Türkiye ekonomisi son yıllarda pek çok makroekonomik problemle karşı karşıyadır. Yüksek enflasyon, işgücü piyasasındaki bozukluklar ve gelir dağılımındaki adaletsizlikler, toplumun geniş bir kesiminin yaşam standartlarını ciddi şekilde etkiliyor.
Bu gelişmeleri teyit eden OECD’nin 2024 yılında yayınladığı “How’s Life?” raporu Türkiye’deki gelir eşitsizliğinin derinleştiğine dikkat çekiyor. Son dönemde Türkiye’deki asgari ücret tartışmaları, gelir eşitsizliği üzerine yapılan bu tür tespitleri daha da önemli hale getiriyor.
Gelir eşitsizliği, dünya genelinde artan bir sorun olarak karşımıza çıkmakta ve birçok ülkenin ekonomik ve sosyal yapısını tehdit etmektedir. Özellikle küreselleşme ve teknolojik gelişmelerin hız kazanmasıyla birlikte, zengin ile fakir arasındaki uçurum derinleşmiş, bu durum toplumsal adaleti ve sosyal huzuru zedeleyen bir unsur haline gelmiştir. OECD’nin yayınladığı rapor, bu sorunun küresel düzeydeki etkilerini ortaya koyarken, aynı zamanda Türkiye’nin gelir eşitsizliği açısından kritik bir noktada olduğunu da bize gösteriyor.
Türkiye’de Durum Parlak Değil: Enflasyon ve Hayat Pahalılığı
Türkiye, OECD ülkeleri arasında gelir eşitsizliğinin en yüksek olduğu ülkelerden biri olarak dikkat çekici bir konumda. Türkiye’deki Gini katsayısının son yıllarda yükseliş göstermesi, gelir dağılımındaki adaletsizliğin derinleştiğine işaret ediyor. Bu eşitsizliğin en büyük nedenlerinden biri, ekonomik büyümenin toplumun tüm kesimlerine eşit şekilde yansımamasından kaynaklanıyor.
Özellikle 2000’li yıllarda hızlı bir ekonomik büyüme sürecine giren Türkiye, bu büyümenin getirilerini büyük ölçüde üst gelir gruplarına aktarabildi. Ancak alt ve orta gelir grupları bu büyümeden yeterince faydalanamadı, gelir dağılımındaki adaletsizlik giderek derinleşti.
Toplumdaki gelir uçurumunun temel nedenleri yapısal bir arka plana sahip. Özellikle işgücü piyasasında kayıt dışı çalışmanın yaygın olması, işçi haklarının yeterince sağlanamaması ve ücretlerin düşük seviyelerde kalması, gelir eşitsizliğini artıran unsurlar arasında yer alıyor. Ekonominin hemen hemen her kesiminde kayıt dışı çalışan milyonlarca işçi, sosyal güvenceden yoksun bir şekilde düşük ücretlerle çalışmakta ve bu durum, toplumun geniş bir kesiminin gelir seviyesini aşağı çekiyor.
Türkiye’de ücretli çalışan kesimin yarısından fazlası asgari ücret karşılığında istihdam ediliyor. Toplumun çok geniş bir kesimine uygulanan ve geri kalan kesimlerin ücretlerinin belirlenmesinde de bir gösterge olan asgari ücret, çok büyük bir öneme sahip. Zira asgari ücret bu kadar geniş bir etki alanına sahip olduğu için piyasadaki ortalama ücretin asgari ücrete yakınsamasına yol açıyor. Bu durum asgari ücretin toplumun ekonomik refahı üzerindeki etkisini daha da önemli hale getiriyor.
Son dönemde Türkiye’de asgari ücret artışları, özellikle yüksek seyreden enflasyon ve yaşanan büyük hayat pahalılığı ile önemli bir tartışma konusu haline geldi. 17.002 TL olan asgari ücretin, mevcut enflasyonist tablo ve hayat pahalılığı altında hanehalkına verdiği satın alım gücünün ciddi şekilde zayıflamış olması, asgari ücretle geçinmeye çalışan milyonlarca insanın yaşam standartlarını kötüleştiriyor ve gelir eşitsizliğini artırıyor.
Asgari Ücret ile İnsanca Yaşam Mümkün mü?
Asgari ücretin belirlenme sürecinden kaynaklanan temel sorunlardan biri, ücretin gerçek enflasyon oranına göre ayarlanamamasıdır. Türkiye’de resmi enflasyon oranları ile halkın hissettiği enflasyon arasındaki fark, asgari ücretin sağladığı satın alım gücünü düşürmekte ve toplumun önemli bir kesiminin özellikle temel gıda, barınma ve enerji maliyetlerini karşılamakta zorluk yaşamasına yol açmakta; geri kalan sağlık, kültürel faaliyetler, eğitim ve eğlence gibi konular ise adeta hiç karşılanamamaktadır. Bu durum, asgari ücretin gelir eşitsizliğini azaltma işlevini yerine getirmesini engellemekte ve toplumun önemli bir kesimini felakete sürüklemektedir.
Asgari ücret artışı, genellikle gelir eşitsizliğini azaltıcı bir etki yaratması beklenen önemli bir adım olarak görülür. Ancak son dönemdeki ekonomik koşullar, bu artışın beklenen etkiyi yaratmadığını gösteriyor. 2023 ve 2024 yıllarında yapılan asgari ücret artışlarına rağmen yüksek enflasyon oranları, ücret artışlarının sağladığı alım gücünü hızla eritmiş, dolayısıyla toplumsal gelir eşitsizliğinin azalmasına yönelik bir katkı sağlayamamıştır.
OECD’nin söz konusu raporunun da ortaya koyduğu üzere, asgari ücret artışının enflasyonist baskı altında yetersiz kaldığı ve düşük gelirli haneler üzerindeki etkisinin çok sınırlı olduğu görülüyor. Türkiye’de özellikle enerji ve gıda fiyatlarındaki hızlı artış, asgari ücretle çalışanların gelirini tüketmekte ve bu durum, gelir adaletsizliğini daha da derinleştirmektedir. Asgari ücretin reel alım gücü korunmadıkça, bu artışların gelir eşitsizliği üzerinde anlamlı bir iyileşme yaratması zor görünmektedir.
Olası Ekonomik ve Sosyal Etkiler
Gelir eşitsizliği, sadece ekonomik bir sorun olarak kalmamakta, aynı zamanda toplumsal güveni zedeleyen bir unsur haline gelirken, Türkiye’de gelir dağılımındaki adaletsizlik, toplumun farklı kesimleri arasında güvensizlik yaratmakta ve sosyal barışı tehdit etmektedir. Özellikle zengin ile fakir arasındaki uçurumun derinleşmesi, sosyal kutuplaşmayı artırmakta ve toplumun alt kesimlerinde hoşnutsuzluk yaratmaktadır.
OECD raporu, gelir eşitsizliğinin genel olarak bir toplumdaki sosyal bağları zayıflattığını ve bireyler arasında güven duygusunu azalttığını ortaya koyuyor. Türkiye’de de benzer bir tabloyu her gün gündemi takip ederek gözlemliyoruz; bireylerin devlet kurumlarına ve sosyal adalet sistemine olan güveni azalıyor. Bu durum, uzun vadede toplumsal huzursuzluklara yol açabilecek önemli bir tehdit olarak giderek bir kenarda büyüyor ve güçleniyor.
Gelir eşitsizliğinin yüksek olduğu ülkelerde, kuşkusuz ekonomik büyümenin sürdürülebilirliği de tehdit altına giriyor. Türkiye’de de gelir dağılımındaki adaletsizlik ekonomik kalkınmanın önünde büyük bir engel olarak karşımıza çıkıyor. Zira gelir eşitsizliği, düşük gelirli hanelerin tüketim kapasitelerini sınırlıyor ve bu da ekonomik büyümenin motoru olan iç talebi zayıflatıyor.
Dünya üzerindeki benzer örnekler bu gelir eşitsizliğinin uzun vadede bizi nereye götüreceğini zaten söylüyor. Ekonomik büyümenin yavaşladığı ve toplumsal refahın azaldığı bir geleceğe doğru ilerliyoruz. İnsanların biraz anlamakta ve inanmakta güçlük çektikleri yer de burası. Oysaki düşük gelirli hanehalkının harcama gücünün azalması, ekonomik aktiviteleri sınırlar ve işgücü piyasasındaki verimliliği düşürür. Bu da ekonomik büyümenin sürdürülebilirliğini tehlikeye atar.
Sürdürülebilir Kalkınma Mümkün mü?
Dünya genelinde yoksulluk, eşitsizlik ve çevresel bozulmalarla mücadele etmek için ortaya konulmuş evrensel sürdürülebilir kalkınma hedefleri söz konusu. Bu hedefler, ekonomik büyüme, sosyal refah ve çevresel sürdürülebilirlik arasındaki dengeyi sağlayarak tüm dünyada adil, kapsayıcı ve sürdürülebilir bir gelecek inşa etmeyi amaçlar.
Türkiye, gelir eşitsizliğinin toplumu ve dolayısıyla ekonomiyi getirdiği noktada, sürdürülebilir kalkınma yolunda önemli sorunlarla karşı karşıyadır. Birleşmiş Milletler’in Sürdürülebilir Kalkınma Hedeflerini bu açıdan gözden geçirdiğimizde ilk olarak, “Yoksulluğun Ortadan Kaldırılması” hedefinin gelir eşitsizliğiyle doğrudan bağlantılı bir hedef olduğunu görürüz. Nitekim, gelir eşitsizliği nedeniyle geniş bir kesim yoksulluk riskiyle karşı karşıyadır. Özellikle düşük gelirli aileler, artan yaşam maliyetleri ve sınırlı ekonomik fırsatlar nedeniyle yoksulluk döngüsünden çıkmakta zorlanmaktadır.
Bir diğer hedef olan “İnsana Yakışır İş ve Ekonomik Büyüme” hedefi de Türkiye’deki kayıt dışı ekonomi nedeniyle milyonlarca işçinin sosyal güvenlikten yoksun bir şekilde çalışmak zorunda olduğunu bize hatırlatır. Sürdürülebilir kalkınmanın temel taşlarından biri olan insana yakışır iş fırsatlarının yaratılması, Türkiye’de kayıt dışı çalışanların sosyal güvenceye kavuşturulması ve işçi haklarının güçlendirilmesiyle mümkündür.
Gelir eşitsizliği ile ilgili doğrudan bir hedef olan “Eşitsizliklerin Azaltılması”, Türkiye’de son dönemde önemli tartışmalara konu olan asgari ücret artışlarıyla yakından ilişkilidir. Türkiye’de asgari ücretin artırılması, düşük gelirli hanehalkının refahını artırmaya yönelik önemli bir adım olarak görülse de bu artış yüksek enflasyon karşısında yetersizdir. Son dönemde asgari ücretin alım gücü hızla düşmüş ve bu durum, toplumun alt gelir gruplarının yaşam standartlarını olumsuz etkilemiştir. Gelir eşitsizliğinin azaltılması için asgari ücret artışlarının yanı sıra vergi sisteminin daha adil hale getirilmesi, sosyal yardım programlarının genişletilmesi ve düşük gelirli ailelere yönelik desteklerin artırılması gerekir.
Türkiye’nin sürdürülebilir kalkınma hedeflerine ulaşabilmesi için gelir eşitsizliği ile mücadele edilmesi ve toplumun her kesiminin fırsatlara eşit şekilde erişim sağlaması gerekir. Bu açıdan “Nitelikli Eğitim” hedefi, bireylerin gelir seviyelerini artırmalarında ve ekonomik fırsatlara erişim sağlamalarında kritik bir rol oynar.
Ancak, Türkiye’de eğitimdeki fırsat eşitsizliği, düşük gelirli ailelerin çocuklarının kaliteli eğitime erişimini zorlaştırmaktadır. Öte yandan “Sürdürülebilir Şehirler ve Topluluklar” hedefi doğrultusunda, Türkiye’de kentsel dönüşüm projelerinin düşük gelirli hanehalkı üzerindeki olumsuz etkileri de dikkate alınmalıdır. Türkiye’de büyük şehirlerde hızla artan konut maliyetleri, düşük gelirli ailelerin yaşam standartlarını tehdit etmekte ve bu durum, şehirlerdeki sosyal adaletsizliği derinleştirmektedir.
Gelir Eşitsizliği ile Nasıl Mücadele Edilebilir?
Türkiye’de gelir eşitsizliğinin azaltılması için atılacak en önemli adımlardan biri, vergi politikalarının kökten biçimde reforme edilmesidir. Türkiye’de dolaylı vergiler, gelir adaletsizliğini artıran en önemli unsurdur. Özellikle KDV gibi dolaylı vergiler, düşük gelirli haneler üzerinde daha fazla yük oluşturmakta ve bu kesimlerin harcama kapasitelerini sınırlamaktadır. Bu çerçevede vergi sisteminin daha adil hale getirilmesi gerektiği ortadadır. Dolaylı vergilerin yerine, doğrudan gelir vergilerinin artırılması ve yüksek gelir gruplarının daha fazla vergi ödemesi, gelir dağılımındaki adaletsizliği azaltabilir. Ayrıca, servet vergisi gibi yeni vergi türleri de gündeme getirilerek, zengin kesimlerin gelirlerinin yeniden dağıtılması sağlanabilir. Özellikle sermayenin vergilendirilmesi bakımından Türkiye dünya ülkeleri arasında trajedi yaratan bir örnektir.
Bir diğer önemli adım, sosyal yardım programlarının genişletilmesidir. Türkiye’de mevcut sosyal yardım programları, düşük gelirli hanelerin temel ihtiyaçlarını karşılamada yetersiz kalmaktadır. Özellikle enerji ve gıda yardımları gibi temel destek programlarının artırılması, gelir eşitsizliğini azaltma konusunda önemli bir adım olabilir. Bunun yanı sıra, eğitimde fırsat eşitliğini sağlamak ve bireylerin ekonomik kalkınma fırsatlarına erişimini artırmak gerekir. Kuşkusuz eğitimde yaşanan fırsat eşitsizlikleri, düşük gelirli ailelerin çocuklarının daha iyi eğitim almasını engellerken, gelir eşitsizliğini nesiller boyunca süren bir döngüye mahkum etmektedir.
İşgücü piyasasının kayıt dışı ekonomiyi kontrol altına alacak şekilde reforme edilmesi de önemlidir. Zira kayıt dışı çalışan işçiler, sosyal güvenceden yoksun bir şekilde düşük ücretlerle çalışmakta ve bu durum, işgücü piyasasında çok boyutlu adaletsizliğe yol açmaktadır. Kayıt dışı ekonominin azaltılması ve kayıtlı işgücüne geçişin sağlanması bu açıdan elzemdir.
Sonuç olarak, Türkiye’de gelir eşitsizliği sadece ekonomik bir sorun olarak kalmayıp, aynı zamanda toplumsal huzuru ve güveni tehdit eden yapısal bir mesele haline gelmiştir. Asgari ücret artışı gibi adımlar, geçici rahatlama sağlasa da kalıcı ve sürdürülebilir bir etki yaratmak için yeterli değildir. Türkiye’nin sürdürülebilir kalkınma hedeflerine ulaşabilmesi; vergi reformları yapılması, sosyal yardım programlarının genişletilmesi, işçi haklarının güçlendirilmesi ve eğitimde fırsat eşitliğinin sağlanması gibi adil ve kapsayıcı politikaların hayata geçirilmesiyle mümkündür. Uzun vadede toplumsal barış ve ekonomik istikrarın sağlanabilmesi için gelir eşitsizliği ile etkili bir şekilde mücadele edilmesi kaçınılmaz bir zorunluluk olarak orta yerde durmaktadır. Politika yapıcıların kısa vadeli çözümlere odaklanırken, unuttukları varlık nedenlerini hatırlayıp toplumdaki her vatandaşın “insanca yaşam hakkına sahip olduğunu” hatırlaması gerekir.