The Substance filmi, güzellik standartlarına dair bir eleştiri mi, güzelliğin endüstrileştirilmesine bir eleştiri mi, yoksa kendi benliğimize yönelik yetersizlik duygumuzu bir türlü aşamayışımıza karşı bir özeleştiri mi?
Bu soruların tamamını kapsayacak türden kışkırtıcılığının yanında, bir solucan gibi, izlediğiniz yerde sizi kıvrandırıcı bir etkisi var bu filmin.
Film, gençliğinde büyük övgüler alan ve ismi şöhret kaldırımına yazılan Elisabeth Sparkle’ın geçirdiği kaza sonucu gittiği hastanede bir asistan tarafından yönlendirilmesi sayesinde keşfettiği bir teknoloji ile kendini kaybetmesi üzerinden şekilleniyor. Kendini kaybetmek aslında yanlış anlaşabilecek bir tabir olabilir, ancak filmi izleyenler ne demek istediğimi anlayacaktır.
Elisabeth, artık gençliğini yitirdiği için yapımcısı tarafından istenmemekteydi. Yapımcısı programın genç ve güzel bir kadın tarafından sunulmasını istemekteydi. Elisabeth bunu öğrenince dünyası yıkılmaya başlar ve kendini yeniden inşa etmek, yeniden üretmek, yani “en iyi halini” ortaya çıkarmak amacıyla tanıştığı bu teknolojiyi kullanmak ister.
Kullandığı teknoloji vücudundan “daha iyi” yeni bir beden çıkarır. Elisabeth’in vücudundan çıkan diğer benliğinin ismi Sue’dir. Çıkan bu vücut da kendisidir ve bir denge üzerine kuruludur. Bir hafta bir bedende bir hafta da diğer bedende yaşayacaktır. İki bedendeki de kendisidir. Ancak bir bedende düşündüğü fikirler diğer bedeniyle farklılık gösterebilmektedir. (Buna yazının ilerisinde daha ayrıntılı değineceğim).
Eğer bir benliği bir haftadan daha fazla süreyle kullanırsa diğer bedende anormallikler ortaya çıkar ve vücudu daha da çirkinleşir ya da yaşlanır. Tahmin edileceği üzere bu denge daha genç ve güzel beden tarafından bozulur. Çünkü güzelliği, çekiciliği ve yeteneği sayesinde hızla ünlenir ve bir haftalık vakit ona yetmez olur. Her defasında kendisine ayrılan süreyi daha fazla suistimal eder.
Aslında diğer bedendeki de kendisidir. Ancak yine de kendisine karşı olan hisleri ile mücadele etmeye çalışır. Bu suistimaller sonucunda Elisabeth bu duruma bir son vermek amacıyla teknolojinin çalışmasını sonlandırmak ister, ancak tam da son anda bu fikirden vazgeçer. Bunun sonucu olarak her şey hızla değişmeye başlar.
Spoiler vermeden filmin içeriğini genel olarak anlatmaya çalıştım.
Elisabeth ve Sue’nin birbirleriyle olan bağı hakkında aslında şunu söyleyebiliriz: Kendisinin yaşlı haline olan tutumu acımasızdır, çünkü kendisini hep genç ve güzel görmek ister. Bir hafta süreyle dahi olsa yaşlı bir vücudun içinde kalmak onda hapis hissiyatı yaratır. Yaşlı hali olarak yaşadığı süre boyunca hiçbir şey yapmaya motivasyonu olmaz, çünkü tüm özgüvenini yitirmiş, bulunduğu durumu kabullenmek ya da kavramak hissiyatından kaçınmıştır. Sparkle, hayatı boyunca bir ünle yaşamış ve bundan ayrı kalma hissiyatında tüm gerçekliğini yitirmiştir.
Yönetmen Coralie Fargeat, 2014 yılında çektiği Reality+ isimli kısa filminde de bu temaları işlemiştir. Bu kısa filmde, insanın kendini olduğu gibi kabul edememesi, sürekli başka benliklere, bedenlere sahip olmaya çalışmasını fütüristik ögelerle harmanlamıştır. Kısa filmin sonu mutlu bir sondur. Ancak The Substance filmi aynı ögeleri daha derinlikli ve etkileyici şekilde işleyerek kaos getiren bir sonu öngörmüştür. Reality+ filmi sistemsel bir eleştiriden çok insanlığın ve teknolojinin evrileceği gelecekteki insan ilişkilerine odaklanıyordu.
Elisabeth ve Sue aynı zihinden, bilinçten beslenen iki farklı bedeni temsil etmeye başlar. Bu temsillerde Sue, genç ve güzel olandır, gösteri dünyasının aradığı ve istediği fiziksel ve duygusal birikime sahiptir. Sue, zihnin hep o şekilde kalmak istediği bir varlıktır. Yaşlılıktan kurtuluşun ve görmezden gelmenin anahtarıdır. Bu özellikleri sayesinde kısa sürede büyük bir üne kavuşur.
Elisabeth ise yaşlı ve kullanım ömrü bitmiş olanı temsil eder. Alınacak verim alınmış ve şimdi köşeye geçip ölümünü beklemesi gerekeni temsil eder. Ancak, burada toplumsal ve sektörsel bir dayatmanın mı yoksa bireysel bir kibir ve narsizmin mi etkisi altında olunarak verilen bir karar olduğunu tam anlamıyla anlayamayız. Filmin sonuna doğru Elisabeth’i ya da onun gibileri bu narsist kalıba sokan bir sistemin mevcut olduğu anlaşılacaktır.
Bir başka açıdan bakacak olursak, güzelliğin sürekli olarak avantaj sağladığı ve belirli güzellik kalıplarının etrafında oluşturulan çembere dahil olma yarışının olduğu bir çağın içerisinde bulunduğumuzu iddia edebiliriz. Öyle ki filmde, erkeklerin yalnızca hakim pozisyonda karar verici olması vasfı ve estetikten uzak tavırları da alaycı bir eleştiri amacı güdüyor.
Ancak günümüzde erkeklere yönelik olarak da bir güzellik standardizasyonun bulunduğunu söyleyemez miyiz? Yönetmenin kısa filmi Reality+’da bir erkeğin satın aldığı teknoloji ile tasarladığı başka bir erkek gibi gözükmek istemesi, yaşadığı toplumun ona uygulamış olduğu baskının sonucu ve “güzellik algısının” tezahürü olduğunu da pek tabii iddia edebiliriz.
“Karşımızdaki insanın güzellik standartlarına ne ölçüde uyduğu ona karşı davranışlarımızda etkili olur mu? Bu sorunun cevabı maalesef evet. Herkes böyledir demek yanlış olsa da çoğunluk buna eğilimlidir diyebiliriz. Filmde Sue’nin karşı komşusunun tutumu da bu duruma eleştiri getiren iyi bir örnektir. Görece güzel ve çekici biri olmak, çoğu zaman “pozitif” ayrımcılık yaratıyor. Buna pozitif demek ne kadar doğru tartışılır. Bence tam tersi negatif bir durumdur. Çünkü insanların dış görünüşünü beğendiklerine iltimaslı davranılması suistimal edilmeye oldukça müsait bir şeydir. Ne de olsa “beğeni” de göreceli bir olgudur.”[1]
Güzel olan her zaman toplumda daha fazla ilgi uyandırıyor ama bazı zamanlar bu, o kişinin diğer özelliklerini göz ardı etmeye sebep oluyor. Örnek olarak, güzel birinin sadece güzelliğiyle ve fiziksel etkileyiciliğiyle ilgilenen biri onun fikirsel ve duygusal dünyasına pek dikkat etmeyecektir. Bu da o kişiyi tam anlamıyla tanımamasına ve diğer her şeyinin gözden kaçmasına sebep olabilecektir.
Estetik ve çekici gözükmek günümüz dünyasında en önemli kriterlerden biri. Sinema sektörü görüntü ve gösteriyi her şeyin üzerinde tutuyor. Hikayeler hep en güzelin etrafında şekilleniyor ve o şekilde sunuluyor. Bu da herkesi belirli estetik kalıplara sıkıştırıyor. Bu kalıplar ise hayatımızın merkezine yerleşiyor.
[1] Bu yorum Ebru Atış’a ait.