Daktilo 1984Daktilo 1984
    • Hakkımızda
    • İletişim
    • E-Bültene Abone Ol
    Facebook Twitter Instagram Telegram
    Twitter Facebook YouTube Instagram WhatsApp
    Daktilo 1984Daktilo 1984
    Destek Ol Abone Ol
    • İZLE
      • Çavuşesku’nun Termometresi
      • Varsayılan Ekonomi
      • 2’li Görüş
      • İki Savaş Bir Yazar
      • Yakın Tarih
      • Mayhoş Muhabbetler
      • Tümünü Gör
    • OKU
      • Yazılar
      • Röportajlar
      • Çeviriler
      • Asterisk2050
      • Yazarlar
    • DİNLE
      • Çerçeve
      • Zedcast
      • Tuhaf Zamanların İzinde
      • SenSensizsin
      • Tümünü Gör
    • D84 FYI
      • Hariçten Gazel
      • Avrupa Gündemi
      • ABD Gündemi
      • Altüst
    • D84 INTELLIGENCE
      • Kitap Yorum
      • Göç Sorunu
      • Başkanlık Sistemi Projesi
      • Devlet Kapasitesi Liberteryenizmi
      • Herkes için Siyaset Bilimi
      • Yapay Zeka
    Daktilo 1984Daktilo 1984
    Anasayfa » Batık Maliyet mi, Gemileri Yakmak mı? İktidarın İzlediği Yolun Mantığı
    Yazılar

    Batık Maliyet mi, Gemileri Yakmak mı? İktidarın İzlediği Yolun Mantığı

    Alper Yağcı22 Mayıs 202512 dk Okuma Süresi
    Paylaş
    Twitter Facebook LinkedIn Email WhatsApp

    2025 başından itibaren siyaset çok sertleşti. İktidar, sivil yönetimler altında 1947’den beri görmediğimiz ölçüde muhalefeti baskılıyor. İktidarı değiştirebilecek tarzda bir muhalefete izin vermeyeceğini, özellikle yargı eliyle göstermeye çalışıyor. Peki bu yapılanlar, geri tepmez mi?

    Yani kamuoyu, yapılanları haksız görüp, bu yüzden muhalefete daha fazla destek vermeye başlamaz mı? Hal böyleyse, iktidar kendisi için yanlış bir yol tutmuyor mu? Böyle bir yanlışın neresinden dönülse kar değil mi? İktidar batık maliyeti gözden çıkarıp, yeni bir yol seçmemeli mi? Davranışsal iktisatçıların ve psikologların sevdiği bir kavram olan “batık maliyet safsatası”, yanlış kararlarda ısrar anlamına gelir: Bir yola girdiniz, geri dönmeyi kendinize yediremiyorsunuz, oysa dönseniz daha karlı çıkacaksınız. Dönmelisiniz.

    Konumuz itibariyle bu akıl yürütme yabana atılamaz, belki de haklıdır. Nitekim iktidarın kendi çevresinden pek çok isim, geri dönülebilir beklentisiyle, henüz topa girmiyor, bekleyip izliyor. Fakat bugüne kadar Erdoğan’ın her hamlesinde kendi ayağına kurşun sıktığı değerlendirmeleri sıkça yapılmasına rağmen neredeyse çeyrek yüzyıldır gittikçe kuvvetlenen bir Erdoğan iktidarı altında yaşıyoruz. Cumhurbaşkanı Erdoğan’a ilişkin, kusursuz olmamakla birlikte kendi ikbali açısından çok yetenekli bir siyasal aktör varsayımı yapmak güvenli olur. O varsayımla, iktidar ne düşündü de bu işe girişti, bunun bir mantığı var mıdır, bu yazıda irdeleyeceğim. Henüz bu sertlik dalgası tam patlamadan Şubat ayında yazdığım bir yazıda biraz anlatmaya çalışmıştım, burada detaylandıracağım.

    “Batık maliyet” meselesinden başlayalım. Batık maliyet, yatırım yapmamanın da bir seçenek olduğu durumlar için geliştirilmiş bir kavram (yani o yatırımı yapmadığında paran cebinde kalıyor). Bu yüzden aslında uygun kavram değil, yanıltıcı. Gelin 2025 başındaki durumu iktidar adına gözden geçirelim: Bir şey yapılmadığı taktirde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın son dönemi 2028’de bitiyor ve dokunulmazlığını kaybetmiş bir eski siyasetçi haline geliyor. Yerine hazırlamış olduğu güçlü bir halef yok. Eğer 360 milletvekili bulup meclisten erken seçim kararı çıkarabilirse kendisi tekrar aday olabilir. Fakat erken seçimi çok erken yaparsa, hem mevcut iktidar dönemini kısaltacak hem de ekonominin henüz kamuoyunu memnun etmediği bir halde seçime gidecek. Zaten son yerel seçime ve güncel kamuoyu araştırmalarının bazısına göre partisi ikinci sıraya inmiş. Ekonominin gittikçe düzeleceğine güvenip erken seçimi son anda yapmaya yönelik bir hülleyi de gerçekleştirmek zor çünkü 360 milletvekillik desteğe muhalefet o zaman yanaşmaz, niye yanaşsın? Kısacası, olağan koşullarda sıradaki seçimde Erdoğan’ın tekrar cumhurbaşkanı olması zor.

    Demek ki hareketsizlik iktidara yaramıyor. Bir şeyleri değiştirmek üzere yumuşaklık yoluyla ya da sertlik yoluyla ilerlenebilir. Fakat bir yol seçtikten sonra vazgeçip diğer yola geçmenin maliyeti var çünkü bu tutarsızlık yaratır. Sosyal bilim araştırmaları, pozisyon değiştiren siyasetçilerin seçmen gözünde kayıp yaşadığını ortaya koyuyor. Bu durumda uygun kavram batık maliyet değil “patika bağımlılığı” olacak. Yani iki yoldan daha zor olana girmiş olduğunuzu fark ettiğinizde bile, o yolda ne kadar ilerlenmişse geri dönüp diğer yola geçmek o kadar mantıksız hale gelecektir. Örneğin bu saatten sonra İBB başkanı Ekrem İmamoğlu’nun tahliye olması iktidara zarardan kar değil, daha çok zarar getirebilir. Bu ihtimali gerçekleştirmek yerine pazarlık için kenarda tutmak muhtemelen tercih edilecektir.

    Batık maliyet kavramının yetersiz kalmasının bir sebebi de aslında ortada birden çok stratejik oyuncunun bulunması. Bu durumda iktidarın girmiş olduğu yolun mantığını oyun kuramındaki “gemileri yakma” stratejisi olarak değerlendirebiliriz. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın iktidarını daim ve tahkim ettirmek isteyen çekirdek grup 1. oyuncuysa, böyle bir duruma koşullu veya kerhen destek verecek ılımlı siyaset elitleri grubunu 2. oyuncu olarak alalım. Bu grup içinde bürokrasi, sermaye, medya elitleri bulunabilir. Oyun kuramında oyuncular, hareketlerinin olası sonuçlarını önden tasavvur edip, ona göre hareket eder. Eğer Erdoğan’ın sıradaki seçimi kazanamadığı bir oyun sonu tasavvur edilirse, 2. oyuncu için Erdoğan’a değil rakibine yatırım yapmak çekici hale gelir çünkü kazananın yanında olmak ödüllendirici. Yok, Erdoğan’ın kazanacağı bir oyun sonu tasavvur edildiğindeyse yatırımı Erdoğan’a yapmak aynı mantıkla çekici olacaktır. Oyunu basitleştirmek için, 2. oyuncu kime yatırım yaparsa o kazanacak diyelim. O zaman kime yatırım yapmalı? Bu tercihi belirleyecek olan şey kimin zaferinden daha fazla dönüş alınabileceği. Olağan koşullarda, 2. oyuncu dediğimiz ılımlı grup elitler, bugün taltif ettiğini yarın mahvetme gücüne sahip, son yıllarda da ekonomiyi sıkıntılı götüren otokratik liderin zaferine kıyasla, denge ve normalleşme umuduyla muhalefetin zaferini yeğleyebilirdi.

    Fakat böyle bir ihtimali engellemek için 1. oyuncunun yani mevcut liderliğin yapabileceği bir şey var. O da ne olursa olsun yenilgiyi kabul etmeyeceğini baştan belli etmek. Eğer buna inanılırsa o zaman Erdoğan zaferi olası, Erdoğan zaferine yatırım yapmak da ılımlı elitler için rasyonel hale gelir ve cumhurbaşkanı Erdoğan gerçekten kazanır. Peki bu inandırıcılık nasıl sağlanabilir? Yenilgi senaryosunu kendisi için önden daha maliyetli hale getirerek. İşte gemileri yakmak bu işe yarar. Bu strateji, adını, oyun kuramının geliştirildiği Anglo-Amerikan dünyasında William’ın 1066’da İngiltere’yi fethetmek üzere çıkartma yaptıktan sonra geri dönüş ihtimalini ortadan kaldırmak için gemileri yakmasından alır, bizim dağarcığımızda ise aynı terim Tarık bin Ziyad’ın 711’de Endülüs’ü fethiyle özdeşleşmiştir. Her iki durumda komutanın yaptığı, yanındaki askerlerin olası yenilgiden korkup kaçmasını engelleyerek onları son raddeye kadar savaşmaya zorlamak, bu sayede de zaferi daha mümkün kılmak.

    Daha düz Türkçe ifade edelim. 2025 başından beri iktidar adına bürokrasi eliyle yapılanlar, iktidarı terk etmenin maliyetini çok artırmış durumda. Bunun baştan böyle planlanmış olduğunu zannediyorum. Siyaseti bu kadar sertleştirdikten sonra kaybeden bir grup, sert sonuçlarla karşılaşacak. Bu da, o sonuçlarla karşılaşmamak için, ne yapılıp edilip seçimlerin iktidar lehine sonuçlandırılacağını düşündürüyor. Devlet bürokrasisinin, özellikle de yargının, iktidarın siyasi amaçları için bu kadar araçsallaştırılması, ne yapılıp edilebileceğini tüm oyunculara gösterme işlevine de sahip. Zaten bu yüzden saklamadan, gösterişle yapılıyor.

    Bu son işlev, okuyucuların akıllarına gelmiş olabilecek şu sorunun cevabıyla yakından ilgili: Siyaset elitleri kafalarına göre oyun kurarken, kamuoyuna, yani egemenliğin sahibi olması gereken millete söz düşmüyor mu? İnşallah düşer. Fakat bunun gerçekleşmesi için iktidarı değiştirme ihtimali taşıyabilecek serbest ve adil seçimlerin yapılabilmesi gerekir. Türkiye’de bundan sonra seçim yapılmayacak mı? Adı seçim olan bir şey mutlaka yapılacak. Bu seçimlerin ne kadar adil ve serbest olabileceği ise başka bir mesele. Zaten demokratik olsun olmasın dünyada neredeyse tüm rejimler adı seçim olan bir şeyler yapıyor. Türkiye 1876’da ilk seçimini düzenledikten sonra, 1908’den 1946’ya kadar 12 genel seçim yaptı, bunların bazılarına birbirine rakip partiler de katıldı ancak bu seçimlerin hemen hiçbiri bugünkü standartlara göre rekabetçi veya demokratik kabul edilmez.

    Seçimler var iken demokrasinin yok olması birkaç şekilde mümkündür. Seçim günü gerçekleşebilecek hile ve zorbalıklar bunların en önemlisi olmayıp pek çok otoriter rejimde bunlara gerek kalmaz, çünkü seçim günü daha gelmeden sonuç hemen hemen bellidir. En basitinden, medyaya, partilerin ekonomik gücüne, kampanya özgürlüğüne yönelik genel bir baskı ortamı, seçimlerin rekabetçiliğini kısıtlar. Bunun ötesinde, mesela, seçimlere kimin girebileceği doğrudan kısıtlanabilir.

    Örneğin İran’da, “reis-i cumhur” ünvanlı (aslında başbakan niteliğindeki) hükümet liderini belirlemeye yönelik seçime kimin girebileceğine dair ön elemeyi gerçekleştiren ve kendisi seçilmiş olmayan bir devlet kurumu bulunur. Türkiye bunu anayasal olarak değil, ama Rusya’da olduğu gibi güdümlü yargı kararlarıyla gerçekleştirmeye başladı. Bugün bazı kamuoyu yoklamalarına göre en büyük üç muhalefet partisi durumunda olan partilerin en iddialı siyasetçileri (Ekrem İmamoğlu, Selahattin Demirtaş, Ümit Özdağ) hapiste.

    İkinci olarak, seçimlerin ülke siyasetindeki önemi azaltılabilir. İran örneğinden devam edersek, hükümetin başı, güvenlik ve dış politika gibi bazı alanlarda yetkisizdir, bu alanlar seçilmiş olmayan ruhani liderin hakimiyetindeki bazı devlet kurumlarına bırakılarak kamuoyunun etkisine kapatılmıştır. Aslında aynı sonucu tersten yaratacak bir metot da şu: Devlet başkanı seçimi dışındaki tüm seçimler ve kurumsal özerklikler kaldırıldığında, yani halkın seçtiği devlet başkanı diğer tüm makamları (doğrudan veya dolaylı) atayabilir hale geldikten sonra, devlet başkanı seçimi de ironik biçimde anlamsızlaşmaya başlar çünkü mevcut başkana kuvvetli rakip olabilecek siyaset elitlerinin ortaya çıkıp destek toplayabileceği ekosistem yok olur. Beş yılda bir yapılan tek seçim diğer tüm seçimleri yer. Türkiye’de cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine geçişle birlikte bu metot önem kazandı. Özellikle belediyelerin yetki ve kaynakları, muhalefetin 2019’da önemli belediyeleri kazanmasından sonra kısıtlanmaya başladı. Şimdi de 1960’lardan beri düzenlenen belediye seçimlerinin kaldırılması (bunun mümkün olabileceğini ben düşünmüyorum çünkü milletvekilleri razı gelmeyecektir) veya şekil değiştirmesi gibi öneriler gündemde. Bu gibi değişiklikler gerçekleşmediği taktirde kayyım opsiyonu yerinde duruyor. Dünyadaki demokrasiler arasında özellikle başkanlık rejimlerinde ulusal lider yetiştirmenin en yaygın okulu olan ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da siyasi kariyerini inşa etmiş olan yerel siyaset kapısı bu yolla daraltılıyor. Bu da yine Rusya’da yapılmıştı (daha önce seçimle başa gelen bölge valilerini 2004’den itibaren devlet başkanı Putin atamaya başladı).

    Kısacası, demokrasi olmadığında, demokrasinin yokluğundan rahatsızlık duyan kamuoyunun buna yönelik tepkisini gösterme imkanı da büyük ölçüde ortadan kalkıyor. İran’da rejim yıllardır kamuoyuna rağmen ayakta, Rusya’da Putin hep rakipsiz.

    Buraya kadar, olan biteni iktidarın mantığı açısından çözümledik. Tüm bunlar karşısında muhalefetin yapabilecekleri yok mu? Yani 3. oyuncu, muhalefet değil mi? Ana muhalefet partisi, kendine verilenleri olduğu gibi kabul etmek yerine aktif oyunculaşma yönünde çabayı yeni yönetimiyle birlikte gösteriyor. Örneğin ekonomik boykot çağrısının, ılımlı elitler önündeki seçenekleri değiştirmek gibi bir amacı var. İktidar bir muhalefet figürünü yasaklatma iradesi gösterdiğinde onu “riskli aday” ilan etmek ve iktidarın temenni ettiği muhalefet adayını seçime sokmak gibi reaktif davranışları olan önceki yönetime kıyasla bu yeni bir durum. Değişimde kamuoyunun, özellikle gençlerin itelemesinin de önemli payı var.

    Bununla birlikte şimdiye kadar verilen tepki seviyesinin, iktidarın canını mutlaka sıksa da öngördüğünün çok ötesinde olduğunu zannetmiyorum. Toplum katında gösterilen tepkiler, daha çok üniversite gençliğinden. Üretimi durdurabilecek bir genel grev iradesi görünmüyor zira sendikacılık çok zayıf ve işçi sınıfı da kaderini muhalefetle ortaklaştırmış değil. Finans piyasasındaki tepkinin herhalde idare edilebileceği planlanıyor. Meclisi ve yerel siyaseti git gide anlamsızlaştıran bir yönelime orta düzey sağcı siyaset elitlerinin daha ne kadar razı geleceği sorulabilir ancak bunlardan önemli bazıları geçen dönemde muhalefete geçmiş olsa da iktidar değişimi gerçekleşmedi ve siyaset elitleri arasında bu anlamda hava tersine döndü. 2023 seçimlerinin çok önemli olduğu, mevcut iktidarın o seçimi kazandığı taktirde mutlak hakimiyetten vazgeçmesinin zor hale geleceği saptamaları sıklıkla yapılmıştı. Ben o saptamalara katılıyorum ve yeni yönetim altında gösterdiği dirayete rağmen ana muhalefet adına çok iyimser değilim. Yine de son sözü halk söyleyecek—kendi seçtiği koşullar altında değil, geçmişten aktarılan koşullarda.

    Halkın olan bitene ne tepki vereceği sorusu, bizi mağduriyet konusuna döndürüyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan da siyaset yolculuğunun erken bir döneminde şiir davası nedeniyle hapis yattığı ve akabinde başbakan olarak iktidara geldiği için yargı bürokrasisin müdahalelerinin geri teperek Erdoğan’a yaradığı yorumları yaygın. Ama bu olay dizisinin alternatif bir yorumu mümkün. 1994’te İstanbul büyükşehir belediyesini kazanıp 1995’te genel seçimden birinci çıkan İslamcı partinin karizmatik genç siyasetçisi olan Erdoğan, zaten 90’ların sonunda bazı kamuoyu yoklamalarında en beğenilen liderdi. 28 Şubat 1997 muhtırası, 1999 şiir davasından hapis, (bugün unutulmuş olan) 2002 AKP parti kapatma davası gibi müdahaleler, sermaye elitleri nezdinde beklentileri değiştirerek bu liderin iktidar yolculuğunu aslında zorlaştırmış, geciktirmiş olabilir. Hadi diyelim ki bu müdahalelerin bazıları Erdoğan’ı mağdur ederek kahramanlaştırmış, işini kolaylaştırmış olsun. O dönemle şimdi yaşananlar arasında çok önemli bir fark var.

    O dönem Türkiye’de devlet iktidarı ikili bir yapıya sahipti. Bir, seçimlerle şekillenen sivil siyaset bileşeni, bir de asker ve yargı bürokrasisinin hakimiyetinde vesayet bileşeni vardı. Siyaset 1987’den beri kendi içinde oldukça serbest olmakla birlikte, bu serbestlik “sakıncalı” sonuçlar yarattığında vesayet müdahaleleri oluyordu. Yani siyaset alanı, vesayet aktörlerinin tercihleri doğrultusunda yapılanmış olmadığı için, bu aktörler sıklıkla dışarıdan müdahalede bulunmak ihtiyacı duyuyordu. Bu müdahaleler de, seçim siyasetinin aktörleri, söylemi ve metodu ile yeterli uyum içinde gerçekleşmediği için, sivil siyaset kendi kanalına akar akmaz ters tepkiler örgütleniyordu. Çünkü vesayet müdahalelerini söylem birliği içinde savunacak bir güdümlü medya veya seçim stratejilerini müdahalelerin zamanlamasıyla koordine edecek parti elitleri yoktu. Mesela vesayet kurumları Erdoğan’ı dış müdahaleyle engellediğinde, onun yerine seçim alanı içinde parlatılacak bir alternatif bulunamıyordu çünkü bu vesayet kurumlarının alanı değildi. Üstelik Avrupa Birliği ve küreselleşme perspektifi, serbest seçimlerin belirleyici olduğu bu alanın gittikçe başat hale geleceği beklentisini orta yere koymuştu. Seçim takvimi de parlamenter rejim sayesinde daha esnek yani kamuoyu nabzına daha yakından bağlıydı.

    Günümüzde ise, müthiş ölçüde tekçi, katı bir iktidar yapısı ortaya çıkmıştır. Asker, polis, yargı, iktidar partisi ve medya neredeyse tek elden yönetilmektedir. Sermaye elitlerinin önemli kısmı aynı doğrultuda disipline edilmiştir. Ayrıca eskiye göre iç siyaset üzerindeki dış kısıtların etkisi zayıflamıştır ve istikameti belirsizdir. Böyle bir durumda, iktidar yapısı, bir eliyle serbest siyaseti kısıtlamaya yönelik bir müdahale geliştirirken, olası ters tepkilerin örgütlenebileceği noktaları da diğer eliyle kapatmaya yönelik koordinasyonu gösterebilir. En azından bunu planlı biçimde yapmaya çalışıyor.

    Buraya kadar basitlik adına kenarda bıraktığımız bir konu, yeni Kürt açılımı. İktidar, böyle bir açılım sayesinde örneğin DEM Parti milletvekillerinin desteğini elde edip uygun zamanlı erken seçim hatta (Yeni Yol’cuların bir kısmının desteğiyle) anayasa değişikliği kararını o şekilde elde edemez mi? Öyle bir potansiyel imkan varken bu kadar sertliğe ne lüzum vardı? Lüzum şu iki sebepten görülmüş olabilir: Öncelikle, öyle bir senaryoda da, nispeten serbest bir seçim olduğu sürece kuvvetli bir muhalefet adayı karşıda bulunacaktı. İkinci olarak, ana muhalefetin baskılandığı mevcut durum Kürt hareketi vb. aktörlerin pazarlık alanını kısıtlayarak onların tercihini de şekillendiriyor.

    Kısacası iktidarın yaptıkları, şu mantık çerçevesinde değerlendirilebilir: Erdoğan’ın bir kere daha cumhurbaşkanı olmasını engelleme imkanının ana muhalefetin elinden ne pahasına olursa olsun alınacağı sinyallenecek ki bu beklentinin siyaset elitlerince satın alındığı bir durumda şu unsurları içerebilecek bir anayasa değişikliği paketi meclisten geçebilsin: 1) mevcut cumhurbaşkanının dönem sınırının giderilmesi ve böylece sıradaki cumhurbaşkanı seçiminin zamanında (2028’de) yapılabilmesi, 2) bu seçimi kazanmak için gerekli çoğunluğun yüzde kırka düşürülmesi veya seçimin tek tura indirilmesi, 3) milletvekili ve belediye seçimleri usullerinde iktidarın lehine uyarlamalar, 4) hem Kürt hareketinin bazı beklentilerine karşılık verecek hem dini muhafazakarların ideolojik amaçlarına yakınsayacak değişiklikler. Bunlar arasında 2 numaradan emin değilim, 4 numaranın kapsamı da son ana kadar kuvvetli çekişmelere konu olacaktır. Sonuç olarak bu plan tutmayabilir. Ama bir mantığı var. Yumuşak geri çekiliş ihtimali için parlamenter rejime dönülmesi gibi bir yolun ise ancak C planı olarak tutulabileceğini düşünüyorum.

    Bu yazı, iktidar adına çok mu iyimser, muhalefet adına çok mu kötümser? Türkiye’de muhalefet elitleri, uzun yıllar iki ruh halini bir arada sergiledi: Bir yandan, ülkenin sosyolojik yapısına dair kaderci bir kötümserlik (“ne yapsak bu millet bizi iktidar yapmaz, zaten Aziz Nesin ne demişti”). Öte yandan otoriter manevraların sağlamasının sandıkta mutlaka yapılacağına, çünkü bu tür manevraların illa ki mağduriyet algısı yaratarak geri tepeceğine yönelik temelsiz, toksik iyimserlik. Ekonomik çıkarları konusunda budala ama biçimsel adalet konusunda nasılsa yüce gönüllü olan (bence gerçeğin neredeyse tam tersi) bir seçmen varsayımı, bu iki tavrın rabıta noktasını oluşturuyordu. Otoriter manevraların sandığın doğasını da değiştirdiğine dikkat etmeyen kurumsal iyimserliğin, kazanmak için gerekli cesareti göstermeyi engelleyen sosyolojik kötümserlikle kombinasyonu, muhalefet için iyi olmamıştı. Bugün gelinen noktadaysa, aslında gücünü “sosyolojiden” almayan, uzun yıllardır büyük şehirlerde azınlık durumuna düşmüş, ancak iyi örgütlülük ve siyasi zekayla hükmünü sürdüren bir iktidar yapısı var. Yani olan biteni, özellikle olup bitmeden önce, halka sorsak çoğunluk zaten karşı çıkacaktır. Ülke bugüne kadar iyi kötü demokrasi ile yönetilmeye çalışıldığı için kamuoyunun bu yönde genel bir beklentisi ve umudu belki hala var. Geçmişte Avrupa Birliği beklentilerinin oynadığı rolü, artık yerelleşmiş demokratik hafıza oynayabilir. Buna karşın özellikle kurumlar ve örgütlülük katında ve uluslararası bağlantılarda iktidar güçlü. Eylemle desteklenmeyecek temelsiz bir iyimserliğe karşı gerçekçilikte fayda var.

    M Siyaset
    Paylaş Twitter Facebook LinkedIn Email WhatsApp
    Önceki İçerikGençlerin Sandıktan Uzaklaştığı Türkiye: Seçime Katılım Düşerken Umut Nerede?

    Diğer İçerikler

    Yazılar

    Gençlerin Sandıktan Uzaklaştığı Türkiye: Seçime Katılım Düşerken Umut Nerede?

    21 Mayıs 2025 Deniz Gün Eraslan
    Videolar

    Küreselde ve Yerelde Kadınlar, Romanya-Polonya Seçimleri ve Trump’ın Ortadoğu Gezisi |2’li Görüş #41

    20 Mayıs 2025 Bahadır Çelebi ve Melis Konakçı
    Yazılar

    19 Mayıs 1919: Bağımsızlık Ruhunun Uyanışı ve Türk Gençliğine Bırakılan Emanet

    19 Mayıs 2025 Erdal Kesin

    Yorumlar kapalı.

    Güncel İçerikler

    Batık Maliyet mi, Gemileri Yakmak mı? İktidarın İzlediği Yolun Mantığı

    22 Mayıs 2025 Yazılar Alper Yağcı

    Gençlerin Sandıktan Uzaklaştığı Türkiye: Seçime Katılım Düşerken Umut Nerede?

    21 Mayıs 2025 Yazılar Deniz Gün Eraslan

    19 Mayıs 1919: Bağımsızlık Ruhunun Uyanışı ve Türk Gençliğine Bırakılan Emanet

    19 Mayıs 2025 Yazılar Erdal Kesin

    Fesih Kararı ve Türkiye’de Siyasetin Yönü | Burak Bilgehan Özpek Fesih Kararını Değerlendirdi

    19 Mayıs 2025 Röportajlar Daktilo1984

    E-Bültene Abone Olun

    Güncel içeriklerden ilk siz haberdar olun




    Archives

    • Mayıs 2025
    • Nisan 2025
    • Mart 2025
    • Şubat 2025
    • Ocak 2025
    • Aralık 2024
    • Kasım 2024
    • Ekim 2024
    • Eylül 2024
    • Ağustos 2024
    • Temmuz 2024
    • Haziran 2024
    • Mayıs 2024
    • Nisan 2024
    • Mart 2024
    • Şubat 2024
    • Ocak 2024
    • Aralık 2023
    • Kasım 2023
    • Ekim 2023
    • Eylül 2023
    • Ağustos 2023
    • Temmuz 2023
    • Haziran 2023
    • Mayıs 2023
    • Nisan 2023
    • Mart 2023
    • Şubat 2023
    • Ocak 2023
    • Aralık 2022
    • Kasım 2022
    • Ekim 2022
    • Eylül 2022
    • Ağustos 2022
    • Temmuz 2022
    • Haziran 2022
    • Mayıs 2022
    • Nisan 2022
    • Mart 2022
    • Şubat 2022
    • Ocak 2022
    • Aralık 2021
    • Kasım 2021
    • Ekim 2021
    • Eylül 2021
    • Ağustos 2021
    • Temmuz 2021
    • Haziran 2021
    • Mayıs 2021
    • Nisan 2021
    • Mart 2021
    • Şubat 2021
    • Ocak 2021
    • Aralık 2020
    • Kasım 2020
    • Ekim 2020
    • Eylül 2020
    • Ağustos 2020
    • Temmuz 2020
    • Haziran 2020
    • Mayıs 2020
    • Nisan 2020
    • Mart 2020
    • Şubat 2020
    • Ocak 2020
    • Aralık 2019
    • Kasım 2019
    • Ekim 2019
    • Eylül 2019
    • Ağustos 2019
    • Temmuz 2019
    • Haziran 2019
    • Mayıs 2019
    • Nisan 2019
    • Mart 2019

    Categories

    • Asterisk2050
    • Bültenler
    • Çeviriler
    • D84 INTELLIGENCE
    • EN
    • Forum
    • Özetler
    • Podcast
    • Röportajlar
    • Uncategorized
    • Videolar
    • Yazılar
    Konular
    • Siyaset
    • Ekonomi
    • Dünya
    • Tarih
    • Kültür Sanat
    • Spor
    • Rapor
    • Gezi
    İçerik
    • Yazılar
    • Podcast
    • Forum
    • Röportajlar
    • Çeviriler
    • Özetler
    • Bültenler
    • D84 INTELLIGENCE
    Konular
    • Siyaset
    • Ekonomi
    • Dünya
    • Tarih
    • Kültür Sanat
    • Spor
    • Rapor
    • Gezi
    Sosyal Medya
    • Twitter
    • Facebook
    • Instagram
    • Youtube
    • LinkedIn
    • Apple Podcast
    • Spotify Podcast
    • Whatsapp Kanalı
    Kurumsal
    • Anasayfa
    • Hakkımızda
    • İletişim
    • Yazarlar
    • İçerik Sağlayıcılar
    • Yayın İlkeleri ve Yazım Kuralları
    © 2025 DAKTİLO1984
    • KVKK Politikası
    • Çerez Politikası
    • Aydınlatma Metni
    • Açık Rıza Beyanı

    Arama kelimesini girin ve Enter'a tıklayın. İptal etmek için Esc'ye tıklayın.

    Çerezler

    Sitemizde mevzuata uygun şekilde çerez kullanılmaktadır.

    Fonksiyonel Her zaman aktif
    Sitenin çalışması için ihtiyaç duyulan çerezlerdir
    Preferences
    The technical storage or access is necessary for the legitimate purpose of storing preferences that are not requested by the subscriber or user.
    İstatistik
    Daha iyi bir kullanıcı deneyimi sağlamak için kullanılan çerezlerdir The technical storage or access that is used exclusively for anonymous statistical purposes. Without a subpoena, voluntary compliance on the part of your Internet Service Provider, or additional records from a third party, information stored or retrieved for this purpose alone cannot usually be used to identify you.
    Pazarlama
    Size daha uygun içeriklerin iletilmesi için kullanılan çerezlerdir
    Seçenekleri yönet Hizmetleri yönetin {vendor_count} satıcılarını yönetin Bu amaçlar hakkında daha fazla bilgi edinin
    Seçenekler
    {title} {title} {title}