[voiserPlayer]
Mısır’ın eski devlet başkanı Mursi’nin, kendisini deviren Sisi’nin yönetiminin zulmü altında, en sonunda mahkeme salonunda vefat etmesi tabiatıyla Türkiye’deki hemen hemen herkesi derinden etkiledi. Özellikle de dindarlar ile İslamcıları… Bu elim olayı seçim kampanyasında kendisine avantaj sağlamak amacıyla istismar eden AKP yönetimi bir yana, gerçekten de bu hazin ölüm ister dindar veya İslamcı olsun ister olmasın vicdanlı herkesi üzdü.
Seçimle geldiği devlet başkanlığından askerî darbeyle uzaklaştırılıp bilâhare darbecilerin baskı rejiminin zulmüne maruz kalan bir siyasetçiye üzülmekten daha tabiî ne olabilir?…
Ama, dikkat edelim: Mursi’nin trajedisine üzülmek ile, onu bir “demokrasi kahramanı” olarak görmek farklı şeylerdir. Aslında, Mursi’nin seçimle göreve gelmek dışında demokrasiyle pek bir ilişkisi yoktu. Bir yıllık kısa iktidar döneminin gösterdiği gibi, seçimle iş başına gelmek onun için sadece kafasındaki İslamcı programı uygulamaya geçirebilmek için bir araçtı. Nitekim, iktidarının daha beşinci ayında çıkardığı bir başkanlık kararnâmesiyle çoğu devlet yetkisini kendisinde toplayıp ardından tek taraflı iradesiyle ülkeye İslamî renkli bir anayasa dayatan bir liderdi Mursi. O toplumun dinî ve kültürel çoğulculuğunu yok sayan, kendisini deviren Sisi gibi insan haklarıyla ve başta yargı bağımsızlığı olmak üzere hukukun üstünlüğüyle başı hoş olmayan bir politikacıydı.
Zaten, Türkiye’li İslamcıların Mursi’nin hatırasına gösterdikleri saygının nedeni de onun sözde demokratik kariyeri veya davası değil, kendileri gibi bir İslamcı olmasıydı. Bu bizi, İslam-demokrasi ilişkisini bu vesileyle yeniden gözden geçirmeye sevk etmesi gereken bir durumdur. Bu ilişki öteden beri genellikle kuşku belirten bir tonla ortaya konagelmiştir: “İslam demokrasiyle bağdaşabilir mi?”
İslam ile demokrasinin bağdaşabilirliği sorunu en azından Türkiye’de 90’lı yılların en popüler tartışma konuları arasında yer alıyordu. Bu “bağdaşabilirlik” sorgulamasının nedeni, İslamın dinî bir öğreti olarak demokrasiyle bağdaşabilir olup olmadığına ilişkin hasbî bir tecessüsten ziyade, İslamcı söyleme ve İslamcıların dünyadaki gelişmeler karşısında aldıkları tutuma karşı duyulan haklı güvensizlikti. Teori düzeyinde İslamî öğretinin kendisinin demokrasiyle bağdaşabilirliğini kategorik olarak reddetmek için bir neden yoksa da, zaman en azından İslamcılıktan duyulan yaygın kuşkunun haksız olmadığını gösterdi. Türkiye’nin AKP tecrübesi de maalesef bunu doğrulamıştır.
Bağdaşmazlık bağlamında İslamcılığı vurgulamakla dikkat çekmek istediğim, sorunun İslamın kendisiyle olmaktan çok Müslümanlarla ve daha çok da İslamcılık ideolojisiyle ilgili olduğudur. Müslümanlar söz konusu olduğunda ise mesele onların İslamı nasıl anladıklarıyla ilgilidir. Buna karşılık, İslamcı ideoloji, aşağıda açıklayacağım gibi, genellikle demokrasi karşıtıdır.
Evet, başka konularla ilgili olarak olduğu gibi, İslamî öğretinin demokrasiyle ilişkisi de yoruma bağlıdır. En başta, İslamı bir din ve ahlâk öğretisi olarak mı yoksa bir siyaset olarak mı anladığınız, demokrasi karşısında alacağınız tutum bakımından çok önemlidir. İslam eğer esas olarak bir dinî ve ahlâkî öğreti ise, onun siyasal alanın düzenleyici ilkelerinden biri olma iddiasındaki demokrasiyle bağdaşmaması için bir neden yoktur. Yok eğer İslam aynı zamanda ve öncelikle bir siyaset ise, o zaman bunun önü totaliterizme kadar açıktır. Çünkü, siyaset aracılığıyla kendi ahlâkî ve kültürel kodlarını tüm topluma teşmil etme peşindeki bir “dava”nın takipçilerinden farklı ahlâkî anlayış, hayat tarzı ve kültürel pratiklere hayat alanı bırakmalarını beklemek gerçekçi değildir. Aslına bakılırsa, bu sadece dinlerle ilgili olarak değil, kapsayıcı bir pozitif projesi olan bütün ideolojiler için geçerli bir yargıdır.
Buna karşılık, İslam esas olarak ahlâkî bir öğreti olarak anlaşılırsa, onun demokrasiyle bağdaşmaması için bir neden bulunmadığı gibi, siyasetin demokratik olarak yapılandırılması pekâlâ İslamın bir gereği olarak da görülebilir. Çünkü, demokrasinin özü, halkın ortak sorunlarını -doğrudan doğruya veya temsilcileri aracılığıyla- birlikte müzakere ederek karara bağlaması ve kendisi adına kamu işlerini çekip-çevirenlerin yapıp-ettiklerinden dolayı halka hesap vermeleridir. Yani, kimi kültürel tutumlar demokrasinin yaşayabilirliğini desteklese ve yerleşmesini kolaylaştırsa da, demokrasi esasta insanlara bir ahlâk ve hayat tarzı dayatma meselesi değildir.
Onun için demokraside İslama –veya genel olarak dinlere- aykırı olan hiçbir şey yoktur. Esasen, dinin “insanlık durumu”nun evrensel bir özelliği olduğu gerçeği karşısında, dinlerin kategorik olarak demokrasiyle bağdaşmadığını söylemek demokrasiyi evrensel bir ideal olarak tasavvur etmekten vazgeçmemizi gerektirirdi. Bu arada, Türkiye’de seküler hayat tarzına sahip olan kesimler tarafından genellikle yanlış anlaşıldığı için söyleyeyim: Dinlerin insanlık durumunun esaslı bir gerçeği olması kişisel olarak bizim din karşısında nasıl tavır aldığımızdan bağımsızdır. Başka bir deyişle, birey veya grup olarak bizim dine kayıtsız veya din karşıtı olmamız bu evrensel gerçeği inkâr etmemizi veya göz ardı etmemizi gerektirmez.
Öte yandan, İslamı eğer bir grubun kültürel kimliğiyle özdeşleştiriyorsanız, bu grup ister bir kabile, ister bir kavim, isterse bir ulus olsun, o zaman demokrasiye bakışınız “biz ve öteki karşıtlığı”na bağlı olarak şekillenir ve genellikle de dışlayıcı olur. Çünkü böyle bir durumda demokrasi size “kendinizin”kilerden, kendi kimliğinize ait olanlardan tamamen farklı ve hatta ona karşıt (veya, “düşman öteki”ne ait) bir değer olarak görünür. Böyle baktığınızda, demokrasiyi “düşman-öteki”ne ait bir kötülük olarak görebilirsiniz.
Ayrıca, İslam eğer sizin grup kimliğinizle aynı şey ise, o zaman bu kimliğin demokrasi bakımından sorunlu yanlarını İslamın demokrasiyle bağdaşmadığının kanıtları olarak görebilirisiniz. Bunun gibi, demokrasi karşısındaki tutumunuz, İslamı dünyaya açık “medenî” (şehirli) bir gözle mi algıladığınıza, yoksa onu göçebe kabile mantığıyla mı anladığınıza bağlı olarak da değişkenlik gösterir. Bu ikinci anlayışın sahiplerinden elbette demokrasi getirmeleri beklenemez.
Şimdi, demokrasiyi İslama aykırı olarak görenler, esas olarak, onu siyasî bir ideoloji olarak kurgulayıp devlet cebri aracılığıyla bütün bir topluma dayatmak isteyen İslamcılardır. Bunların “biz ve öteki” mantığını içselleştirmiş olan kimlikçi, dışlayıcı ve kabileci zihniyetlerinin, demokrasiden önce asgariden medenî bir toplumsal var oluşun gerekleriyle bağdaşmasına imkân yoktur. İslâmcılık, bu arada, 18. yüzyıl İskoç filozoflarının toplumsallığın merkezine yerleştirdikleri “ahlâk duygusu”nu (moral sense) ve duygudaşlığı (sympathy) da tahrip eder.
İslamcılık üstelik, bir yandan kabileci-dışlayıcı doğası, bir yandan da esas olarak politik cebre dayanması yüzünden medenî bir “asabiye” yaratamaz, dolayısıyla toplumsallık için bir temel de oluşturamaz. Öte yandan, İslamcılığın -yanlış olarak “Makyavelist” diye bilinen- ahlakî sapması da toplumu oluşturan gruplar ve kesimler arasında güvensizliği besler. Bütün bunlar ‘’toplum olarak var olmayı, dolayısıyla demokrasiyi imkânsız kılan şeylerdir. Oysa demokrasi bir “toplum”un varlığını gerektirir.
Sözün özü, kanaatimce dindarlık demokrasiyle kategorik olarak bağdaşmaz değildir ama İslamcılık doğası gereği demokrasi karşıtıdır. Onun için, tarihsel tecrübenin de doğruladığı üzere, İslamcıların demokrasi vaatlerine güvenilemez.