[voiserPlayer]
Birkaç gün önce Etyen Mahçupyan bir yazı yazdı ve hükümetin oy kaybında hiçbir katkısı olmayan muhalefet partilerinin Erdoğan sonrası dönem için bir demokratik hikaye üzerinde uzlaşmaları gerektiğini iddia etti. Aksi takdirde, Erdoğan’ı ele geçiren devletin, iktidarın yeni aktörlerini de etkisi altına almayı becerebileceğini ve iktidar değişiminin demokratik bir dönüşüme işaret etmekten uzak kalacağını öne sürdü. Mahçupyan’ın bu yazısına bir tweet ile cevap verdim ve ülkedeki asıl meselenin bir devletin olmaması olduğunu söyledim. Farklı demokrasi tahayyüllerini tartışmanın muhalefeti birbirinden ayrıştırabileceğini, halbuki kurumsal bir devletin inşası ve kamusal tartışmanın yöntemi üzerine sağlanacak bir mutabakatın bütünleşik bir muhalefet cephesi oluşturmakta daha etkili bir yol olabileceğini yazdım. Yıllardır dile getirdiğim görüşlerin kısa bir özeti olan bu tweet tartışmayı daha da alevlendirdi ve Etyen Bey dün bir yazı yazarak, bana atfettiği bir sıfat üzerinden, muhalefet aktörlerinin devlete göz kırptığını iddia etti.
Mahçupyan’ın durduğu noktanın beni şaşırtmadığını ve kendisi açısından tutarlı bulduğumu söylemem gerekiyor. Zira kendi yazısında da vurguladığı “bütüncül bakış”; tarihe, olgulara, olaylara ve aktörlere olabildiğince kaba kavramsallaştırmalarla bakmayı zorunlu kılıyor. Bu yüzden, sosyal bilimcilerin titizlikle keşfetmeye çalıştıkları gri zeminleri, birbirine benzer gibi görünen fakat aslında farklı sonuçlar üreten sistemleri birbirinden ayıran değişkenleri ve aktör davranışlarının sadece sonuçlarını değil sebeplerini de açıklayan faktörleri ele almayı ihmal ediyor. Bu aslında konforlu bir alan çünkü bütün cumhuriyet tarihini aynı rejim şeklinin farklı görüntüleri olarak okuyabiliyor, farklı dönemlerde yaşayan, farklı hayat görüşlerine, kişiliklere ve algılamalara sahip, farklı ilişkiler ağı üzerinden yükselen aktörlerin davranışlarını onların motivasyonlarını hesaba katmadan sadece sebep olduğu çıktılara bakarak değerlendirebiliyorsunuz. Böylece her şeyi açıklayan ama aslında hiçbir şeyi açıklamayan bir noktada konumlanıyorsunuz. Erdoğan’ın otoriterleşmesi, onun bir kabahatinin olmadığı ve verili şekilde kabul edilen devletin ayak oyunlarına gelmiş bir siyasetçinin talihsiz hatta mecburi seçimleri olarak görüyorsunuz. Öyle ki, öznelik bahşedilmeyen bir sonraki iktidar aktörleri de eğer Mahçupyan’ın tasdik edeceği bir demokrasi tahayyülünde buluşmazsa, onları da bekleyen sonun bu olduğunu iddia edebiliyorsunuz.
Bunlar yine de bir şekilde düzeltilebilir metodolojik kusurlar. Ancak en vahimi, Mahçupyan’ın her hangi bir olumsuzluğu açıklamak için başvurduğu bağımsız değişkeni devlet olarak ele alması ve bu devleti tanımlama konusundaki isteksizliği. Hududu belli olmayan, bütün kötülüklerin anası bir devlet tanımı yapıyor ve mührü eline alan, “hukuk devleti” ilkelerini ihlal eden, eşit vatandaşlık prensibini partizan makbul vatandaş ile ikame eden ve adeta bir komita gibi davranan her aktöre de bu devlet payesini vermekten imtina etmiyor. Devleti sadece güç ile tanımladığınız ve onun meşruluğunu sadece güç ile ölçtüğünüz zaman elbette ki bu hataya düşer, en güçlü aktörün bütün olgu ve eylemlerin tek müsebbibi olduğuna hükmedersiniz. Siyasetçiler bu korkunç yapının eline düşmüş irade yoksunu aciz varlıklar gibi görünür. Kendi varsayımınız kaçınılmaz olarak kendini doğrulayan bir sonuç üretir ve devleti yeniden tanımlamak zaruretine işaret ederek anlamlı bir önermede bulunduğunuzu iddia edersiniz.
Oysa, ben “kurumsal bir devlet” derken aslında iki kaynaktan besleniyorum ve bu yeteri kadar somut bir çerçeve sunuyor. Bunlardan birincisi, “hukuk devleti” tabirine şiddetle karşı çıkan Kelsen. Ona göre bu gereksiz uzun ve anlam bozukluğu içeren bir tanımlama. Zira, devleti devlet yapan zaten bir hukukun varlığıdır. Hukukun olmaması, otoriteyi keyfi ve tahmin edilemez bir tiranlığa çevirir ve orada devlet hem anlamını hem de esbab-ı mucibesini kaybeder. İkincisi ise Weber’in rasyonel-yasal otorite modeli. Buna göre, bürokrasinin gayri şahsiliği, hak ve sorumlulukların yazılı yasalarla belirlenmesi ve hükümet eylemlerinin keyfilikten arındırılması gerekiyor. Bu model aslında devlet eylemini rasyonel ve yasal bir zemine oturturken aynı zamanda vatandaşları da kanun önünde eşitlemeyi vaat ediyor. Yani meşruluğunu geleneklerden ve halkın o geleneklere duyduğu inançtan alan geleneksel otorite modelinden veya liderin karizması etrafında şekillenen, bürokratik hiyerarşinin yerini halk ile liderin kurduğu duygusal bağın aldığı karizmatik otorite modelinden farklı bir devlet anlayışını benimsiyorum.
Muhtemelen Mahçupyan, AKP iktidarına baktığı zaman kafasında sezgileri yoluyla yaklaştığı devletin bir görüntüsüyle hatta bu görüntünün zaferiyle karşılaşırken, ben kendisini bir hukuk ile bağlamayı reddeden, iktidarını sadece güç ile meşrulaştıran, karizması sayesinde kendi takipçilerini sürekli olarak seferberlik ve teyakkuz halinde tutmaya çalışan, cumhuriyet kanunları yerine kendi inanç sistemine karşı sorumluluk hisseden bir aktör görüyorum. Ve bu aktöre devlet demiyorum. Hatta bu aktörün, kurumsal devlet olarak tabir ettiğim olguyu temelinden sarstığı kanaatindeyim.
Artık daha somut bir noktadayız. Mahçupyan için, Erdoğan devlete teslim olmuş ve girdiği ilişkiler sonucu başına ne geleceğini hesaplayamamış bir yarı mağdur iken benim için devlet Erdoğan’a teslim olmuş bir haldedir. Dolayısıyla, onun her türlü otokratik keyfiliği açıklarken bir bağımsız değişken olarak gördüğü devlet benim için otokratik keyfilik tarafından tahrip edilmiş bağımlı değişkeni işaret ediyor.
Bu farklılığın sebebi ise az evvel de bahsettiğim gibi Mahçupyan’ın, devlet içinde kümelenen komitaları, besleme mafyaları, cuntacı takımını ve sistemin ulufesiyle beslenen yarı tüccar yarı devlet memuru iş insanlarını devlet olarak tanımlaması ve benim bahsettiğim kurumsal devlet ihtiyacının bir sonraki iktidarı bu aktörlerle işbirliği yapmaya iteceği korkusu. Bu o kadar yanlış bir tutum ki, Anayasa mahkemesini, bağımsız yargıyı, bürokratik kurumların özerkliğini, devlet personel alım sisteminin standardize olmasını, kamu ihalelerinin etkin bir yasa ile denetlenmesini, kamu kaynaklarının bağımlı bir medya yaratmak için kullanılmamasını talep etmek sizi komitacı ve karanlık bir derin çetenin hakimiyetini arzulayan bir insan olarak resmetmekte imtina etmiyor. Halbuki, kurumsal devlet ihtiyacı, bizzat şu anda yaşadığımız bu keyfi idarenin hayatımızda yarattığı travmalardan neşet ediyor. Yani kanunların bütün vatandaşlara eşit olarak uygulanması, bürokrasinin gayri şahsi davranması ve kaynakların keyfi olarak dağıtılmaması bizi devletten uzaklaştıran değil tam aksine modern anlamda bir devlete yaklaştıran unsurlar. Yani Mahçupyan’ın kabusunun, kurumsal bir devlet arzusu etrafında birleştiğimiz zaman değil, bunu ihmal ederek yapacağımız demokrasi tartışmaları sonucunda ortaya çıkması daha muhtemel. (Zaten bunu yaşadık).
Yazıyı okuyanlar haklı olarak, Erdoğan’ın ellerinde can çekişen devletin, ne denli liberal karaktere sahip olduğunu soracaklardır. Bu yazıda amacım eski Türkiye’yi bir iyilik güzellik adası olarak okuyucuya pazarlamak değil. Ancak ülke tarihinin sadece iki kavram ekseninde, yani demokrasi ve otokrasi, okunmasına karşıyım ve bu konunun devlet kalitesi açısından da ele alınması gerektiğini düşünüyorum. Dolayısıyla, Erdoğan döneminin askeri vesayet döneminden otoriterlik açısından farklılaştığını söylemem gerekiyor. Sadece otoriterliğe bakarak bir devamlılık olduğunu söylemek oldukça yüzeysel bir yaklaşım. Schmitt’e müracat ederek egemenin kim olduğunu öğrenebiliriz. “Egemen istisnaya karar verendir” diyor. Bu egemen AKP öncesi durumda Milli Güvenlik Kurulu’ydu. MGK’nın etkisini yitirmesiyle birlikte ise AKP lideri Erdoğan ve onun koalisyon ortağı Bahçeli’nin eline geçti. Bugün bütün muhalefet partilerinin hatta kebapçıların, yurt arayan öğrencilerin, çevre aktivistlerinin terörist olarak yaftalanmasının sebebi bu değişim. Artık istisnayı ilan etme tekeli askerlerin değil sivillerin elinde. Ancak bu tekelin varlığı iki sistemi birbirinin benzeri yapmıyor. Zira, MGK aslında meşruluğunu oy üzerinden tanımlayan bir yapı değildi. Hatta bu umrunda bile değildi. Kendinden menkul bir hakla, hangi aktörün istisnai bir muameleye tabi tutulacağını belirliyor, güvenlik eksenli bir makbullük tanımı yapıyor ve bu tanımın dışında kalan aktörleri siyasi sistemin dışına itiyordu. Kürt ve İslamcı partilerin 90lı yıllarda yaşadıkları tam olarak bu tavrın sonucuydu.
Ancak burada ihmal edilen nokta, istisnayı tanımlama tekeline sahip olan egemenin aynı zamanda normali de muhafaza etme zorunluluğudur. Normal dediğimiz alan, makbul aktör olanlar arasındaki olabildiğince biçimsel hukuka uygun işler. Bu yüzden Kürt ve İslamcı partiler sistemden süpürülürken, MGK’nın güvenlik paradigmasına biat etmiş farklı partiler arasında büyük bir rekabet devam edebiliyor, iktidar seçim ile değişebiliyor, her hangi bir sivil aktör sistemi merkezileştiremiyordu. Ancak günümüzde, MGK’nın 90’larda oynadığı vasi rolünü oynayan aktörler, bizzat oyunun içindeki aktörlerdir ve onlar için normal olarak tanımlanan şey sadece kendi varlıklarıdır. Güvenlik olarak tanımlanan kırmızı çizgi ise kendi siyasi ikballerinden başka bir şey değildir. Bu yüzden 2015 Haziran’ında PKK ile masaya oturmayı, 2015 Ağustos’unda PKK ile çatışmayı, 2019 Haziran’ında ise Öcalan kardeşlerin yerel seçimlere müdahalesini teşvik eden bir hükümet ile karşı karşıyayız. Benzer bir öngörülemezlik ve savrulmak MGK döneminde yaşanmıyordu.
İstisna üzerinden iktidar kurma, 90’larda da şu anda da kendi parazitlerini tabii ki üretti. Bunu inkar edemeyiz. Hatta şu anda da aynı parazitlerin olduğunu kabul etmeliyiz. Ancak 90’larda bu parazitler bir anomaliye hatta biçimsel de olsa bir kanun dışılığa işaret ederken, şu anda mevcut sistemin normu olmuş durumda. Üstelik, şu andaki iktidarın meşruluğunu oy üzerinden tanımlaması, eski sistemin normal dairesi içerisinde üretmeye çalıştığı kurumları, vatandaşlık anlayışını ve siyasi rekabeti de tamamen ortadan kaldırdı. Yani elimizde iyi kötü devlete benzeyen ne varsa.
Bu yüzden kurumsal devlet anlayışı, Mahçupyan’ın zannettiği gibi istisna üzerinden iktidar kurma kültürünün parazitlerini değil, aksine normalin içinde kendisine yer bulan yapıların yeniden inşasını, hatta normalin kapsama alanının genişlemesini amaçlamaktan başka bir derde sahip olamaz. Bütün muhalefet partilerinin, modern anlamda bir devlet fikri üzerinde uzlaşmaları, istisna ilan etme tekelini kişilerden alarak parlamentoya vermeleri ve bu süreçte yaşanacak kamusal tartışma zemininin güvenliği üzerinde anlaşmaları kabuslarımızda büyüttüğümüz bir heyulaya göz kırpmak değil aksine hukuk devletinin ve vatandaşlık kavramlarının yeniden restore edileceği ve farklı demokrasi tahayyüllerinin müzakereye açılacağı bir atmosferin habercisi olabilir. Kurumsal devlet bir yöntem olarak kabul edilebilir ve bu yöntem bizi, Mahçupyan’ın hemen tartışmamız gerektiğine inandığı ve her nedense buradan bir mutabakat çıkacağını düşündüğü, demokrasi tartışmasına daha güvenli bir şekilde götürür.
Yazı aslında burada bitmeliydi. Ancak bir noktayı daha açıklığa kavuşturmam gerekiyor. Mahçupyan, liberallerin devletin küçülmesiyle ilgili kafa karışıklığı yaşadığını düşünüyor. Bu düşünce, siyasal olguları tek değişkenle, her hangi bir dikey eksen tarafından kesilmeyen yatay eksenden ibaret şekilde okumanın bir sonucu. Altyapısal iktidar ile rejim şeklinin farklı kavramlar olduğunu siyaset bilimi öğrencileri Mann, Tilly, Fukuyama gibi yazarlardan anımsayacaktır. Üstelik son dönemde Acemoğlu’nun yazdıkları da bize ışık tutabilir ve onun kapsayıcı kurumlara sahip, kapasite sorunu yaşamayan devletlerin piyasa ekonomisinin enerjisini etkin bir şekilde ortaya çıkartmayı başardığına dair tezini yeniden hatırlayabiliriz. Dolayısıyla, liberalizm sadece klasik formuna indirgenemez ve farklı toplumlarda edindiği tarihi tecrübelerden soyutlanamaz. Yani, modern anlamda, partizan olmayan bir hukuk devletini arzu etmek ve onun yönetim kapasitesinin yüksek olmasını istemek kimsenin liberal kimliğine halel getirmez. Eğer öyle olsaydı, temel liberal değerlerin kurucu felsefe olarak kabul edildiği ülkeleri güçlü devlet kapasiteleri yüzünden liberal olarak tanımlamamamız gerekirdi.