[voiserPlayer]
8 Aralık 2016 tarihinde Başbakan Binali Yıldırım Ekonomi Koordinasyon Kurulu toplantısının ardından bir açıklama yaptı. Binali Yıldırım’ın açıklamaları arasında en dikkat çekici olanı kuşkusuz “Nakit sıkıntısı var. Bu sıkıntıyı rahatlatmak, işlerini genişletmelerini sağlatmak, hatta istihdamı arttırmak için hazine kefaleti getirmek suretiyle, kredi garanti fonunun kefaletiyle 250 milyar liraya kadar bir kredi hacmi oluşturuyoruz” sözleriydi. Anlaması yorucu bir açıklama ama şunu demek istiyor Başbakan: 2016 sonu itibariyle ülke ekonomisi iyi gitmiyor, piyasada nakit sıkıntısı baş göstermiş durumda, 2017 yılı için piyasalara Kredi Garanti Fonu (KGF) aracılığıyla likidite sağlanacak ve piyasalar nefes alacak. Nitekim bu demeçten kısa bir süre sonra finansal kuruluşlar 2017 yılı büyüme tahminlerini hızla güncellediler. Öyle ki %1-2 civarında büyüme tahmini yapan kuruluşların birçoğu rakamı %5 ve yukarısına çektiler. Nihayetinde Türkiye ekonomisi 2017 yılında %7,4 gibi yüksek bir oranda büyüdü. Fakat 2017 yılı boyunca gösterişli şekilde büyümüş o ekonomi 2018 Ağustos ayına gelindiğinde bu sefer de ekonomik krizle karşı karşıya kaldı. Bu kadar büyük ekonomik dalgalanmayı sağlayan faktörse kuşkusuz kamunun ekonomik gücünü kullanmasıydı. Bu 2017 yılı örneği de aslında kamunun ekonomik gücünün kısa dönemde neleri değiştirebileceğine ve bunun sonunda neye yol açabileceğine dair bir örnek. Bu ekonomik güç Türkiye ekonomisinin kriz sonrası performansını anlayabilmede bize önemli bir vizyon sunarken, son dönemlerde iktisatçılara gelen “yanıldınız” eleştirilerini de önemli oranda açıklamakta. Fakat kriz sonrası dönemi tamamen bu kamu gücüyle açıklamak da doğru değil. Biraz detaylara gireyim.
Bugün iktisadi analiz yapılırken unutulmaması gereken noktalardan birisi değişimdir. Ülke ekonomisini etkileyen faktörler anlık olarak değişmektedir, değişim süreklilik arz eder. Bazen bu faktörler ekonomiyi düşük oranda etkilerken bazen son derece yüksek oranda da etkileyebilmektedir, zamanın bir ruhu vardır. Ama genel itibariyle büyük değişimler daha uzun zamanda gerçekleşir. Kısa dönemdeki gelişmelerin etkileri ise genelde kısa dönemli olur. Bu yazının ilgilendiği kısa dönemli faktörlerinse bir kısmı iç faktörken bir kısmı da dış faktördür. Önce iç faktörleri inceleyelim.
2016 Aralık ayından 2017 yıl sonuna kadar Türkiye ekonomisini ya da ekonomiye dair beklentileri radikal bir şekilde değiştirecek bir reform ya da herhangi bir hikâye olmadığı halde ekonomi birden hızlıca büyüyebildi. Bu hızlı büyümeyi sağlayan faktörse yukarıda bahsi geçen KGF ile kredi musluklarını açmaktı. Banka kredilerinin artışıyla birlikte ortaya çıkan talep canlanmasıyla ekonomi hızlıca büyüdü. Nitekim bu kredi artışının sürdürülebilir bir büyüme sağlamadığı hemen akabinde gelen krizle görüldü. Peki, kalıcı bir büyüme yaratmıyorsa ve ilerde daha büyük bir soruna yol açabiliyorsa neden bir iktidar bu politikayı tercih eder sorusunu sorduğumuzda ise karşımıza çıkacak cevap elbette siyasetçinin bir oy maksimize edici olarak oy gücünü kısa süreliğine de olsa sürdürmeye devam etme isteği olur. Fakat Türkiye örneğinde de görüleceği üzere uzun dönemde sonu kriz ya da durgunlukla bitebiliyor. Kısa dönemde yapılan ve ekonomiyi olumluya götüren hamlelerin uzun dönemde krizle sonuçlanması ise bize şunu gösteriyor: iktidarların kısa dönemli hedefleri bazen ülke ekonomisinin uzun dönemli istikrarı ile örtüşmemektedir. Bu tür durumlarda iktidarlar mevcut gücünü kısa dönemde koruyabilmek için, ülkenin uzun dönemli istikrarına ters şekilde kısa dönemli politikalar uygulayabilmektedir. O nedenledir ki Merkez Bankası gibi bazı kurumlara bağımsızlık verilmesi önerilir. İktidarların diğer partilerden kısa dönemli ekonomik hedeflere ulaşmada farkı ise elinde bulundurduğu devasa kamu gücü. Bu devasa kamu gücü sayesinde iktidarlar elbette iktisadi rakamları yukarıya kısa dönemli de olsa çekebiliyor. Kamu harcamalarını arttırmak, sosyal transferler yapmak, vergileri düşürmek ya da kredi kanallarını genişletmek kısa dönemde talebi canlandırabilmekte ve ekonomi geçici süreliğine nefes alabilmekte. Bugün de benzer şekilde ekonomiye kısa dönemde krediler üzerinden nefes aldırılmaya çalışılmakta. Aşağıdaki tabloda toplam kredilerin Aralık 2018’den itibaren artmaya başladığı görülmektedir. Toplam krediler içerisinde de özellikle tüketici kredilerin hızlı bir artışı görülmekte. Kısa dönemde tüketim, tüketici kredileri üzerinden uyarılmaya çalışılıyor bir süredir. Burada yapılmaya çalışılan üretime ve üretim kapasitesinin artışına yönelik çalışmalardan ziyade insanların borçlanarak tüketim yapması üzerine. Oluşturulmaya çalışılan şey geçici bir talep.
Maliye politikası tarafına bakıldığında ise dengelenme adı verilen enflasyonun hızla düştüğü ve son çeyrek büyüme rakamlarının yüksek gelmesi beklendiği bir ekonomide mobilya sektörü başta olmak üzere bazı vergilerde indirime gidildi. Konut piyasası tarafında talebi canlandırmak için kamu bankaları konut faizini 0,79’a kadar düşürmek durumunda kaldı. Aynı konut sektöründe 2019 yılı sonuna kadar harç ve KDV indirimleri uygulandı. Bu düzenlemeler bütçe açığının oldukça yüksek olduğu bir dönemde yapılmakta. Kamunun kriz dönemlerinde gevşek maliye politikası izlemesi sık görülen bir tercihtir ama krizden artık çıkmaya başladığı söylenen, 2020’ye dair öngörülerin iktidar tarafında yüksek olduğu bir yerde hala gevşek maliye politikası uygulamaları devam ediyorsa ekonomi belli ki yeterince iyi gitmiyordur. Unutmamak gerekir ki, krizin artık 17. Ayındayız ve bu çok uzun bir süre. İyi gitmediği için de bütçe açıkları göze alınarak hala piyasada yapay yollarla talep canlandırılmaya çalışılıyor. İkinci grafikte 2010 yılından itibaren Program Tanımlı Faiz Dışı Denge performansı verileri bulunmakta. Dengelenme süreci olarak adlandırılan süreçte kırmızı renkle gösterilen faiz dışı açığın hızlı bir şekilde arttığı görülmekte. Program Tanımlı Bütçe Dengesi tek seferlik gelirler (özelleştirme gelirleri, faz gelirleri, imar affı, Merkez Bankasından alınan temettü vb.) çıkarılarak bulunduğundan sürdürülebilir bütçe dengesi açısından oldukça kötüye gidildiği ortada. Dolayısıyla ekonominin bu tarafında da gevşek maliye politikası kaynaklı geçici süreliğine kamu ekonomik gücü kullanılarak bir talep oluşturmaya çalışılmakta ve bu yapılırken çok ciddi açıklar verilmekte. Ve bu açıklar verilirken bir kısmı tek seferlik gelirlerle örtülmeye çalışılmakta, özellikle de Merkez Bankası gelirleri tarafında.
Bunlarla birlikte ekonominin iyiye gitmesi için gerekli şartlardan olan “tüketici güveni” hala olumsuz. Bireyler hala ekonomiye güvenmediğinden döviz almaya devam ediyor. Banka hesaplarındaki bu dövizlerin swap yoluyla Merkez Bankası’na aktırıldığı bilinmekte zira bankalar bu dövizi kredi olarak kullandırmak istediğinde Türk Lirasına ihtiyaç duyuyor o nedenle TL ile dolar takas ediliyor. Fakat Merkez Bankası hesaplarına geçen bu dövizin akıbeti konusunda çeşitli şüpheler var. Piyasayı oldukça yakından bilen ve takip eden iktisatçı Kerim Rota, yazdığı yazılarda bu dövizlerin kamu bankaları eliyle dolar satımında kullanıldığına dair şüpheler olduğuna işaret ediyor (1). Bu şüpheler dış basına da yansıdığı halde henüz kimseyi tatmin edici bir açıklama gelmedi. ABD’nin Kasım Süleymani’yi vurduğu, borsanın çöküp petrol fiyatlarının ciddi artış gösterdiği dönemde TL’nin sadece iki kuruş arttığını bir örnek olarak not etmek de isterim.
İşsizlik rakamları ise 2019 sonu itibariyle hala oldukça yüksek ve burada da herhangi bir olumlu trend görülemiyor. İşsizlik rakamının daha da yüksek gelmesini engelleyen unsurlardan birisi TÜİK’e göre artık kadınların iş aramaktan vazgeçerek ev kadını olmayı tercih etmeleri. TÜİK’e göre 632 bin kadın son bir senede iş aramayı tamamen bırakmak durumunda kaldı ve ev kadını olmayı tercih etti (2). TÜSİAD Başekonomisti Zümrüt İmamoğlu’na göre inşaatta 700 bin civarı istihdam kaybı bulunmakta ve bu insanlar iş gücü piyasasından çıktığı için işsizlik rakamlarında görülmemekte (3). İnsanların iş bulamadığı, bulmaya dair umudunun kalmadığı dönemde iş gücü piyasasına girmemesi işsizliği daha düşük çıkarıyorsa, burada hem işsizlik ölçümü anlamını yitirmiştir hem de iş gücü piyasası çok kötü durumdadır. Etgar Keret Tanrı Olmak İsteyen Otobüs Şoförü adlı kitabında trafik kazasında yaralanan iki kişinin hikayesinden bahseder. Kazazedelerden ağır yaralı olanı etraftakiler hastaneye götürürken diğeri olan Rabin’i orada bırakmışlardır. Rabin’in orada bırakılmasını Keret “Rabin’e dokunmadılar bile. O kadar ölüydü ki yapabilecekleri bir şey yoktu” şeklinde anlatır. Doğru kabul edeceğimiz TÜİK rakamlarına göre iş gücü piyasası da o kadar ölü. Yahut iş gücü piyasası rakamları oldukça yanlış ölçülüyor ve işsizlik, açıklanan rakamın çok çok yukarısında. Ama şu kısmını net biliyoruz istihdam edilen insan sayısı yaklaşık 28,5 milyon ve bu 28,5 milyon insan 82 milyon insanı geçindirmek durumunda kalıyor. Her hâlükârda durum hala oldukça kötü ve düzelmiyor. İşsizliğin iyiye gitmediği, en az 4,5 milyon insanın işsiz olduğu bir ekonomi iyiye gitmiş olabilir mi?
Dışarda ise ticaret savaşlarının da etkisiyle küresel ekonomik büyümenin olumsuz etkilenme ihtimaline binaen gevşek para politikası uygulanıyor, faizler düşük. Bu doğrultuda Fed geçen sene içerisinde üç kez faiz indirimine gitti. Diğer yandan dünyada negatif faiz döneminden geçilmekte. Paranın negatif faiz ortamında gelişmekte olan ülkelere akma iştahının görece daha fazla olduğu bir dönemdeyiz. Böylesi bir dönem elbette Türk Lirası ve sermaye girişi açısından gayet olumlu bir dönem o nedenle koşulların dışarıda değişmesi de ekonomiyi olumlu etkiliyor. Daha doğrusu en azından çok olumsuz etkilemiyor. Zira, yabancı sermaye Türkiye’den çıkış halinde. 2019 yılında yabancılar 421 milyon dolarlık net hisse alımına karşın 3,1 milyar dolarlık tahvil piyasasında satış gerçekleştirdi yani nette 2,7 milyar dolarlık sermaye çıkışı gerçekleşmiş. Bugün rekorlar kıran borsamızda yabancılar 10 Ocak haftasında net 107 milyon dolarlık hisse senedi sattı. Aynı hafta yabancılar 177 milyon dolarlık Devlet İç Borçlanma Senedi de sattı. Gelişmekte olan ülkeler pastasından pay alamıyorsanız, diğer gelişmekte olan ülkelerden ayrışıyorsunuz aslında. Bunun da nedeni Türkiye’nin yabancılarca hala riskli ülkeler kategorisinde görülmesi. Gerek siyasi bakımdan gerekse iktisadi bakımdan hala risklerimiz yüksek. Bu riskliliğe karşın Türkiye’nin yabancı yatırımcıya sunduğu faiz ülke riskine göre düşük. Aşağıdaki tabloda benzer olarak addedilen ülkelerin politika faizi, enflasyon oranı, CDS ve reyting rakamları bulunmakta. Gittikçe koyulaşan yeşiller kredi notlarının bizden ne kadar daha iyi olduğunu gösteriyor. Türkiye artık karşılaştırıldığı bu ülkelere göre çok daha riskli ve dış ortamın gelişmekte olan ülkeler lehine olması nedeniyle bundan kısmen yararlanıyor. Ama burada asıl sorular şunlar: bu ortam süreklilik arz etmeyeceğine göre dışarıda işler kötü gittiğinde ne olacak? Faizler hızla indirildiği gibi hızla çıkarılabilecek mi? Çıkarılsa bile daha az riskli ülkeler seviyesine mi çıkarılacak? Bu dönemde yapısal önlemler alınıyor mu? Bu sorulara olumlu cevap vermek zor. Dış piyasalar iyi giderken olması gereken, önlemler alarak geleceğe hazırlanmaktır. Reform yapmak için kazanılan zamanı boşa geçirmek ilerisi için daha da büyük kırılganlıklara yol açıyor.
Yazıyı bitirirken başlıktaki soruyu da cevaplayayım. Bana kalırsa ilginin cazibesine kapılarak yüksek dolar tahmini yapan birkaç iktisatçı dışında genel itibariyle iktisatçılar yanılmadı, yukarıda anlattığım gerekçelerle işler tahmin edildiği gibi kötü gitti. Bu kötü gidişin bir kısmı geçici kamu müdahaleleri ve dış piyasanın yardımıyla törpülendi. 2020 tarafında ise dipte toparlanmaya dair dönemsel bulgular olmakta. Fakat, bu toparlanmanın kalıcılığı yukarıda anlatılan sebepler nedeniyle şüpheli, net bir trend görmek zor. Trend olsa bile kamu gücü çekildiğinde durumun tekrar durağanlığa gitmeyeceğini net şekilde söylemek zor. Kamu etkisinin sürekliliği ve dış piyasalardaki gelişmeler gidişatın yönünü belirlemede etkili olacaktır. O nedenle kamunun müdahalesi ve küresel risk iştahı devam ettiği sürece 2020’nin çok kötü geçeceğini düşünmüyorum. Küresel piyasalarda henüz ılımlı havayı bozacak bir durum yok. Baz etkisiyle ekonomik büyüme biraz daha iyi olacaktır ama işsizliğe çözüm olacak bir büyüme gerçekleşmesi oldukça zor. Riskler ise küresel risk iştahının kapanması, Türkiye’deki siyasi belirsizliklerin artması ve politika faizinin seyri. Burada ilk iki risk üçüncü riski hızla tetikleyebilmekte. Böylesi risklere karşı Türkiye oldukça kırılgan ve bu riskler gerçekleşirse Merkez Bankasının faiz artırımlarında baş ağrıtıcı yeni bir döneme girmemiz oldukça yüksek.
Fotoğraf: Sam Dan Truong
REFERANSLAR
- https://t24.com.tr/haber/tl-yi-savunmak-adina-merkez-bankasi-nin-30-milyar-dolarlik-rezervi-arka-kapidan-kamu-bankalarina-kullandirildi,834980
- https://www.karar.com/ekonomi-haberleri/issizligi-ev-kadini-dusurdu-1447883
- https://www.aydinlik.com.tr/buyume-geri-gelse-bile-milyonlar-issiz-kalacak-ekonomi-ocak-2020-1