlikte Irak’taki TMH bölgelerini hedef alarak Türkiye’ye kesmemesinin önündeki engel ne olacak?
Şehit haberleri geldiğinde askerlerimizin ve vatandaşlarımızın can-mal güvenliklerini sağlamada yaşanan zafiyetin sorumlularını konuşmak yerine yine TBMM’nin ortak bildiri yayınlayamaması üzerinden hain-terörist söylemlerini mi konuşacağız?
Türk dış politika yapıcıları çok uzun zamandır akıntıya kendilerini bırakmış bir halde, kontrolsüz bir süreçte savrulup gidiyorlar. Türkiye belli ki günü kurtarmayı amaçlayıp onu bile başaramayan bir amatör fikir kulübüne dönen hariciyesiyle bir süre daha yola devam edecek. Bu süreçte ise inisiyatifi her başlıkta kaybetmesi kaçınılmaz bir sonuç olacak.