[voiserPlayer]
“At Martin’i de bre Jack, Londra inlesin.”
Tarihsel olarak Amerika “Burjuva Liberalizmi” olarak tanımlanabilecek ilkeler temelinde toprak sahibi, zengin ve beyaz adamların öncülüğünde inşa olunmuş bir ülkedir. Bu inşanın bir yanını sınırsız servet birikimi diğer yanını da özgürlük ideası oluşturur. Bu iki unsur, varlıklı sınıfı koruma ve alt sınıfı bulunduğu yerde -yani en altta- tutma adına uyumlu bir işbirliği içinde çalışır. Birleşik Devletler nihayetinde yoksulların tahakküm altına alındığı bir yapıya karşılık gelirken sistemsel başarısını geniş kitlelerin gönüllü iknası yoluyla üretmiş olduğu ideolojik söyleme borçludur. Liberal klişeler sınıfsızlık mitine ölesiye saplanmış olan bu ülkede yoksulları yoksul olmakla suçlamanın en pratik aracı olarak hizmet görür. İmtiyazlıların imtiyazlarını çekincesizce sürdürebilmelerinin öncelikli yolu, yoksulların yine bizzat kendi eylemleriyle yoksulluklarını hak etmiş olduklarına inandırılmasından geçer. Böylesi bir ikna, bir taraftan orta ve üst sınıfların kültürel üstünlük duygularını pekiştirirken diğer taraftan da salt sınıfsal bir karalamanın çok ötesinde olan disjenik bir yaftalamanın insafsız ayrımcılığını doğurur. Bu söylemsel ve entelektüel hegemonya, varlıklı sınıfların elinden ustalıkla çıkmış bir mimari olarak Amerikan toplumunu kurarken işleyişin kusurlu parçalarını bulmak adına bakışların çevrileceği yegâne yön bellidir. Milyonerin milyarder karşısında görece fakir kaldığı bu düzende, herkesin sırasıyla bir alt dilimi kusurlu bulabileceği bir servet hiyerarşisi oluşur. Nihayetinde fakirlerin bile birbirlerinden umutsuzca nefret ettiği bu yapıda, zenginlik saf bir ideal olarak korunur. Fakirlik hızla aşılması gereken bir eşik, acilen terk edilmesi gereken bir yetersizlik olarak değerlendirilirken yoksul kişi muhatapsız mutlak bir kaybedene dönüşür. Böylece teşvik edilen bireysel rekabet, alt sınıflarla üst sınıfların görünürde birleşip özde ayrışan çıkarlarının sorgulanamazlığını da sağlamış olur. Kitlelerin utanç verici bir acziyet içinde sürüklenmiş olduğu bu istismar, ekonomik imkânsızlıkların değil ama felsefi-düşünsel kabullerin tetiklediği toplumsal zorbalığın bir sonucu olarak ortaya çıkar. Amerikan devriminin şekillendirdiği bu yapı, özgürlük söylemlerinin işaret ettiğinin çok ötesinde olacak biçimde geniş halk kitlelerinin değil ama üst sınıfların üstünlüğünü sağlamlaştırmak adına çalışır. Nihayetinde, Amerikan halkının algısını çarpıtan kültürel mitler ve liberal propagandalar vasıtasıyla alt gelir grubunun yeterince çalışmıyor olduğuna inanılır. Fakirlerin tembellikleri sebebiyle fakir düştüğünü ileri süren bu düzende tek çözüm, insanların daha fazla çalışmaya zorlanmasıdır. Böylece tesis edilen rekabet, vasıfsız emeği bel kıran işlere iterken alternatiflerin yok olmakla eşdeğer olduğu düşük bir yaşam da geniş kitlelere dayatılmış olur. Fakirliğin fakirlik ürettiği bir kısır döngü içinde, kişisel gelişime vakit bırakmayan bir yaşam nesiller boyu süregiderken sınıf atlama hayali de imkânsızlığı ölçüsünde bir Amerikan rüyasına dönüşür.
Jack London’ın yarı otobiyografik çalışması Martin Eden böylesi bir rüyanın romanıdır. Eser, bir yönüyle sosyal, sınıfsal ve düşünsel meseleler ağırlıklı içeriğiyle toplumsal gerçekçiliğe yaslanmışken diğer yönüyle dönüştürücü bir gönül ilişkisinin doğurduğu idealist duygularla romantizme açılır. Vaktiyle bir deniz işçisi olan J. London emek piyasasının acımasız gerçekliği ile romantik bir olasılıklar diyarı olan deniz imgesini Martin Eden’in şahsında ustalıkla bir araya getirir. Roman, başarılı bir yazar olmayı hayal eden vasıfsız bir denizci olarak Martin Eden’in alışılagelmemiş hikâyesini anlatır. Sıradan bir proleter gencin kendi sınıfsal gerçekliğiyle yüzleşmesine sebep sıra dışı gelişmeler, kahramanımızın çalıştığı feribotta bir holigan çetesine karşı hiç de hoş sonuçlanmayabilecek bir kavganın içinden Arthur adlı bir genci çekip çıkarması ile başlar. Hali vakti yerinde bir ailenin iyi eğitim almış bir çocuğu olarak Arthur Morse, minnettarlığının bir nişanesi olarak Martin’i ailece yenilen bir akşam yemeğine davet ederken sıra dışı bir başka kesişimin de kapıları aralanır. Arthur’un eve getirdiği bu eksantrik misafir, hem ince bir zevkle oluşturulan mekânsal estetik hem de şahit olduğu aile içi ilişkilerin alışılagelmemiş sıcaklığı karşısında şaşakalır. İlk kez yakından gözlemleyebildiği bu rafine ilişkiler ve ortam karşısında ölçülü durabilmek adına Martin kendini zorlarken yersiz bir söz söylememek için de adeta kıvranır. Dahası Martin, ait olduğu sınıfın yapısal izdüşümü olan tüm yarı-vahşi sıfatlarından soyutlanmış bir halde, tedirgin bir uysallık ve beğeni dolu bir toylukla dâhil olduğu bu elit ortamda; benliğinin en savunmasız, varlığının en tanımsız olduğu o anda, bu üst sınıf ailenin güzel, narin ve eğitimli kızı Ruth’a büyük bir tutku ile vurulur. Entelektüel, sınıfsal ve kültürel yetersizliklerini Morse ailesi ile teması aracılığıyla fark eden Martin, içine düştüğü aşkın da tesiriyle ruhunun en derinlerinden kopup gelen bir dönüşüm arzusu hisseder. Nihayetinde tecrübe ettiği bu yeni ortam ona sınıf kavramını sadece olgusal düzeyde fark ettirmekle kalmaz, söz konusu ayrışmanın tarihsel ve kuramsal düzeyde açıklanmasını da zorunlu kılar. Böylece Martin, aşkının sınırsızca tetiklediği yetersizlik hissi ve bitmek bilmeyen bir iştahla eline geçeni okumaya başlar. Toplumsal konumunu yeniden tayin adına telaşla yüklendiği bu metotsuz entelektüel çile, aynı zamanda sınıfsal isyanının bireysel dışavurumunu yansıtır. Martin, büyük aşkı Ruth’a layık olduğunu kanıtlamak, Morse ailesinin kabul edebileceği bir damat adayı olabilmek adına tüm benliğiyle çalışır. Sırf kalbinde sakladığı aşkına yakın olabilmek adına sebepli sebepsiz her vesileyle Morse ailesiyle yolunu kesiştirmekte, giyiminden görgüsüne, konuşmasından fikriyatına, geçmişinden geleceğine tüm varoluşunu yeniden kurmaktadır. Bu yolda harcadığı emek arttıkça saflığın ve dünyada iyi olan her şeyin özü olarak gördüğü Ruth’a olan bağlılığı da katlanmakta, dahası saplantılı bir tutkuya dönüşmektedir. Bay ve Bayan Morse, bu yönelimin gayet farkında olmalarına rağmen, kızlarının böylesi uygunsuz bir damat adayına yüz vermeyeceğinden duydukları güvenle durumu görmezden gelirken kızlarının kimi zaman hayatını kolaylaştıran kimi zaman neşesini bulduran bu saf aşığın gönüllü mesaisine bir set çekme ihtiyacı görmemektedir. Ayrıca evlilik yaşına gelmiş kızlarının bugüne kadar hiçbir erkeğe meyletmemiş içe kapanıklığının aşılması adına, bu yağız ve yakışıklı delikanlının katalizör görevi üstlenebileceğini soğukkanlılıkla öngörürlerken Martin’i araçsallaştırmaktan geri durmazlar. Onlara göre duyguların uyandırılması ardınca sınıfsal, kültürel ve ekonomik uyumsuzlukların yapısal sınırlarının işletilmesi şeklinde çalışacak bu acımasız modelin girdisi alt-sınıftan bir âşık, çıktısı da üst sınıftan bir damat olacaktır! Dolayısıyla modern toplumun sınıflı yapısı çerçevesinde kurulan asimetrik ilişkiler ağına bir kere düşülmeyegörülsün, öğütülmek adına üretim ilişkilerinin de ötesinde nice başka yolların olduğu, bedenen olmasa da ruhen sömürülmenin kaçınılmazlığı öne çıkmaktadır. Bu noktada J. London sınıfsal gerçekliğin kıskacında sıkışıp kalmış bu gönül cefasını resmederken toplumsal farklılaşmanın acımasız sınırlarına karşı verilen idealist mücadeleyi de bir isyana karşılık gelecek biçimde anlatır. Zira Martin, entelektüel okumalarına boş zaman yaratmak adına insanüstü bir çabayla deniz işçiliğinin ağır şartları altında elde ettiği geliri karada kendisini en uzun süre tutacak biçimde ihtiyatla harcar. Yemesinden içmesinden, barınma imkânlarından ve de sosyalliğinden kısmasına, veresiye defterlerini doldurmasına rağmen, sınıfsal görüntüsünü aşmak adına giyim-kuşam ve görgüsüne yatırım yapmaktan kaçınmaz. Ruth ile buluşmaları böylesi bir yaşam gayesi olurken en idealize haliyle kalbinde sakladığı aşkı da öte dünyalara açılan bir yıldız kapısına dönüşür. Oscar Wilde’ın “bana lükslerimi verin, ihtiyaçlarım olmadan da yaşarım” sözünü hatırlatırcasına bir hayat süren Martin için entelektüel dünyaya açılmanın, bir burjuva aile ile temas kurmanın sınıfsal bir lüks olduğu ortadadır. Diğer taraftan beyin oburluğu içinde yaptığı okumalar, Martin’i geçimini bir yazar olarak sağlama hayaline vardırır. Yazılarını birçok dergi ve gazeteye göndermesine rağmen ilk denemeleri sürekli olarak reddedilir. Hazine ve balina avcıları hakkında kaleme aldığı bu hikâyelerde göze çarpan yön onun deniz ile kurduğu bağdır. Kaleme aldığı yazıları ve bu yolla çok kazanan şöhretli bir yazar olma ümitlerini çocuksu bir heyecanla paylaşırken entelektüel gayreti takdir görür. Ancak olası yazarlık vizyonu kabul görmez. Bu çekincenin örtük anlamı, sınıflar arası ortak yaşamı kolaylaştıracak sınıf içi ilerlemenin tasvip ediliyor olmasına rağmen, sınıf atlama ümidinin baskılanışıdır. Tam da bu noktada, asla bir ranta yaslanamamış olmaktan doğan alt sınıfa has dinamizmin, deniz ile giriştiği mücadeleden gelen bedensel zindeliğin ve beladan çekinmeyen gözü karalığın üstüne giydirilen entelektüel gayret sıra dışı bir cazibe içinde Martin’i inşa ederken Ruth’un gözlerinde beliren parlama, hikâyeye bambaşka bir boyut kazandırır. Aşkına karşılık bulmanın verdiği coşku ve özgüvenle artık entelektüel olarak daha büyük lokmalara göz koymakta, olgusal yaşanmışlıkların sıralandığı hikâyelerden düşünsel-kavramsal sorunlara yönelmektedir. Sosyolojik-felsefi ve ideolojik tartışmalardan kaçmayan zor beğenir bir eleştirellikle kavramları sınırsızca sorgularken en olgun ve nihai bir durak olarak Sosyal Darwinizmin doğal seçilim yasalarına tutunur. Bundan sonra Herbert Spencer ismi Martin için düşünsel temelde sorgulanamaz bir otorite, biyolojik eliminasyon da hayata bakışında nihai bir perspektif haline gelir. Bu bağlamda evrim ilkelerinin jeolojik zamanlardan günümüze gelişen biyolojik türlerin ötesinde toplumlar, sosyal sınıflar ve bireyler için de geçerli olduğunu ileri süren Sosyal Darwinizm doktrininin toplumsal açıklayıcılığından daha ziyade, psikolojik temelde Martin adına ifa ettiği işleve dikkat çekmek gerekebilir. Sınırsız emeği, vazgeçmeyen inadı ve sarsılmaz iradesiyle kendini entelektüel olarak inşa eden Martin artık ritmini bulmuştur. Bu ritim çerçevesinde bir zamanlar hayranlıkla takdir ettiği burjuva çevrelerini şimdi acımasızca eleştirmekte, onların fazlasıyla piyasa temelli düşünsel sığlıklarını ve çelişkilerini tespit etmenin keyfini sürmektedir. Diğer taraftan içinden çıktığı alt sınıfın haklarını sınırsızca savunan mutlak eşitlik yanlısı sosyalist kanadı, zayıfın kayrılmasını salık vererek doğal seçilimi bozdukları eleştirisiyle mahkûm etmektedir. Martin, iki yanı keskin bir kılıç gibi hem alt sınıfı hem üst sınıfı doğramakta, sıra dışı performansını toplumun tüm katmanlarından talep ederek sınırsız bir güç övgüsünün öznesi olmaktadır. Martin’in elinde böylece Sosyal Darwinizm bir dev aynasına dönüşürken yaşanılanlar da zorluklarla sınanmaktan daha ziyade, kazanımları hazmetmenin zorluğuna işaret etmektedir. Sıkı bir hatip, eleştirel bir zihin ve çetin bir münazaracı olarak beliren bu kontrolsüz entelektüel gücün, kendince hakikat bildiği doğruları savunurken kırıp dökmesine, zorluklarla edindiği görgü kurallarından kibirle yüz çevirmesine de şaşmamak gerekir. Bu aşamada Martin’in henüz şöhret ve zenginlik yolunda bir mesafe kaydetmemiş olmasına rağmen ciddi entelektüel çevrelerle temas içinde olduğunu belirtmek gerekir. Fakat Martin’in tüm bilişsel ilerlemesine rağmen kavrayamadığı toplumsal dinamik, entelektüel sermayeye eşlik eden bir ekonomik sermayeye henüz yeterince ulaşmadan toplumun çokbilmişlere karşı göstereceği tahammülün fazlasıyla dar sınırlarının olduğudur. Şöhret ve zenginliği, statü ve itibarı tatmadan put kırıcılığa soyunan Martin’in Morse ailesinin tahammül sınırlarını zorlaması da bir sürpriz olmayacaktır. Ruth; terbiyeli, sessiz, sakin bir alt sınıf çocuğuna karşı kendi sosyal sınıfının önyargıyla çekmiş olduğu hayali sınırların yersizliğine inanmış, dahası tüm aleyhte baskılara rağmen kalbini Martin’e vermiş olmasına rağmen bu yeni durumu yönetmekte zorlanmaktadır. Ruth aracılığı ile uyumlu ve geçimli olmak kaydıyla, burjuva sınıfının itibarlı kalem işlerinden birkaçı Martin’e teklif edilmesine rağmen, asi ruhu rahat durmamakta, daha fazlasını yani hiçbir sınıfa ait olmama özgürlüğünü talep etmektedir. Nihayetinde sabır taşı çatlar, Ruth ailesine karşı direnemez olur. Sosyal ilişkilerinde türlü uyumsuzluklar gösteren, sevdiğine şöhretli bir yazar olma hayalinden başka bir plan sunamayan Martin’in kalemi böylece kırılır. Ruth ilişkiyi bir mektup aracılığı ile bitirirken kurduğu cümleler anlamlıdır: “Keşke bir mevki sahibi olmaya, bir yerlere gelmeye çalışsaydın. Ama olmayacak işti bu. Bunu yapamayacak kadar yabani ve düzensiz bir geçmişin var. Suçun sende olmadığını görebiliyorum. Sen ancak doğana ve aldığın eğitime göre davrandın. Seni suçlamıyorum Martin. Lütfen bunu unutma. Aramızdakiler bir hataydı. Babamla annemin de söylediği gibi biz birbirimiz için yaratılmamışız.” Martin’in bu cümlelere cevap olarak yazdığı mektuba hiçbir zaman cevap gelmez. Martin tek kişilik dünyasına geri döner. Günler, geceler gelip geçerken o masasında oturup yazmaya devam eder. Koyduğu günlük yazı hedeflerine ulaştığında, vazifesini yapmış olmanın tatminiyle teselli bulmaktadır. Hikâyeyi bitirdiğinde ise dünyaya bağlanmış, kendini yeniden canlanmış hisseder. Artık, hayatının geri kalanını edebiyatla geçirmek istemektedir. Sadece olgusal değil, düşünsel boyutlar da kattığı yeni yazılarını sistematik olarak gazetelere, dergilere ve yayınevlerine gönderir. Bu sırada hayranlık duyduğu bir entelektüel, istisnai bir kalem olarak gördüğü yakın bir dostunun intiharı ile derinden sarsılır. Her şeyin anlamsızlaştığı, kendisini yorgun, terkedilmiş ve enerjisiz hissettiği, çabalarının bir türlü elle tutulur bir karşılık getirmediğini düşündüğü o anda, neredeyse tümüyle vazgeçtiği bir zamanda, yazıları hakkında olumlu geri dönüşler başlar. Birbiri ardına çekler gelmeye başlarken, yeni sözleşmeler imzalanmakta, kitaplarının ardı ardınca yeni baskıları yapılmaktadır. Fırtınalarla geçen hayatında ilk kez olmak üzere talih rüzgârlarıyla yol alabildiği sakin ve dingin günlere böylece ulaşır. Şöhreti bitmek tükenmez bir hızla yayılırken, kitaplarının yurt dışı çevirileri yapılır. Martin artık uluslararası bir yazardır. Röportajlara konu olup, eserleri hakkında kritikler yazılırken, vaktiyle çekincesizce reddedilmiş olan acemilik dönemi karalamaları bile ilgiyle okunur hale gelir. Ardı ardına gelen telif hakları parasal hiçbir kısıt bırakmamasına, yaşam tüm renkleriyle önüne serilmesine rağmen; eserleri ve şöhretiyle tüm gözlerin çevrildiği bir yazara dönüştüğü an itibarıyla anlamakta zorluk çektiği yegâne şey, daha önce hiçbir editörün ilgi göstermediği ilk dönem eserlerinin gördüğü sıra dışı ilgi olmaktadır. Bu metinlerin bir noktası-virgülü bile değişmemişken nasıl oluyor da vaktiyle bu denemelere dudak bükenler, şimdi basım hakları için birbirlerini yemektedir? Martin’in anlamlandırmakta zorlandığı bu ikiyüzlülük, her ne kadar lehine işleyen bir mekanizmanın popülist dinamiklerine karşılık gelse de, onu estetik, değer ve nihayetinde ahlak kavramlarının içeriğini ümitsizce sorgulamaya itmektedir. Peki, burjuva eleştirileri sebebiyle vaktiyle sosyalist olduğu zannedilirken, beladan uzak durmak adına kendisinden köşe bucak kaçan mahallelinin sergilediği yerli yersiz şirinliklere ne demelidir? Açıkçası, bunların hiçbirinin toplamı Bay Morse’un onu ailece yenilecek bir akşam yemeğine dostça davet etmesi kadar dramatik düşmemektedir. Ruth’un babası, yani evlerine girmesini bizzat yasaklayıp, nişanlarını atan adam tarafından yemeğe davet edilmek hayatın doğal akışı içinde kolay kolay karşılaşılamayacak, kaleme alınsa sıra dışı bir kurguya dönüşebilecek bir olaydır. Martin, Bay Morse’a Ruth’un hali vaktinin nasıl olduğunu sırf kibarlık gereği sorup eski aşkının ismini tereddütsüzce zikrederken kalbinde müşahede ettiği hissizliğe de şaşırıp kalmaktadır. Acaba şikâyet ettiği ikiyüzlü tavırlarla baş ederken düştüğü bu ikiyüzlü hali de bir sorun etmeli midir? Martin, söz konusu yemek teklifini açıkça reddetmez, ama kabul de etmez. Zira Martin aynı Martin iken değişen nedir? Ne fikirleri, ne sınıfsal geçmişi, ne üslubu, ne de hayalleri değişmiştir. Morse ailesinin onu reddetmesine sebep her şey yerli yerinde dururken artık farklı olan nedir? Martin için beliren tüm yeni şartlara rağmen onun kim olduğunu belirleyen öz hala aynıdır. Açık bir ikiyüzlülüğe, utanmaz bir riyakârlığa karşılık gelen bu durumdan kimsenin çekinmiyor, utanmıyor olması Martin için ıstırap verici bir sorunsaldır. Tam bu sırada, malum davet üzerinden günler geçmişken Ruth karşısına çıkıverir. Kapısında beliren eski aşkı onun bizzat ayağına gelmiştir. Mahcup bir ses ve davetkâr bir gülümsemeyle “burada olduğumu kimse bilmiyor” demesine rağmen Norman, yani erkek kardeşinin bizzat Ruth’u sokağın başında bekliyor olduğunu, Martin onu uğurlarken kapıdan görecektir. Bir Morse ailesi kurgusu olarak sahneye sürülmeye çalışılan oyun tutmamıştır. Zira tek başına ve sadece aşkı için Martin’e geldiğini iddia eden Ruth’un mekâna geliş ve terk edişi arası yaşananlar tam bir hayal kırıklığına karşılık gelir. Ruth için yaşanan hayal kırıklığı tekil bir reddediliş olayına karşılık gelirken Martin hayatın ikiyüzlülüğüne dair derin bir hayal kırıklığına saplanmaktadır. Başarı ve şöhretin, para ve servetin bir lanet gibi üstüne yapıştığı bu durumda, geçmişinden bugüne samimiyet ve doğrulukla yanında duran az sayıda kim kaldıysa onları ihyaya yönelir. Kimine ev alır, kimine iş yeri. Ama hepsi bu kadar. Hayattan aldığını kendince fazlasıyla geri verdikten sonra ne yeni bir şeyler yazma motivasyonunu kalbinde bulabilir, ne de riyakârca kurulduğu apaçık belirmiş olan toplumsal ilişkilere tekrar dâhil olabilmesi mümkün olabilir. Hayal bile edemeyeceği kadar büyük başarılar elde etmiş olan Martin’in yaşamdan aldığı tüm zevkler hızla tükenirken hayatın anlamsızlığı fikri de bir lanet gibi kafasında dolaşmaya başlamıştır. İnsanların kusurlu doğalarını olduğu gibi kabul edip pragmatik bir kapsayıcılıkla merhamet ve empati geliştirmek yerine, biyolojik eliminasyonun mükemmeliyetçiliğine sığınan bu yaralı zihnin nihayetinde kendi kendini yiyen bir yılan gibi kendi tükenişini hazırlaması pek uzaklarda değildir. J. London, tüm şiirselliğiyle resmettiği bu hazin son için dekor olarak gece ve denizi seçerken suların karanlığında kaybolan sadece Martin Eden’ın talihsiz bedeni olmamaktadır. Martin Eden harcanmış olasılıkların, bencil bir ümitsizliğin hikâyesi olarak kayda geçerken zorluklara rağmen başarmanın konu alındığı hikâyede mantıklı sonucun intihar olmaması gerektiği de ileri sürülebilir. J. London yaşamlarımızı sağlam bir mantık üzerine tüketmediğimizin dramatik tasvirini Martin Eden aracılığı ile yaparken hala tartışılagelen kendi ölümünün bir intihar olup olmadığının belirsizliği de ortadadır. Eğer öyle ise J. London’ın önce hayatını yazıp, sonra yazdığını yaşayan bir yazar olarak edebiyat tarihine geçiyor olması, bir başyapıt olarak Martin Eden’e ayrı bir boyut kazandırır.
Fotoğraf: Johannes Plenio