Türkiye’de Instagram’ın yasaklanması bizi yeni tartışmaların ortasına getirip bıraktı. Eğer Türkiye konsolide olmuş bir demokrasi olsaydı tartışacağımız şey, devletlerin egemenlik gücü ile çevrimiçi demokratik kamusal alanları yaratan dijital kapitalistlerin gücü arasındaki çatışma nasıl çözülebilir sorusu olacaktı. Ancak hükümetin otoriterleşme karnesi pek çok yan tartışmayı da beraberinde getirdi. Bu yazıda, evrensel bir mesele olarak tartışılan ilk probleme değinmek istiyorum.
Facebook, Instagram, Twitter, YouTube gibi uygulamalar diğer büyük dijital şirketlerden bir açıdan farklılar. Bu uygulamaların hepsi yeni bir kamusallık biçimi yarattılar. İlk iletişim devrimi ile uluslaşma, demokrasi, anayasallık arasında varoluşsal bir ilişki vardı. Matbaa kapitalizmi, politik yaşamın parçası olmayan insanların devlete temas etmesine imkan sağlamış, somut olarak dokunamadıkları insanlara çeşitli şekillerde temas etmelerini sağlayarak ortak bir kolektif kimlik içerisinde birleşmelerini sağlamıştı.
Günümüzde deneyimlediğimiz yeni iletişim devrimi de benzer bir dönüşüm yaratıyor. İlk iletişim devrimi gibi bu da bazı toplumsal hiyerarşileri yıktı; üniversitede akademisyen, gazetede köşe yazarı, televizyonda konuşmacı olmayan insanların kamusal alanda seslerini duyurma ve diğer insanlara etki etme imkanı sağladı. Artık kat be kat fazla insan siyasete, kamusal alanda aktif bir aktör olarak temas edebiliyor ve siyaseti şekillendirebiliyor. Bu yüzden bu şirketler, klasik şirketlerden farklı olarak, demokrasi ve özgürlük için çok önemli bir misyon üstleniyorlar. Terazinin bir kefesinde bu özgürlük imkanı yatıyor. Tek başına bu, sosyal medya sansürlerine karşı çıkmamız için yeterli bir sebep.
Gelelim terazinin diğer kefesine. İlk iletişim devrimi nasıl dünyayı radikal şekilde dönüştürdüyse mevcut devrim de dönüştürecek, dönüştürüyor da. İlki nasıl feodal lordları, kiliseleri, ağaları ortadan kaldırıp ulus devlet ve ulus kimliği içerisinde erittiyse bu yeni devrim de bugün var olan bazı yapıları yıkıp, yenilerini inşa edecek. Tehdit ettiği bir numaralı aktör ise ulus devletin kendisi. Hükümetin ulus devlet egemenliğinden feragat etmeyeceğiz beyanı da bu gerçeğe işaret ediyor.
Uzun zamandır devletler politik alanın ana aktörü olmaktan çıktılar. Özellikle küreselleşmenin hızlanmasıyla beraber küresel sermaye, uluslararası örgütler, bağımsız teknokratik kuruluşlar, ulus devletlerle beraber siyasal yaşamın ana aktörlerini oluşturuyorlar. Bu süreci yeni bir boyuta taşıyan şey dijital kapitalizmin olağanüstü yükselişi oldu. Geleneksel kapitalistlerin yüz yılda ulaşabildiği zenginliğe çok kısa zamanda ulaşabilen bu aktörler, bugün hayal edilmesi imkansız bir zenginliği ellerinde bulunduruyorlar. Bu zenginliğe ek olarak, klasik burjuvaziden oldukça farklı bir ekonomik faaliyet yürütüyorlar. Klasik burjuvalar siyasete lobicilik, rüşvet, vaat veya tehdit gibi araçlarla, dolaylı olarak müdahale edebiliyorken bu yeni burjuvalar doğrudan politikayı şekillendirme gücüne sahipler. Literatürde buna “tekno-feodalizm” denmesi anlamlı bir benzetme. Çünkü artık tüm yerkürede faaliyette bulunan, devletlerden bağımsız olarak norm koyan, yargılayan, cezalandıran, kendi siber toprakları içerisinde istediği şeyi yapabilen “devletimsi” şirketlerimiz var.
Çatışmada bu dijital şirketleri savunanların temel argümanı, yukarıda özetlediğim, bu sosyal medya uygulamalarının artık birer kamusal alan haline geldiği ve bunları sansürlemenin kamusal alanı sansürlemek anlamına geldiği tezidir. Haklı bir tez. Ancak egemenlik saflarında yer alanların da çok haklı tezleri var. Devlet her ne kadar özgürlüklerin en büyük düşmanı görülse de bu devleti bir nebze olsun ehlileştirebilmek için insanlık çok büyük bedeller ödedi ve bu alanda büyük ilerlemeler kaydetti. İnsan hakları, anayasalar, kanunlar, demokratik seçimler, egemenliğin halka ait olması gibi çok fazla güç ve değer kazandık. Ancak bu güçlerin tamamı yalnızca bir devletin sınırları içerisinde anlamlı.
Ortaya çıkan yeni küresel aktörler aynı zamanda çok büyük bir politik ve ekonomik gücü ellerinde bulundurmalarına rağmen onları denetleyecek ve dengeleyecek araçlarımız yok. Bu yüzden bu kamusal alanları korumak kadar, bu kamusal alanda bu şirketlerin ve bu şirketlerin ait olduğu ülkelerin sahip olduğu kontrol gücünü de bir şekilde kırmak zorundayız. Bu yeni devletimsi aktörler için de özgürlükçü, demokratik kontrol araçları kurmalı ve bu gücü ehlileştirmeliyiz.
“Özel bir şirket istediğini yapar” ifadesi, “feodal lord toprağında istediğini yapar” cümlesinden farkı olmayan bir cümle. O dönemeçte nasıl yeni bir mülkiyet, yeni bir güç, yeni meşruiyet tanımları üretildiyse bugün de yenilerini üretmek zorundayız. Sahip oldukları zenginliğin onda birine bile sahip olsalar yine de dünyanın en zengini olacak bu insanların, bizim üzerimizden kazandıkları zenginlik ve güçle, bizi nasıl kontrol edebileceklerini de fark etmeliyiz.
Korkunç paralar kazandıkları ülkelere vergi vermeyi kabul etmeyen ve dünyanın tüm zenginliğini Amerika’ya akıtan bu sistem, kısa vadeli bir bakışla lehimize görünse de, uzun vadede büyük bir güç asimetrisine neden olacaktır. Siber dünyanın içinde yaşadığımız gerçek bir dünya olduğunun ayırdına varmalıyız. Neyi görüp görmeyeceğimizi, hangi içeriğin yüksek etkileşim alıp almayacağını ve nasıl düşüneceğimizi belirleyebilen, özetle siber varlığımız üzerinde bu denli büyük bir güce sahip olan bu firmaları dostumuz görmek büyük bir körlük olacaktır.
Bu nedenle, küreselleşme vs. ulus devlet egemenliği tartışmasına daima üçüncü bir ayak ekleyerek tartışmayı gerekli görüyorum. Çünkü kalıp birer ezber haline gelen bu iki tanım içerisinde de gerçek olmayan çok fazla önsel yargılar var, özellikle egemenlikle ilgili. Zira halk egemenliği ve demokrasi gibi yola çıkış kavramlarımızın hepsi de ciddi sorunlar barındırıyor. Meclislerde el kaldırıp indiren ve yasalar çıkaran insanların gerçekten de halkları temsil ettiği hikayesi gerçeğin ancak %20’sine tekabül ediyor.
Demokratik siyaset profesyonel siyasetçilerin atamayla seçtirdiği milletvekilleri eliyle işleyen ve bu haliyle de bir oligarşiden ibaret olan bir sistem. Bu durum Amerika için de böyle İngiltere için de. İşin en kötüsü bu insanlar, falanca özel şirkete karşı dururken diğeriyle işbirliği içerisinde politika yürütüyor. Yani aralarında gerçek bir karşıtlık da yok. Bu yüzden ulus devleti savunurken bu kutbun bizi temsil ettiğini düşünme saf dilliğine de düşmemeliyiz. Biz üçüncü ayaktayız ve bu ikisi de bizi mümkün olduğunda pasifleştirmek için elinden geleni yapıyor. Birinin amacı bizi kontrol etmek; diğeri ise bizi tüm zamanını sosyal medyada geçiren ve en hayati politik meseleleri bile sosyal medyada ömrü bir günden fazla sürmeyen tartışmalar içerisinde arayan mutlak bir tüketiciye dönüştürmek.
Bir zamanlar birileri, bu topraklar tek başına feodal beylere ait olamaz, farklı bir dünya mümkün dediğinde çoğunluk bu itirazları anlamsız bulmuştu. Bugün bu çoğunluktan olmama fırsatımız var. Yeni, daha demokratik; yaşamlarımızı, politikalarımızı, duygularımızı birer entry’lik tüketim paketlerine sığdırmaya çalışmayan bir sosyal medya da mümkün. Burada üretilen zenginliğin, bunu üreten kamuya daha adil şekilde dağıtıldığı bir dijital ekonomi de…