[voiserPlayer]
Yazıya bir varsayımla başlayalım. Varsayalım ki Erdoğan iktidarı seçimi kaybetti ve bugün en potansiyel oy oranlı Ekrem İmamoğlu ve Mansur Yavaş’tan biri Cumhurbaşkanı seçildi. Yeni Cumhurbaşkanı’ndan iktisadi olarak kısa vadede en çok neyi talep ederdik? Varsayımımızı bugünkü koşullar üzerinden sormakla birlikte mevcut iktidarın ekonomik koşullarla mücadele yöntemini düşündüğümüzde ilerdeki herhangi bir zamanı da rahatlıkla kapsayacak bir soru aslında. Sahi bugün Erdoğan yerine başka bir isim seçilse iktisaden ondan neyi talep ederiz ve bu taleplerin gerçekleşmesi için iktisadi olarak ne yapılmasını bekleriz?
Sanırım ilk anda isteyeceğimiz şeylerden birisi kurlardaki artışın durdurulması olurdu. Bundan tam 10 yıl önce 16 Şubat 2012 tarihinde 1,76 TL olan dolar TL kuru bu sürede yaklaşık sekiz katına çıkmış durumda. Türkiye tarihinde eşi benzeri az görülür bu kur hareketinin iktisadi birçok negatiflikleri bir yana, psikolojik olarak hepimizi ne kadar yıprattığı malum. Bazı günlerde insanlar kaybolan umutlarıyla gün boyu dolardaki seyri takip etmekten işini bile yapamıyor. Doların seyrinin Türk halkı tarafından ekonomik gidişatın en önemli göstergelerinden biri olduğu düşünüldüğünde böyle bir göstergenin haliyle ekonomik güvenle de yakın ilişkisi var. Sanırım ilk isteyeceklerimizden birisi bu olur.
Kur kadar önemli ve onla aslında yakın ilişkili ikinci bir talebimiz de herhalde enflasyonun tekrardan tek hanelere indirilmesi olurdu. Türkiye’nin hızla artan fiyatlar neticesinde orta sınıfını gittikçe kaybettiği, yoksul kesimin ekmek kuyruklarında sıra beklediği ve temel besin gıdalarını alamaz hale gelip açlıkla mücadele ettiği tarihin en ağır iktisadi koşullarından birini yaşadığı dönem. Düşük enflasyonun ne kadar olmazsa olmaz bir ekonomik gösterge olduğunu en açık bir şekilde özellikle son dört beş aydır görüyoruz. Enflasyonun hızlı bir şekilde düşürülmesi ikinci talebimiz olsun ve o da burada dursun.
Üçüncü talep ev ve arabaya ulaşım olsa gerek. Gençlerin gelecek hayali kuramadığı, orta ve ileri yaşlardakilerin ise mevcut refahını korumaya çalıştığı bir dönemde herhalde üçüncü istek bu olurdu. İnsanlar basit bir şekilde ev ve araba sahibi olmak istiyorlar. En azından hayalini kurmak istiyorlar. Gençlerin tekrar ev ve araba hayali kurabildiği bir ülke haline gelebilmek için buradaki sorunun çözülmesi, en azından daha fazla insanın hayal kuracağı hale getirilmesi bir diğer talebimiz olurdu. Bu üçüncü madde de burada dursun. Dördüncü bir madde de işsizlik sorununa çare bulunması. Hayal kurmak için elbette iş de olması gerekir. Artık iyi üniversitelerden mezun öğrencilerin bile iş bulmakta zorlandığı ve gerçekleşen istihdamın da daha düşük nitelik isteyen işlere evrilmesi durumu var. Son bir beşinci istek olarak da artık işlevini yitirmiş iktisadi kurumların tekrardan işler hale gelmesi olurdu herhalde. Şimdi bu beş sorun üzerinden öncelikli yapılması gerekenlere bakalım. Bu sorunların çözümünde yeni iktidara gelmiş birisi ne yapardı?
Belki De Birgün Herkes O Yüksek Faiz Düşük Kuru Savunacak
Çözüm için kendi fikrimi bir kenara bırakıp kabul görmüş muhalif iktisatçıların genel kanaatini sunayım, ki zaten kanaatim onlarla hemen hemen aynı. Öncelikle yapılacak olan şeylerden birisi faiz artırımı. Her Merkez Bankası PPK toplantısı öncesi siz de iktisatçıların faizlerin yükseltilmesi gerektiği fikrini dinliyorsunuzdur. Mevcut durumda iktidarın negatif reel faiz vererek tasarruf sahibi vatandaşların sermayesini erittiğini, bir yandan da bu durumun talebi artırdığını, o nedenle enflasyonun üzerinde olacak şekilde bir Merkez Bankası politika faizi belirlenmesi gerektiğini anlatıyorlar. Tabii faizler artırılsa bile Türkiye’de artık riskler o kadar çoğaldı ki eski iktidarın gidişiyle her şeyin enflasyon tarafında toz pembe olacağını düşünmek yersiz olur, kolay değil %48 enflasyonun olduğu bir ülkeyiz artık. Dünyada en yüksek enflasyona sahip ülkelerden birinin bu yüksek enflasyonla mücadelesi için sadece enflasyonun az biraz üzerinde bir faiz belirlemesi yetmeyecek muhtemelen. Dolayısıyla yüksek enflasyonun getirdiği riskler de yüksekken faizi de yüksek tutmanız, yüksek reel faiz vermeniz kaçınılmaz. Tek haneli enflasyona sahip ülkelerin verdiği kadar düşük reel faiz veremezsiniz, yüksek risk priminiz daha yüksek reel faizi gerektirecek. Yolun çıkacağı yer görünüyor ki yüksek faiz.
Yüksek faiz aynı zamanda kurun da geriye doğru gelmesine neden olacaktır. Ve belirli bir süre de kurun artış göstermeden yerinde saymasını bekleriz. Buraya kadar sanırım muhalif iktisatçıların çoğunluğunun önermelerinden ayrılmadım. Böylece resmi enflasyonun %48 olduğu bir dönemde, yurtdışı risklerin de varlığında artık yüksek faizi savunmamız zor olmasa gerek. Bir noktayı özellikle vurgulamak gerekir o da biz yüksek faizi birilerinin çok kazanmasını istediğimiz için ya da sıcak para gelsin keyfimizi sürelim diye değil, yüksek enflasyonla mücadele etmek için vermek zorundayız. Yüksek faiz sadece sıcak para çekmek için kullanılan bir politika mıdır yoksa bugünkü enflasyon tartışmalarının da merkezinde olan bir enflasyonla mücadele silahı mıdır? O nedenle sanki riskler bizi yüksek faiz vermeye zorlamıyormuş gibi yapılacak yüksek faiz eleştirileri anlamsız olacaktır.
Üçüncü madde ise ev ve arabaya ulaşımdı. Sorun ivedilikle çözülecek bir durumdan oldukça uzaklaştı. Ortalama ev fiyatları milyona dayanırken ücretlerin asgari ücrete yakınsadığı yerde kısa dönemde çözüm bulmak zor. Yapılması gereken ücretlerde iyileşme sağlama ve ucuz konut üretimi. Bunun ise ideal ortamda faktör verimliliği kaynaklı yüksek büyüme oranıyla gelmesi gerekir. Faktör verimliliğindeki artıştan kastım aynı miktar üretim faktörüyle daha fazla üretim yapar hale gelebilmek, daha üretken işgücüne sahip olabilmek. Diğer bir yön de iktidara yeni gelenlerin estetikten yoksun TOKİ’yi daha etkin kullanımı olsa gerek. Daha fazla insanın konuta ve arabaya ulaşmasından yeni gelen iktidarın seçmenleri de eminim mutluluk duyacaktır. Çünkü bu durum aynı zamanda yeni iktidarın oylarının pekişmesi açısından da oldukça önemli. Herhalde ekonomide toparlanma gerçekleşirken seçmen sadakatini artırma yolarından geçici bir süre rahatsızlık duyulmayacaktır.
Bu üç maddeyi başka önemli bir noktadan daha önemsiyorum o da nesillerin kayıplarının telafisi. Kriz dönemlerinde insanlar artan kurla büyük bir alım gücü kaybı yaşarlar. Kriz öncesi alım güçlerine ulaşmaları ise zaman alır. Kur artışının alım gücünde yarattığı tahrifatı telafi etmek için de bir süre kuru düşük tutmanız gerekir. Düşükten kastım da belirli bir süre Türk lirasının değerlenmesini sağlamanız gerekir. Tabii bir süre sonra TL’nin değerlenmesinden bazı iktisatçılar rahatsız olacak, TL’nin değerlenmesiyle gelen refahın sanal olduğunu ve hatta ülkenin bu kadar gelişmediği için bunun lüks olduğunu anlatacaklardır. Bu durumun da sürdürülemez olduğunu, gelecekte tekrar sıkıntıya düşüleceğini anlatacaklardır. Düşük kur üzerine yapılan analizlerin en büyük yanılgılarından biri aslında tam da burada, yani sadece geleceğe odaklı bakış açısında. Hayali ve geçici bir refah tanımlanırken geçmişten gelen alım gücü kaybı ihmal edilir. Halbuki insanların alım gücü kaybını telafi etmek için bir süre yerel para biriminin değerlenmesi gerekir. Kriz sırasında alım gücündeki düşüşe vurgu yapan iktisatçılar, kriz sonrası dönemde bu alım gücündeki düşüşün telafisini unutur ve sadece geleceğe odaklanır. Böylece bir süreliğine yerel para biriminin değerlenmesine karşı çıkış, nesillerin krizle kaybettiği alım gücünü belirli oranda tekrar kazanmasının da yolunu kapatır ve geçmişin tüm bedelini aynı nesil ödemiş olur. Bugün tarihi derecede değersizleşmiş Türk Lirası’nın varlığında bile hala sorun çözülememişken sorunu kur seviyelerinde aramak büyük bir hatadır. Cari açık sorununun bir tasarruf açığı sorunu olduğunu hatırlatmayı da unutmayalım. Dahası burada hedef haline gelen ve lüks bulunan ithalat tarafındaki tüketimden en çok fayda sağlayanlar da orta sınıf ve yoksul kesim. Fajgelbaum ve Khandelwal yaptıkları çalışmada yoksul kesimin tüketiminde (dış) ticarete konu olan malların tüketiminin daha fazla olduğunu, varlıklı kesimin ise daha çok hizmet ağırlıklı tüketimde bulundukları için dış ticarete pek konu olmayan tüketimde bulunduklarını ve böylece ithal mal tüketiminden en çok yoksul kesimin faydalandığını bulmuşlar(1).
Aşağıdaki reel efektif döviz kuru grafiğini incelediğimizde 2001 sonrası dönemdeki TL değerlenmesinin belirli bir kısmının aslında krizle gelen TL değer kaybının telafisi olduğunu göreceksiniz. Ve geldiği seviyeler olarak aslında o değerlenmenin bile efsaneleştirilecek bir değerlenme ve düşük kur politikası olmadığını göreceksiniz. Dolayısıyla bana kalırsa ezber olan yüksek faiz düşük kur söylemi ne dünü doğru anlamamızı sağlıyor ne de yarın iktidar değiştiğinde aynı iktisatçıların eleştireceği bir durum. Ve hatta ileriki yıllarda göreceğiz ki bu politikayı farklı isim altında kendileri de savunacaklar.
İsteklerimizin Vardığı Yer: İlk Ali Babacan Dönemi
Eğer buraya kadar olan kısımda anlaşmışsak artık son zamanlarda tüm ekonomik günahların sebebi ilan edilen ilk Ali Babacan döneminin aslında ekonomik performans olarak iyi bir dönem olduğu konusunda da az çok mutabık olmuş oluyoruz. 2001 kriziyle birlikte kurun bir gecede yaklaşık iki katına çıktığı ve insanların alım gücünün ve refahının büyük oranda eridiği bir dönemden sonra Türk Lirası’nın bir süre değerlenmesi aslında insanların alım gücündeki kaybın kısmen telafisini içermekte. Dalgalanmaya bırakılmış kur belirli süre yatayda kalarak insanların kaybolan alım gücünü belirli oranda geri getirdi. Fakat alım gücünün telafisi ve tekrardan alım gücünde düşüş olmaması için çözüm bulunması gereken başka bir konu daha vardı ki o da yüksek enflasyon. Kasım 2002’de %31,77 olan enflasyon %7’nin altına kadar indirildi. Bugün eleştirilen o yüksek faiz verilmesi olayı enflasyonla mücadelede demek ki işe yaramış. Ayrıca faizlerin yüksek tutularak sıcak para çekiliyor eleştirisi bence doğrudan yatırımlar tarafındaki gelişmeleri ihmal ettiği için anlamsız. Doğrudan yatırımlara bakıldığında AB çapasının da yadsınamaz etkisiyle birlikte 2006’da GSYH’ın %3’üne ulaşırken devamındaki yıllarda %0,5’e kadar düşüyor. Yüksek faiz verildiği için paranın Türkiye’ye aktığını ima edenler doğrudan yabancı yatırımlardaki artışı nasıl açıklayacak? Ya da o dönem para bolluğu vardı biz de nasiplendik diyenler gerçekten ekonomik reformlar gerçekleşmese aynı miktarda para riskliliğe bakmadan yine de gelirdi diyebilir mi? Herhalde demezler.
Enflasyonla mücadelede yüksek faizlere ek olarak 90’ların kronik sorunu olan bütçe açıkları ve bu açıkların dolaylı yoldan Merkez Bankasınca finanse edilmesi (para basma) de bu dönemde kontrol altına alınıyor. Böylece düşük enflasyon ve faizlerle insanlar konuta ve otomobile daha rahat ulaşabilir oldular, 2001 krizinin getirdiği alım gücü kayıplarını telafi etmeye başladılar. Kurda stabilite ve düşen enflasyonla beraber gelen başka bir şey daha vardı ki o da büyüme. Bu ekonomik büyümenin ayrıntılarına girmekte fayda var.
Nasıl Bir Büyüme İstersiniz?
Bu kısımda da işi yine diğer iktisatçılara bırakacağım ama bir makale üzerinden. Hepimizin artık yakından tanıdığı bir isim olan Daron Acemoğlu’nun Murat Üçer ile yazdığı High Quality vs Low Quality Growth in Turkey: Causes and Consequences adlı makalesini irdeleyelim (2). Acemoğlu ve Üçer büyümeyi yüksek kaliteli ve düşük kaliteli büyüme diye ikiye ayırıyor. Yüksek kaliteli büyümeyi verimlilik ve teknolojik gelişmelerdeki iyileşmelerden kaynaklı büyüme olarak tarif ediyorlar. Verimlilikteki artış burada insan kaynağındaki iyileşme ve işgücündeki beceri ile sağlanıyor. Üstelik bu büyümenin toplumun geneli ile paylaşılması gerekiyor ki kaliteli büyüme olsun. Verimlilik ve teknolojik artışa dayanmayan, gelirdeki artışın paylaşılmadığı büyümenin sürdürülemez düşük kaliteli bir büyüme olacağını iddia ediyorlar. Aynı zamanda bunun için kurumların kapsayıcılığının öneminin altını çiziyorlar. İşte bu yüksek ve düşük kaliteli büyüme tanımlamalarına göre Türkiye’deki 2002-2006 yılları arasındaki büyüme dönemini yüksek kaliteli büyüme dönemi olarak buluyorlar. Devamında zaten küresel kriz geliyor ve 2010 sonrasında başka bir patikaya giriyoruz. Şimdi bu 2002-2006 ekonomik büyüme dönemini biraz açayım.
2002-2006 yılları arasında büyüme %7,6 gibi yüksek bir oran. Fakat yukarıdaki paragrafta vurguladığım gibi biz büyüme oranının yüksekliğinden ziyade verimlilik ve teknolojik gelişim artışıyla gelip gelmediğini önemsiyoruz. Büyüme verimlilik artışından gelmemiş olabilir, belki de daha fazla emek ile büyüme gerçekleşmiştir, sadece daha fazla insan çalışmıştır, bireylerin üretim kapasitesi artmamıştır. Acemoğlu ve Üçer 2002-2006 dönemi için faktör verimliliğindeki büyümeyi ortalamada %5,2 bulurken Dünya bankası %4,1 bulmuş. Dünya Bankası, 1980’lerden o döneme kadar olan ekonomik büyümenin faktör birikimiyle gerçekleştiğini, 2002-06 arasında ise daha ziyade verimlilikle gerçekleştiğini not düşmüş. 2009 sonrası dönemde ise verimlikte herhangi bir artış olmadığı gibi Acemoğlu ve Üçer faktör verimliliğinde büyümeyi negatif buluyorlar. Peki o zaman 2009 sonrası dönemdeki pozitif büyüme nereden geliyor sorusunun cevabını ise kredi hacmindeki artışta buluyorlar. Buradaki kredi artışı özellikle verimsiz çalışan inşaat sektörüne gidiyor ve düşük kaliteli büyüme gerçekleşiyor. 2006 yılında banka kredilerinin GSYH’a oranı %30 iken, 2015’te kamu bankalarının etkisiyle %65 gibi bir orana çıkıyor. İnşaat sektörüne yatırımlar aslında 2002-2006 döneminde de artış içerisinde ama aynı dönemde makine teçhizat yatırımları da hızla artıyor. Fakat 2007 sonrasında inşaat yatırımları daha da hızlanırken makine ve teçhizatta keskin düşüşler gerçekleşiyor.
2002-2006 arası dönem için verimlilik artışı kaynaklı büyümeyi bulduk, şimdi teknolojik gelişim tarafına bakalım. Acemoğlu ve Üçer teknolojideki gelişimi orta ve yüksek teknolojili ürünlerin ihracattaki payı üzerinden incelemiş. 1990’lardan 2007’ye kadar orta ve yüksek teknolojili ürünlerin ihracatında artış görülürken 2007 sonrası ise artış duruyor. Türkiye tekstil gibi düşük teknolojiden dayanaklı tüketim malı ihracatına geçen bir ülke haline geliyor ve bu 2007’ye kadar bu devam ediyor.
Yüksek kaliteli büyümenin tanımlanmasında paylaşım kısmına da değinmiştik. Paylaşım kısmında ise Gini Katsayısına bakıyorlar. 2000’li yılların başında 0,43 olan Gini Katsayısı 2006 yılında 0,38’e kadar düşmüş ki bu daha paylaşımcı bir ekonomi olduğunu ima etmekte. İstihdam piyasasında ise tarımdaki nüfus azalırken buradan kopuşlar sanayi ve hizmet sektöründeki istihdam artışları ile dengeleniyor. Yine de hala %9,9’luk bir işsizlik var, bu göstergede başarı durumu yok. Ak Partinin hiçbir döneminde de başarı gelmedi zaten.
Son olarak işin bir de ekonomik kurumlar kısmına bakalım. 2001 yılından itibaren Merkez Bankasına daha fazla bağımsızlık verilmesi durumu var. Bu hazır gelen para politikası reformun yanına mali reformlar ekleniyor ve daha şeffaf bir yönetim ve bütçeye geçiliyor. Bütçe içi ve dışı harcamalar birbirinden kopmuşken tekrar harcamalar bütçe içine çekiliyor. Kemal Derviş döneminden itibaren başlayan kurumlardaki iyileşme 2008’e kadar devam ediyor. Merak edenler için Acemoğlu ve Üçer kurumsal iyileşmeleri gösteren çok sayıda grafiği de makalelerine koymuşlar. Sonuç olarak 2002-2006 arası dönem ekonomik büyümenin kalitesi açısından gayet yüksek kaliteli ve sürdürülebilir bir büyüme çıkıyor. Büyümenin sürdürülebilir büyüme olması uzun dönemde süreceği anlamına gelmez, nitekim sürmedi de. Ama büyüme ya da enflasyondaki kötüye gidiş bu büyüme ve enflasyonla mücadele yöntemlerinden kaynaklanan bir sorun değil.
Tarih Bugünden Yazılan Bir Şeydir
Muhalif kesimin büyük çoğunluğunun Ali Babacan konusunda tepkili olduğunun farkındayım ama bu tepkinin sanki tüm Ali Babacan döneminde hiç de iyi bir iktisadi performans gösterilmemiş gibi bir noktaya evirilmesini ve bugün yaşananların tamamen o dönemdeki politikalardan kaynaklandığını iddia etmeyi hakikatten uzak buluyorum. Keza aynı şekilde tüm Ali Babacan’lı yılların da muhteşem geçmiş gibi aktarılmasını da haksız bulmamız gerek. Zira bugünkü tepkiler üzerinden tüm Babacan tarihini yeniden yazanların ve diğerlerinin cevabını aradığı ve bulamadığı birtakım sorular var. Düşük kaliteli 2010’lu büyüme yıllarında, inşaat sektörüne akan ve verimsizlik üreten kredilerin verildiği yıllarda, bugün en liberal fikirleri savunanların bile tartışmaktan koşarak uzaklaşmaya çalıştığı özelleştirme yıllarında da Ali Babacan orada, aynı partinin içerisindeydi ve da aktif görevdeydi. Neden aktif görevdeyken bunların gerçekleşmesine sessiz kaldığının tatmin edici bir cevabı olması gerek. Ali Babacan tarafı tatmin edici cevaplar verdiğini düşünse bile gözlemlediğim kadarıyla muhaliflerini henüz ikna edecek kadar tatmin edici değil ve bu tatmin edici olmaktan uzaklık bana kalırsa muhaliflerin gerçeklerden kopuk olması, körleşmesi gibi nedenlerle açıklanacak kadar basit de değil. Ama her hâlükârda yarın iktidar el değiştirdiğinde tekrar uygulanacağını düşündüğüm başarılı politikalar Ali Babacanlı yılların bir bölümünde bu ülkede uygulandı.
REFERANSLAR
1) Fajgelbaum, P. D., & Khandelwal, A. K. (2016). Measuring the unequal gains from trade. The Quarterly Journal of Economics, 131(3), 1113-1180.
2) Acemoğlu, D., & Üçer, E. M. (2020). High-quality versus low-quality growth in Turkey: causes and consequences. Turkish Economy at the Crossroads, 37-89.