İnternetin hayatımıza girmesiyle kitap okuma oranımız yarı yarıya düştü. Telefonların büyüyen ekranları kitapların tozlu sayfalarının yerini aldı. Mesajlaşma ve arama gibi temel özellikleri bir tarafa, araştırma ve merak duygusunu gidermek için kullandığımız dokunmatik ekranlarımız var artık.
Çağımızın bütün akla gelen sorularını 1998’den beri sorduğumuz Google’ımız var. Veya vardı demek daha mı doğru? Her güzel şeyin miadının olduğu gibi dünyanın en çok kullanılan arama motorunun da tahtını teslim edişini izlemekteyiz. Peki bu taht devri insanlığın medeniyetleştiği dönemden beri süregelen felsefi süreçte neleri değiştirdi?
Epey geriye gittiğimizde M.Ö. 624–546’da Tales ve Anaksimandros’un “Her şeyin arkhe’si nedir?” sorusuyla bir dönemi başlattığını görüyoruz. Bu soru, evreni anlamak için sorması cesaret gerektirdiği gibi bilimsel düşünmenin temelini de oluşturmuştur. Dönemin filozofları arasında bu soruyu sormaya cesaret edebilmek cevabını hızlıca bulmaktan daha büyük bir önem taşımıştır. Bu dönem soruların yöntem haline daha gelmediğini, bunun adımlarının Sokrates ile atıldığını görüyoruz.

Sokrates’in diyalektik yöntemi soru-cevap yoluyla karşı tarafı anlama ve buna bağlı olarak da ondan bir şeyler öğrenme amacı güden bir yöntemdir.[1] Sokrates konuştuğu kişileri doğru sorular üzerine düşünmeye itmiştir. Aldığı cevaplardan çok soruların değerli olduğunu ve onun bu amacının hakikati bulmasına yardımcı olduğunu savunur.
Sokrates’in hocalığından ve eğitmenliğinden çok şey öğrenen Platon soru-cevap yollu diyalektik, “uygun soru ve yanıtlarla tartışma tekniği” ile hakikati değil ama değişenin ardındaki değişmeyeni aradığını söyler.[2]
Klasik Yunan Felsefesi Dönemi filozoflarından bir diğeri Aristoteles de soru sormanın temel kaynağının hayrete (thaumazein) dayandığını savunur. İnsan felsefe yapmaya hayretle başlamıştır. Aristoteles bir konunun anlaşılabilmesi için dört farklı sorunun sorulması gerektiğini söyler. Dört neden şunlardır: maddi neden, biçimsel neden, etkin neden ve nihai neden.[3] Bu dört soru onun bütüncül yöntem kullanabilmesini sağlamış ve böylelikle doğru bilgiye giden yolda sistematikleşmeye gidilmiştir.
Örneğin, bir ahşap masayı anlamak istediğinde, malzemesinin ahşaptan imal edildiği, yapılırken dizaynına önem verilerek yapılsa da asıl işlevinin yemek yemek olduğu ve ancak onu bir marangozun onu yapabildiği gibi dört ana konuya değinir. Bu dört soru bilimsel bir sistem oluşturmuş ve modern bilimin önünü açmıştır.
İnsan ilkel çağdan günümüze kadar çevresini anlayabilmek için türlü sorular sorarken bu soruları doğru şekilde sorabilmek için doğru ortamda da vakit geçirmiştir. Örneğin Thales arkhe’nin su olduğunu düşünürken suyun geçtiği doğal ortamlarda bulunmuştur. Biz modern insan olarak ekranlarımızdan arama motorlarına sorularımızı yazarken peki, sorduğumuz sorunun ortamına uygun bir yerde bulunuyor muyuz? Örneğin içindeki merakın peşinde gitmiş zamanın gezginleri Kolomb ve Macellan meraklarını sadece defterlerine yazıp bekleseydi, belki de keşfettikleri ve ayak bastıkları yerlere hiç gidilmeyecekti. İnsanı sorduğu sorular aksiyon almaya teşvik edebilir mi?

Kierkegaard için soru, aksiyonun kıvılcımıdır.[4] Sorulan soruların bungunluğu ve meşgalesi insana karar alma cesareti gösterir. İngilizcede çok sık kullanılan “motion in emotion” deyiminde bile duyguda bir hareket gizli olduğu vurgulanır.
Peki ChatGPT gibi araçlar bizi ne kadar aksiyona itiyor? Sorduğumuz soruların sayısı arttıkça hızlı pratik cevaplar mı almaya çalışıyoruz? Aldığımız cevapların kaçı günlük hayatımızda bizi aksiyona geçirmeye yetiyor? “Elmada kaç kalori vardır?” şeklinde sorduğumuz soruyu diyetimize dikkat etmek için soruyoruz, ama belki de diyetin bizde temelde başarı oluşturacağı daha önemli soruları pas geçiyoruz. Felsefe doğru sorularla, Sokrates’in dediği gibi, hakikati aramaksa biz günlük hayatımızın yoğun temposunda doğru soru sormaya ne kadar zaman ayırıyoruz? Sorduğumuz sorular günlük hayatımızı kolaylaştırıyor olsa da sorularımızın kalitesi düşüyor. Chat GPT’ye sorduğumuz “Bana lazanya tarifi verir misin?” “Borsada paramı hangi şirkete yatırmalıyım?” tarzı sorular bizi aydınlatsa da bu eylem hayatımızı kolaylaştırmaktan öteye gitmiyor. Çoğu zaman sorduğumuz sorunun karşısında aldığımız cevap daha da kafamızı karıştırıyor veya birden fazla seçenek sunulduğu için eyleme geçemeyip donukluk yaşıyoruz. Üstelik cevap aldığımız bir kişi bile değil, bir yapay zeka uygulaması.
Geçmişe dönüp düşündüğümde Kierkegaard’ın “Ben kimim? Nasıl yaşamalıyım?” sorularını ChatGPT’ye sorduğunu düşünemiyorum. Bu temel soruları sormasının en büyük amacı insanı ahlâki ve varoluşsal sorumlulukla yüzleştirmektir.[5] Bu şekilde düşündüğümüzde aslında yapay zekadan hoşlanmadığımız bir cevabı aldığımızda “Bana daha farklı bakış açıları sun” şeklinde yönlendirme yaptığımız da bir gerçektir. Sorduğumuz soruların cevapları bizim için modern dünyada daha önemlidir. Hoşnut olmadığımızda başka sorular sormamız da bundandır. Amacımız sorunun kalitesini arttırmak değil cevabı kafamızdaki forma uydurmaktır.
Nietzsche’nin ünlü kavramı “güç istencine” bu noktada değinmemek imkansızdır. Bu düşünceye göre kendimizi haklı çıkarmak ve inançlarımızı pekiştirmek için sorular sorarız. Bu soruların amacı da aslında doğru soru sorabilmekten ziyade varlığı güçlendirmeye yöneliktir.[6] Nietzsche günümüz insanını 19. yüzyılın ikinci yarısında öngörmüştür. Aslında insan hep bu şekilde düşünmeye yatkındır, sadece teknoloji ve kolay erişim insanın içindeki kolaya kaçma, gerçeklerden uzaklaşmayı tetiklemiştir.
Ne tuhaftır ki klasiklerin içine sıkışıp kalmış Meursault ve Gregor Samsa varoluş mücadelelerinde kendi odalarında, evlerindelerdir. Etraflarını ve kendilerini anlamlandırmak için en doğru soruyu sorma gayretiyle kafalarının içine sıkışıp kalmışlardır. Çevreleri tarafından hiçbir zaman anlaşılmadıklarını düşünen bu iki karakter kendilerinin ChatGPT’leridir. Tek fark sorularının cevabını almak gibi bir gayretleri yoktur. Onların karakterini ve dünyalarını oluşturan bu soruların kendileridir.
Samsa “Ben hâlâ aynı Gregor muyum?”[7] derken Meursault, “Eğer her şey absürdse neden yine de yaşamaya devam edeyim?”[8] diye kendine sorar. Bu onları yalnızlaştırır ama onları varoluşlarının özünü sorgulamaya iter. Bu sorunun cevabını almak için 5-10 saniyeye ihtiyaçları yoktur. Onlar sorularına net ve hızlı cevaplar alabilselerdi bu kadar okunan ve üzerine düşünülen iki varoluşçu kitabın karakterleri olabilirler miydi? Peki biz M.Ö. 600’lerde yaşayan filozoflardan neden daha az doğru sorular soruyoruz? Biz, insanlığımızdan ve bizi biz yapan unsurlardan hız, pratiklik ve kolaylık uğruna vazgeçmenin eşiğinde miyiz?
KAYNAKÇA
[1] Eroğlu, C. (1966). “Toplumsal Araştırmalarda Diyalektik Yöntem”, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, Cilt: 21, Sayı:3, Ankara, s. 283- 301.
[2] Erdoğan, E., (2009). “Platon ve Aristoteles’in Bilimlere İlişkin Sınıflamaları”, FLSF, Sayı: 7, ss.137-162.
[3] Aristoteles, (2005). İkinci Çözümlemeler. Ali Houshiary (Çev.). Ankara: Yapı Kredi
[4] Søren Kierkegaard, Kaygı Kavramı (The Concept of Anxiety, 1844), Vefa Taşdelen (çeviri), Hece Yayınları, Ankara 2004.
[5] Kierkegaard, Søren. (2009). Ya/Ya da. (Çev. İsmail Hakkı Yılmaz). İstanbul: Kaknüs Yayınları.
[6] Nietzsche, Friedrich. (2019). Hakikatin ve Yalanın Ahlak Dışı Anlamı Üzerine. (Çev. Ahmet İnam). İstanbul: Say Yayınları.
[7] Kafka, Franz. (2018). Dönüşüm. (Çev. Ahmet Cemal). İstanbul: Can Yayınları.
[8] Camus, Albert. (2011). Yabancı. (Çev. Samih Tiryakioğlu). İstanbul: Can Yayınları.