[voiserPlayer]
“İnsanların saadet kadar felakete de ihtiyacı vardır.
İnsan yaşamayı ve yaşamamayı
aynı şey diye kabul ettiği zaman hürriyete kavuşur.”
Dostoyevski
Hayal edin… Hükmünüz verilmiş, kaleminiz kırılmış. İnfaz yaklaşıyor. Birkaç saate idam mangası, soğuk namlularını üzerinize doğrultacak. Hâlbuki genceciksiniz. Zaman donmuş, dünya durmuş. Hayat bu mu? Tüm acziyetinizle olacakları beklerken, yeni bir haber: Sürgün. Sibirya’ya…
Liberal entelektüellerin oluşturduğu devrimci gruplara katılırken Dostoyevski bile hayal edemezdi başına böylesi işlerin geleceğini. Zira Çar Nikolay’ın baskıcı rejimi altında bu gibi entelektüel fantezilerin cezası idamdı. Ama beklenen olmadı. Talih, dünya edebiyatının yüzüne güldü. Peki, böylesi bir tecrübe sonrası hayat eskisi gibi olabilir miydi? Olamazdı.
Dehayı ortaya çıkaran o kutsal çile Dostoyevski’nin hayata bakışını derinleştirdi, keskinleştirdi. Sibirya sürgünü ile bir anlamda yeniden doğdu, yaşamına yeni bir yön verdi. Bu kırılma ona sadece siyasi angajmanlara bulaşmış fikri bağımsızlığını sorgulatmadı. Ayrıca insan doğasının karmaşıklığı, toplumsal olayların iç içe geçmişliği ve ahlaki ikilemler üzerine ilham verici anlayışlar geliştirmesinin de önünü açtı. İnsanın zayıflıkları, çelişkileri ve karanlık yanları eserlerinde böylece su yüzüne çıkarken toplumsal sorunlara ışık tutuyor, ahlaki karşıtlıkları sorguluyordu.
Karakterlerini tüm gizlerin aşikâr edildiği insani bir çıplaklıkla resmederken ortaya çıkan derinlikten etkilenmemek mümkün değildi. Sigmund Freud onu karakter yaratımında Shakespeare’den geride görmezken, büyük filozof Nietzsche onu “kendisinden bir şeyler öğrenebileceği yegâne psikolog” olarak ilan ediyordu. Dostoyevski elbette bir psikolog değildi, ama eserleri insanı tanıma serüveninin ufkunu genişletti.
Dostoyevski karakterlerin en gerçekçi yansımalarını bir ayna gibi metne aktarabilme gücünü, kimliğini inşa eden sıra dışı dört insani halden almaktaydı. Edebi olarak eşsiz bir deha(i) ve yüksek ahlaki kaygılara sahip diğerkâm bir mümin(ii) olmasının yanı sıra nevrozlu bir epilepsi hastası(iii) ve müptela bir günahkârdı(iv). Onun hayatı, birbirine tamamen zıt dinamiklerin yaratıcı bir uyumla bir araya gelmesi demek olurken, bu vesile türlü karakterlere en gerçekçi biçimde hayat verebiliyor olmasına da şaşırmamak lazımdı. Kaleminden çıkan şahsiyetler kendi iç dünyalarının karanlık sokaklarında yol alırken benzer çatışmalarla yüzleşiyor, edebi anlatısının bir yansıması olarak nihayetinde Dostoyevski’nin bir parçası oluveriyordu. Böylece, bir yandan inşa ettiği karakterler aracılığıyla kendini bilme serüvenini yaşarken, bir yandan da insanlık durumlarının karşıt güçlerine dair evrensel sorular sorabildi.
Dostoyevski edebi anlatısının merkezine insanı koymasına rağmen, dönemin toplumsal dinamiklerinden kopuk değildi. “Ecinniler” [Demons/The Possessed] romanında insan doğasının derinliklerine ışık salarken, toplumsal karmaşıklığı estetik bir üslupla harmanlıyordu. 1872 yılında yayınlanan eser Rus toplumunu bekleyen çalkantılı zamanları yıllar öncesinden resmetti ve böylece, heyecan verici bir öngörü örneği olarak edebiyat tarihindeki yerini almış oldu.
Devrimci bir geçmişe sahip olan Dostoyevski, devrimci fikirlerin çelişkili doğasını ortaya koyarken nihayetinde Rusya’yı kasıp kavuracak olan şiddet çığırtkanlarına karşı durmaktaydı. Panislavist bir muhafazakâr olarak, nihilist-anarşist fikirlerin hücre tipi örgütlenmeler yoluyla yayılma stratejisine karşı Ortodoks Kilisesi ile barışık, kimliğini kaybetmemiş bir Rus ulusunu savunuyordu. Sözde Rus aydınlarının Avrupai kibrine yönelik bu keskin eleştiri, cehaletlerinden bağımsızca topluma büyüklenenlere dair sarkastik bir ironiyi içermekteydi.
Fransızcayla karışık bir Rusça ile sürekli olarak her şeyden ve herkesten şikâyet eden Avrupa görmüş entelektüellerin karikatürize edilmiş gerçekliği, keskin bir şekilde dramatize edilmiş bir toplumsal dinamiğe karşılık geliyordu. Dostoyevski, entelektüel dünyanın sorunlu yönlerini böylece ortaya koyarken, aydın olmanın toplumsal sorumluluğunun da altı çiziliyordu. Toplumun yıkımına ve geleneksel değerlerin alaşağı edilmesine inanan bir grup nihilist devrimciyi bu vesile eleştirirken, şiddete bulanmış radikal ideolojilerin tehlikelerini gözler önüne seriyordu.
Dostoyevski, devrimci iç çekişmelerin bir neticesi olarak Rusya’da işlenen gerçek bir cinayetten ilham alırken, Pyotr Stepanoviç karakteri aracılığıyla anarşist katil Sergey Neçayev’i romanının iç örgüsüne dâhil ediyordu. Öyle ki, Ecinniler’i okumuş olanlar içinNeçayev’in1869 yılında yayımlanan “Bir Devrimcinin İlmihâli” broşüründeki anarşist düşünceler fazlasıyla tanıdıktı: “Devrimcinin gece gündüz tek bir düşüncesi, tek bir amacı olmalı – acımasız yıkım. Bu amaca soğukkanlılıkla ve yorulmadan çabalayarak, kendisini ve devrimin yolunda duran her şeyi kendi elleriyle yok etmeye hazır olmalıdır.”[1]
Neçayev’in ilmihalinde görülen bu adanmışlıkla devrimci, keskin bir iradeye dönüşüyor, mevcut düzeni yıkıp daha ileri bir toplumun temellerini atma hedefine doğru ilerliyordu! Kesinliklerle yoğrulmuş bu radikal vizyonun devrimciyi eylemlerinin istenmeyen sonuçlarına karşı kayıtsız kılması bir zorunluluktu. Bu noktada ideolojik refleksiyonlara eklemlenmiş fikri coşkular ve örgütsel aidiyetten doğan ruhi yükselişler kaçınılmazdı.
Bu yüksek soyutlamalara polisiye heyecanlar da eklenince, devrimcinin varoluş neşesi tamamlanıyordu! Sürdürülebilir olmaktan uzak bu irrasyonel şuur, uzun vadede bireyin kendi iç dünyasının ve toplumsal uyumsuzluğunun karanlık yüzleriyle karşılaşmasını da kaçınılmaz kılıyordu. Kişi maksimalist sloganlarla büyülenmişken, gerçek hayat onu kendi kırılganlıklarıyla yüzleşmeye zorluyor, hayali kurguların masum normları da böylece yanlışlanmış oluyordu.
Bu süreçlerden ölümüne geçmiş bir birey olarak Dostoyevski, hayatın doğal yasalarına toslayan bu toy bilince yine kendi kişisel geçmişi üzerinden şefkatle bakıyordu: “Kendim hakkında konuşmama izin verin: Ben de eski bir Neçayevciyim… Ben de idamdan döndüm… Her halde bir Neçayev olamazdım, ama gençlik günlerimdeyken Neçayev’i izlemeyeceğime de söz veremezdim.”[2] Nihayetinde Pyotr Stepanoviç karakteri aracılığı ile Sergey Neçayev’i hikâyesine entegre etmesi de böylesi bir empatiye işaret etmekteydi.
Dostoyevski, otu çek köküne bak misali, romanın düşünsel seyrini bir sebep-sonuç ilişkisi düzleminde başlatıyor, (oğul Pyotr Stepanoviç yerine) okuyucusuna bilinçli bir tercih ve öncelikle baba Stepan Trofimoviç’i takdim ediyordu: “Bugüne değin hiçbir değişik yanı olmayan kentimizde, pek yakın bir geçmişte olup biten son derece tuhaf olayları anlatmaya başlarken (yeteneksizliğim nedeniyle) biraz geriden, özellikle, yetenekli, pek saygıdeğer Stepan Trofimoviç Verhovenski üzerine birtakım ayrıntılardan başlamak zorundayım.”
Romandaisimsiz bir anlatıcı rolüne bürünen Dostoyevski’nin parantez içi yeteneksizliğinin aşikârlığı nispetinde, yeteneklerinin aşikârlığına kanaat getiriyor olduğumuz Stepan Trofimoviç Verhovenski kimdi peki? Stepan Trofimoviç beceriksiz bir akademisyen, gölgesinden korkan bir entelektüel, kararsızlıklarla dolu kırılgan bir kişilikti. Kadrosuz olarak birkaç kez üniversitelerde ders verdiği için “profesör” olarak anılırdı. Daha fazlasını başarabilecek olmasına rağmen, mesleki ideallerine ulaşamamanın verdiği hayal kırıklığı içinde özgüvenini yitirmiş bir Oblomovdu.
Ölmüş general kocasının itibar ve servetiyle nüfuzlu bir hayat süren aristokrat Varvara Petrovna Stavrogina’yla fazlasıyla yakın düşen münasebetleri de bu yüzdendi. Varvara Petrovna’nın oğlu Nikolay Stavrogin’i eğitmek için yerleştiği konaktan vazifesi bitmiş olmasına rağmen çıkmamış, bağlanan maaş ve imkânları terk etmemişti. Hikâyede meydana gelen yıkıcı devrimci fikirlerden sembolik olarak sorumlu tutuluyor olmasının bir nedeni de zaten bu angajmandı. Aristokrasinin toplumsal kusurlarını görmezden gelen bir nesil Rus aydınının omurgasızlığı onda temsil bulurken, 1840’ların liberal reformcularının 1860’ların anarşist-nihilist sonraki nesli doğurmuş olduğu eleştirisi de yine onu vuruyordu.
Liberal fikirleriyle o dönem Rusya’da hâkim olan Batıcı-Slovofil ayrışmasında Batıcı kanada yerleşirken, sakıncalı pozisyonunun bir muhalif olarak onu fişletmiş olduğu vesvesesinden de bir türlü kurtulamıyordu. Hâlbuki ne bir memur onu takip etmekte, ne de siyasi fikirleri hükümette bir endişe yaratmaktaydı. Akademik disiplinden uzak kendi tembelliğini sorgulamak yerine, akademide önü kesilerek nihayetinde gönüllü bir sürgünle taşrada yaşamak zorunda bırakıldığı imajını yaymaktaydı. İşin ilginç yanı bir noktadan sonra buna gerçekten kendisi de inanmaktaydı.
Çıplak gerçek, kendi entelektüel kabiliyetlerinden duyduğu haklı şüphe ile akademik topluluk içinde kendine bir yer kapamamış olmasından fazlası değildi. Kendi güvensizlikleri ve sanrılarının bir neticesi olarak sığındığı Varvara Petrovna ile ilişkisi bu gerilim üzerine kurulmuşken, hanımefendiye teslim ettiği onurunun sıkça örselenmesine de şaşmamalıydı. Her şeye rağmen Varvara Petrovna ile olan ilişkisinde bir rahatlama bulmakta, hanımefendinin heyecan veren ilgisi onun için bir morale dönüşmekteydi. Küskün de olsalar birbirlerinden bir türlü kopamayan bu hoyrat ikilinin, bu yönüyle toplumsal olarak üretken olmaktan uzak aylak sınıfın sıkıcı yalnızlığını temsil ettiğini söylemek mümkündü.
Çocukça küslükleri ait oldukları ayrıcalıklı konumu rahatsız eden boşluk ve amaçsızlığı açığa çıkarırken, kavgaları da sürdürdükleri monoton ve tatminsiz hayatları birbirleri üzerinden mahkûm etmelerine karşılık gelmekteydi. Bu arada gelirini sıkça çarçur eden Stepan Trofimoviç’in maddi-finansal varlıklarını yönetecek beceriden de uzak olduğunu ve bundan bağımsız olmayacak biçimde oğlu Pyotr Stepanoviç’in terbiyesine hakkıyla eğilemediğini de belirtmek gerekliydi. Maddi kaynaklarını yönetemeyen birinin, beşeri kaynaklarını da yönetememiş olmasına şaşmamak lazımdı.
Stepan Trofimoviç, tüm gaflet ve kusurlarına rağmen, kötülüğün iradeye dönüşmüş hali olan oğlu Pyotr Stepanoviç’ten ayrışmaktaydı. Pyotr Stepanoviç, babasının liberal reformcu neslinin akan zamanda nihilist-anarşizme evrilmiş yeni ve farklı bir tezahürü gibiydi. Pyotr Stepanoviç’in devrimci kabadayılığı, bastırılmış entelektüel zorbalıklarla yoğrulmuş bir önceki neslin lümpenliğini fazlasıyla aşıyordu. Pyotr Stepanoviç’in eylem ve inançları onların ideallerinin karanlık tarafını temsil ediyor, ilerlemeden ziyade kötülüğe yönelik bir iradeyi yansıtıyordu. Bu irade ile kasabayı saran şiddet olaylarının itici gücü olurken, beş kişilik bir hücre yapılanmasına hükmetmekteydi.
On binlercesi Rusya’ya yayılmış olan yaygın bir örgütlenmenin birbirinden habersiz hücrelerinden birinin lideri olduğuna takipçilerini inandırırken, aklınca ulusal bir isyanı tetikleyebilecek olan terör olayları planlamaktaydı. Hücresini, hükümeti devirip sosyalizmi getirmek için kurgulanmış olan geniş bir komplonun merkezinde tanımlarken, hayallerinin kendinden menkul değeri aşikârdı. Hayallerle beslenmiş zorlama planı Varvara Petrova’nın oğlu Nikolay Stavrogin’in yarı-tanrısal bir figür olarak örgüte alınmasına bağlıydı. Zira bir erkek güzeli olan Nikolay Stravrogin’in büyüleyici karizması geniş kitleleri arkasına takabilecek her şeye sahipti: cesaret, zenginlik, yakışıklılık ve entelektüelite.
Bu özellikleriyle yerelde çıkarılacak kaosun başına eğer onu geçirebilirse, ulusal bir devrimi tetikleyecek perde arkasındaki asıl gücün kendisi olabileceğine inanmaktaydı: “Stavrogin, erkek güzelisiniz siz! Erkek güzeli olduğunuzu biliyor musunuz? En değerli yanınız da, bazen bunu bilmemenizdir. Ah, içinizi dışınızı biliyorum! Yandan, bir köşeden bakıyorum size sık sık! Saf, temiz yüreklisiniz de, bunu da biliyor musunuz? Dahası var! Acı çekiyor olmalısınız. Hem de yürekten. Saflığınız da bundan geliyor. Güzelliği severim. Nihilistim ama güzelliği severim. Nihilistler güzelliği sevmezler mi sanki? Yalnızca tanrılaştırılmış insanları sevmezler, ama ben onu da severim! Benim Tanrım sizsiniz! Hiç kimseye bir kötülük ettiğiniz yok, herkes nefret ediyor sizden. Herkese, sizinle eşitmişler gibi bakıyorsunuz, gene de korkuyorlar sizden. Bu çok hoş işte. Omzunuza dokunmak için hiç kimse yaklaşamıyor yanınıza. Korkunç bir aristokratsınız. Özgürlüğün içine dalan bir aristokrat pek sevimlidir! Kendinizin olsun, başkasının olsun, ölmesinin hiçbir anlamı yok sizin için. İstenilen her şey var sizde. Bana, özellikle bana, sizin gibi bir insan gerekli. Sizden başka hiç kimseyi tanımıyorum. Öndersiniz siz, bense solucanınız…”
Uzun cümleler kurmaya, insanları ikna etmeye ihtiyacı olmayan, her şeye fazlasıyla sahip olan Nikolay Vsevolodoviç Stavrogin’in bu saçmalıkların sahibine vereceği cevap belliydi: “Deli!” Bu noktada, yani Pyotr Stepanoviç’in devrimci hayallerle süslenmiş anarşist planlarını kurgularken bile, zihninin derinliklerinde gizlenmiş olan aşağılık kompleksinin etkilerini fark edemiyor olması manidardı. Nihayetinde babası Stepan Trofimoviç’ten alamadığı sevgi ve terbiyeyi peşinen bir ücret karşılığında edinmiş olan Nikolay Stavrogin’e duyduğu hayranlık; aristokrasiye, piyasa ilişkilerine ve son kertede babasına karşı gizlediği öfkenin biçim değiştirmiş bir hali olmaktaydı.
Öz farkındalığındaki tüm bu eksikliklere rağmen dâhiyane bir kalkışma planı ile toplumu sömürüden kurtarabileceğine inanıyor olması fazlasıyla iyimserdi. Belki de tüm bu iyimser projeksiyon aşağılık kompleksleriyle iç içe geçmiş bir büyüklük sanrısının tetiklenmiş haliydi: “Belki sayıklıyorumdur, belki sayıklıyorumdur! Ama ilk adımın nasıl atılacağını biliyorum. Rusya’ da bir tek insan var ilk adımın nasıl atılacağını, nasıl başlanacağını bilen. Benim o insan. Niçin öyle bakıyorsunuz yüzüme? Benim için gereklisiniz, siz olmadan bir sıfırım ben. Sizsiz bir sinek, turşusu çıkmış bir düşünce, Amerikasız bir Kolomb’um ben.” Sebepleri ne olursa olsun, nihilist bir ahlak ile yetişmiş, insanların duymak istediklerini söylemekte fazlasıyla mahir böylesi bir anarşistin, Pyotr Stepanoviç’in ahmaklığından daha ziyade, riyakârlığına kanaat getirmek daha makuldü. Söylemleri görkemli vaatler ve devrimci ideallerle doluyken, ezilen kimsesiz ve çaresizlerin kalplerinde bir isyan ateşi tutuşturması hiç de imkânsız değildi. Fakat o toplumun en alt sınıfını meşru zeminde ikna etmek yerine, korku ve şiddet dalgası ile manipüle etmeyi planlayan katıksız bir manipülatördü: “Sosyalist değil, dalavereciyim ben. Ha-ha-ha !”
Pyotr Stepanoviç’in uğursuz kahkahası Rusya’nın engin düzlüklerinde on yıllar boyunca dalga dalga yankılandı. Rus stepleri tarihinin en büyük çilesini yaşarken, yüz elli milyonu aşan bir insan kalabalığı, bir avuç fanatiğin elinde akıl almaz bir tecrübeye feda edildi. “Ecinniler” böylesi bir tehlikenin uyarı fişeğiydi. Dostoyevski geniş kitlelerin ilgisini çekebilmek adına romanını onlarca renkli karakter ve ilginç olayla süslerken asıl amacı mesajını yerine ulaştırmaktı. Okuyucunun, hikâyenin çarpıcılığı ve karakterlerin derinliği karşısında büyülenmediğini söylemek imkânsızdı.
Nihayetinde Stepan Trofimoviç, oğlunun yarattığı terörün de verdiği utançla, valizini toplayıp Rusya’nın içlerine doğru yol aldı. Stepan Trofimoviç’i bedenen hasta etse de nihayetinde bir içsel yolculuğa dönüşen bu seyahatin onu ruhen iyileştirdiğini söylemek gerekirdi. Rusya’nın kalbine doğru yola çıkarken, omuzlarından ağır bir yükün, kalbine inen kefaret ve bağışlanma duygularıyla beraber kalktığını hissetti. Hastalığının ilerlediği son günlerinde boşa geçmiş yıllarıyla samimi olarak hesaplaşırken, gizli sevdası Varvara Petrovna’ya yönelik hislerini de açıkça haykırır oldu. Ölümünün biyolojik bir yokoluştan daha ziyade, sembolik olarak tarihi bir dönemin sonuna karşılık geldiğini söylemek gerekirdi.
Diğer taraftan, yıllarca hamiliğini üstlenip hoyratça muamele ettiği bu gafil ama naif dostun kıymetini, yokluğunda fazlasıyla anlayacak olan Varvara Petrovna ve geniş nüfuzunun, bu sefer gideni geri getirmekten aciz kaldığını söylemeye gerek bile yoktu. Tarihin tekerleği Rusya’da aristokrasiyi silip süpürmek yolunda hızla dönerken kendini gizemler içinde bir gösterip bir kaybolan Nikolay Vsevolodoviç Stavrogin neler yapmaktaydı? Büyüleyici karizmasıyla herkesi kendine hayran bırakan prensimizin, sonradan öğrendiğimiz üzere, işlediği cinayetler, tecavüzler ve ihanetlerden mütevellit çektiği vicdan azabına yenik düşerek hayatına son veriyor olması hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığına dair ibretlik bir ders olarak romanın kapanışını yapmaktaydı. Nihayetinde tüm insani derinlikleri, ibretlik hikâyelerine rağmen Dostoyevski’nin çaresizce iletmeye çalıştığı esas mesajın yerini bulduğunu söylemek fazlasıyla zordu.
[1] Sergey Nechayev, Catechism of a Revolutionist, s.7.
[2] Fyodor M. Dostoievsky, A Diary of a Writer, George Braziller, New York, 1919, s. 147