[voiserPlayer]
Gezi davasının karar duruşması hepimizi iki gün boyunca şaşırttı. İlk önce, diğer tüm sanıklar ile birlikte Osman Kavala’ya da beraat ve tahliye kararı verildi. Kararın veriliş biçimi de şaşırtıcıydı. Sanık avukatları doğru düzgün dinlenmemiş, hatta sanık avukatları “konuşmamıza, savunma yapmamıza izin verilmiyor” diye mahkeme heyetine itiraz etmiş, heyet itirazları reddedip atar topar kararları açıklamıştı. Karardan sonra Taksim Dayanışması’ndan Can Atalay ile konuştuğumda, kendisinden “vallahi bir de şaşkınız, bilemiyoruz” yanıtını aldım.
Şaşkınlığımız geçmeden şakkadanak başka bir karar… Osman Kavala’nın 15 Temmuz soruşturması kapsamında göz altına alınması haberi geçti televizyonlardaki alt yazılarda. Kavala tahliye edilemeden yeniden tutuklandı. İşin sürreal bir tarafı da öğrendik ki, Kavala’nın bu soruşturmada adı geçmekteymiş fakat gıyabında yeterli delil olmadığı için bu soruşturmadan zaten daha önce tahliye kararı verilmiş. O karar anlaşılan kadük oldu. Kavala hala cezaevinde. Bugünün Türkiye’sine Allah düşürmesin! Dilimizde böyle bir değiş olması, bize adaletin bu topraklardaki macerası üzerine fikir veriyor lakin, 2020 Türkiye’sinde düşürenin de çıkaranın da Allah olmadığını pekâlâ biliyoruz. Peki bu durumda düşüren kim?
Teoriler çeşitli… Birincisi, sürecin tamamına Erdoğan’ın hâkim olduğu, ilk kararı da ikinci kararı da Erdoğan’ın aldırdığı şeklinde. “Peki neden böyle bir şey yapmış olsun?” sorusuna cevap ise sanki devletin içinde kendisine karşı birtakım odakların olduğu imajını vererek, tabanını bir parça ürküterek konsolide etme yolunu seçtiği şeklinde. Nitekim, mahkeme kararıyla ilgili Erdoğan’ın kullandığı, “Soros’un Türkiye ayağını beraat ettirmeye kalktılar” ifadesi dikkat çekiyor.
Bir diğer teori olarak HPD Milletvekili Garo Paylan, yine tüm sürece Erdoğan’ın hakim olduğunu, ilk beraat kararını hakimlerin Erdoğan’ın bilgisi dahilinde aldığı, ancak sonradan birilerinin Erdoğan’ın fikrini değiştirdiğini söylüyor.
Bir başka teori ise, tüm bu yoğunluk içinde Erdoğan’ın ilk karara müdahale edemediği, karardan haberinin olmadığı, karardan haberdar olunca da harekete geçtiği ve yargıya gerekli talimatları verdiği yönünde.
Tüm bu teoriler, ülkede yargının bağımsız olmadığı konusunda birleşiyor. Böylece, bir boşluktan faydalanıp bağımsız karar veren mahkemenin cezalandırıldığı analizi anlam kazanıyor. Yani ortada bir tek karar verici var, o da Recep Tayyip Erdoğan. Erdoğan’ın yargısından yürütmesine her şeye hâkim olduğunu, kendisinden habersiz kuş uçamadığını var sayıyoruz. Arada gözünden kaçan gelişmeler olsa bile sonunda dönüp müdahil olabildiğini, bazen çeşitli odaklar ya da kişilerin etkisinde kalsa da son kararı yine bir şekilde Erdoğan’ın aldığı fikri üzerinde yoğunlaşıyoruz.
Bu durum bizi, Erdoğanist ittifakın dışında kalan %50’nin fonksiyonunu ve bu yüzde elliyi de temsil etmesi beklenen kurumların meşruluğunu sorgulamaya itiyor. Her şeye muktedir olan Erdoğan, hoşuna gitmeyen bir seçim sonucu karşısında YSK’ya talimat verebiliyorsa, seçim yapmanın bir anlamı aslında kalıyor mu? Yahut kendisini memnun etmeyen bir mahkeme kararına müdahale edebiliyorsa bağımsız bir yargıdan bahsetmenin bir manası var mı?
Hatta bu durumda; her şeye muktedir, eli kolu her yere yeten, herkesin el pençe divan durduğu, çekindiği ve karşısında çaresiz kaldığı bir lider karşısında muhalefetin nasıl ve ne gibi bir fonksiyonu olabilir? Devlette denetim ve dengeyi sağlaması gereken tüm kurumlar tek adamın elindeyse, muhalefetin iktidar erkini sınırlandırabilmesinin yolu nedir?
Erdoğanist ittifakın dışında kalan yüzde elli, acaba kendi sahasında kendi kendine oynayıp, kendisini mi eğlendiriyor; yoksa bu rejimin kurallarını koyduğu bu oyun içinde, bir gün bir şeyleri değiştirebilme ihtimali taşıyor mu? Sanırım bu sorular ile cesaretle yüzleşmek ve yanıtlarını dürüstçe vermemiz gerekir…