[voiserPlayer]
Dün Batum’daydım. Gümrük giriş-çıkışında tabir yerindeyse mahşer kalabalığı vardı. Neydi peki bu kalabalığın sebebi? Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının cep telefonuna neredeyse yarı fiyatına erişme arzusu. Peki, yurttaşlarımız çağın en temel gereksinimlerinden olan cep telefonuna ulaşmak için böylesi bir çileyi, saatlerce gümrük kapılarında beklemeyi hak ediyor mu? Elbette hayır.
O hâlde şöyle bir soru geliyor akıllara: Türkiye neden böyle bir hâle geldi? Sebebi açık: Nitelikli üretim yapmayan, Türkiye’yi niteliksiz demode sanayi çöplüğüne çeviren, bu çöplüğe Batı’nın istemediği göçmenlerle ucuz iş gücü sağlayan ve bu iş gücünün dayatmasıyla nitelikli vatandaşlarını niteliksiz işlerde çalışmak zorunda bırakan bir siyasi iradenin varlığı.
Bunu tersine çevirmek için ihtiyacımız olan şeyler de en az sorunlar kadar net:
1- Toplumsal barış ve soyut iç-dış “düşmanlara” karşı değil, dünyayla rekabet adına bir kenetlenme ile adanmışlık ruhu,
2- Muhalifini imha değil, ikna etmeye dayanan yeni bir siyasi kültür,
3- Nitelikli üretim,
4- Diploma enflasyonu dolayısıyla işsiz kalan ya da niteliksiz işlerde çalışmak zorunda olan gençleri meslek edindirme kursları vasıtasıyla Türkiye’nin nitelikli üretim kapasitesi içinde bir yere entegre etme,
5- Göçmenler konusunda Batı’yla gayriahlaki pazarlıklara girmek yerine, bu yükü beraber paylaşmak için masaya oturma.
Türkiye, bu iddiayı ilk kez dinlemiyor aslında. Atatürk’ün Cumhuriyeti kurarken hayali de dünyayla rekabet edebilen bir Türkiye’ydi. Dolayısıyla Kılıçdaroğlu’nun dünkü konuşmasında ifade ettiği “Atatürk’ün hayalini gerçekleştirmeye geliyoruz” vurgusu boşuna değildi. Nitekim Atatürk ve nesli, azınlıklar vasıtasıyla iç işlerine müdahil olunmuş, pazarı tamamen yabancıların kontrolüne girmiş, I. Dünya Savaşı’nda taşeronluk yaptırılmış, yani onuru beş paralık edilmiş bir yığından bir ulus çıkarmaya çalışmıştı.
Vaktiyle Cumhuriyet’te yazdığım bir yazıda ifade ettiğim gibi:
“Tanzimat’ın karikatürize Batılılaşan züppe karakterlerine karşı, modern çağa ortak olmanın bu olmadığını savunan, Müslüman-Türklerin tarımdan başka bir uğraşın içinde olamadıklarını ifade eden, ticaretin kompradorlar ve onun yerli müttefiki olan azınlık grupların elinde bulunmasından hayıflanan, dünyanın güçlü devletlerinin kuralsız bir biçimde kontrol ettiği bir pazar haline gelen Osmanlı’nın bu halden mutlaka çıkması gerektiğini belirten, sermaye birikimi yaparak Müslüman-Türklere de ticaret yapabilecekleri imkânın tanınmasının hayatiliğini vurgulayan Namık Kemal’in eleştirileriyle sarsılan bir nesildir Atatürk ve nesli.
Kapitülasyonların yabancılara verdiği her türlü ayrıcalığı bertaraf eden, kendi ait olmadığı sınıfın, burjuvazinin lehine devrim yaparak yerli bir burjuvazi yaratmaya çabalayan, sermayenin gücünün yetmediğini hissettiği andaysa devlet eliyle sanayileşme atağı başlatan bir nesildir bu. Geç modernleşen Almanya’nın ünlü ekonomisti List’in “milli iktisat” modelinden etkilenen ve yerli sanayiyi korumayı önceleyen, bu yolla uluslaştırılan kitleye istihdam sağlamayı ve bir “toplumsal seferberlik” başlatmayı kendisine şiar edinmiş bir nesildir Atatürk ve nesli.”
Evet, böyle bir nesildi bu nesil. Öncelikleri bir simbiyoz içinde hem ulus yaratıp hem de dünyayla rekabet edebilir bir aşamaya erişmekti. Sonrasında ise refahı tabana yayma gayesindeydiler. Atatürk’ün “fikirlerimin babası” dediği Gökalp’ten beri hayalleri buydu aslında. Bu doğrultuda onlarca fabrika kuruldu, yerli üretim teşvik edildi. Ancak özellikle Türkiye’nin II. Dünya Savaşı’nın ardından Batı kapitalist blokunun parçası olmasıyla beraber ona kapitalist blokun içindeki iş bölümünde biçilen rol, Batı’nın tarımsal gereksinimlerini karşılayan bir ülke olmasıydı. Neticede nitelikli üretim anlamına gelen fabrikalar kapatıldı.
Tıpkı Bağımsızlık Okulu’nun temsilcilerinin ifade ettiği gibi merkez kapitalist ülkeler, yarı-çevre ülkeleri nitelikli üretim liginin dışında bırakmak için aradıkları tehdidi bulmuşlardı: Komünizm ve Sovyet korkusu. Aksi durumda hem yeni aktörlerle kârlılığını paylaşmak zorunda kalacak olan merkez kapitalist devletler hem de Doğu toplumlarının “statik”, kendilerinin ise “dinamik” olduğuyla ilgili, sömürgeciliklerine de meşruiyet sağlayan en temel tezlerini kaybedeceklerdi.
Bugün gelinen noktada darmadağın edilmiş toplumsal barış, hem helalleşme çağrısı hem de Altılı Masa’yla yeniden tesis edilmeye çalışılıyor. Altılı Masa ayrıca, muhtevası gereği diyaloğu zorunlu kılan bir yeni siyasi kültürü dayatıyor. Türkiye’yi Westminster modelini esas alan çoğunlukçu bir demokrasi anlayışından, İsviçre’nin oydaşmacı modeline doğru yönlendirme kapasitesi taşıyor. Bunlar, dünyayla rekabet edebilir bir üretim modeli içinde toplumsal barışı sağlamak için ön koşullarken, buna bir ön koşul daha ekleniyor: Batı’yla sığınmacı yükünü paylaşmak. Türkiye toplumu, her ne kadar Kılıçdaroğlu’nun bu konudaki kararlılığını henüz tam anlayamamış olsa da Batı bu kararlılığın gayet farkında. Nitekim Kılıçdaroğlu’nun geçen yıl yaptığı benzer bir çıkışta Batı’nın gazetecisinden politikacısına nasıl çığlık attığını hatırlamak gerekir.
Dün yapılan toplantıdaki yeni üretim biçimiyle nitelikli üretme ve dünyayla rekabet etme iddiası ise Kılıçdaroğlu’nun ilmek ilmek ördüğü tüm bu sürecin sebebiydi aslında. Yani tüm bu sürecin bir sonucu değildi. Kılıçdaroğlu’nun varmaya çalıştığı nihai noktayı, Türkiye’yi üretenler ligine çıkarmayı esas alıyordu. Böke’nin konuşmasında da görüldüğü üzere bu dönüşüm, sosyal adalet ve kamuculukla eşgüdümlü ilerleyecekti üstelik. Peki yapılabilir mi? Elbette. Kapitalizmin ciddi bir krizden geçtiği bu tür dönemlerde yarı-çevre ülkeler için büyük bir fırsat doğar. 1973-1979 aralığında Güney Kore’nin gelişim süreci bunun iyi bir örneğidir mesela.
Peki yapabilir miyiz? Bilmiyorum, ama makus talihimizi değiştirmek adına yapmalıyız. Yapılması içinse hepimizin elimizi altına koyması gereken bir taş olduğunu biliyorum. Umarım başarırız.